Azınlık olmak mı daha zor, farklı olmak mı?

27 Haziran 2025 - 09:00

Tuhaf bir soru değil mi? Yanıtlamadan önce neden böyle bir başlığa gerek duyduğumu anlatayım.

Takip edenler bilir, 2025 yılının başından beri bu köşedeki yazılarımın konuları Kadıköy semti ve tanış olduğum kimi Kadıköylüler hakkındaydı. Bu ay istisna yapmamın nedeniyse bir okur mektubu. Okurlardan gelen e-postaları genellikle özelden yanıtlarım, ancak nazik bir üslupla kaleme alınmış övgü dolu cümleler içeren okurumun mektubu öyle bir paragraf içeriyordu ki, bunun yaygın bir bakış açısı olduğunu varsayarak bu köşede açılmak gereğini duydum.

Övgü ve temennileri kendi payıma saklayarak, değerli okurumun beni düşüncelere gark eden paragrafını noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum: “Gerek ülkemiz, gerek dünya çok zor bir dönemden geçiyor. Dünyanın her yerinde azınlık olmak çok zor. Faşist Netanyahu yüzünden, sizler ve halkı bile çok ağır bedeller ödüyor.”

Netanyahu’nun faşistliğini tartışmayacağım. Sayesinde halkının ve başka halkların da çok ağır bedeller ödedikleri de tartışılmaz. Gel gelelim bana göre sorunlu “sizler” zamirine: Burada kastedilen azınlıklar, daha da ayrıştıracak olursak Yahudi vatandaşlarımız olsa gerek ki, naçizane bendeniz de bu gruba dahilim. 

Bir asrı aşan Cumhuriyet tarihimiz boyunca siyasi konjonktür gereği yaşanan çeşitli toplumsal olaylar nedeniyle Türkiye’deki azınlıklar ve haliyle de Yahudi vatandaşlar için zaman zaman hayatın zorlaştığı doğrudur, inkâr edemem.

2010 yılındaki Mavi Marmara olayının hemen ardından, ülkemizin o dönemde iyi satan gazetelerinden birinin muhabiri beni telefonla arayarak korkup korkmadığımı sormuştu. “Korkmak mı? Niçin korkmalıymışım ki? Bir Türk vatandaşı olarak korkmam için herhangi bir neden göremiyorum, yoksa sizce korkmalı mıyım?” diye soruyu soruyla yanıtlamıştım. 

Aradan 15 yıl geçti. Bu süre zarfında, yine bu coğrafyada, o muhabirin bakış açısıyla korkmamı gerektiren pek çok olay yaşandı. Fakat ne Işid’in saldırıları ve tehditleri, ne 7 Ekimle birlikte başlayan Gazze savaşı bu düşüncemi değiştirmedi. Ne var ki geçtiğimiz yıl Şalom gazetesi için yazdığım bir makaleye “Artık korkuyorum anne” diye bir başlık atmış, o günlerde melek olmuş anacığıma duyumsadıklarımı şöyle iletmiştim: “Dünyanın gidişatına bakıyorum, ensem kararıyor! Moralini bozmadan açılabileceğim, duygularımı korkularımı paylaşabileceğim birisini arıyorum yakınlarımda… ve işte esas o zaman hissediyorum yokluğunu. Kendisine korkmadığımı söylemeyi çok istiyorum, ama gerçek bambaşka: Korkuyorum Anne!”

Evet, artık iyice korkuyorum! Haberleri izleyemiyorum. Yıkıntıları, bombalarla harabeye dönmüş kentlere kasabalara bakamıyorum. Umutsuzluk, korku ve açlık içinde kıvranan perişan insanların yüzlerini göremiyorum. 

Etnik kimliğim ya da Türkiye'de azınlık olmak değil korkularımın temelinde yatan. Televizyonda karşı tarafın yerle bir olmuş evlerini gördüğünde davul dümbelek sesleri eşliğinde danseden sözde insanlardan korkuyorum! Bombalar altında parçalanan, açlıktan inleyen bebekleri ve çocukları potansiyel terörist görmeye programlanmış beyinlerden ve onları programlayan üst akıldan korkuyorum. Ben onu yok etmezsem o beni yok edecek paranoyasını masum beyinlere zerk eden toplum mühendislerinden korkuyorum. Hatalarını daha vahim hatalarla örtmeye çalışan diktatörlerden korkuyorum. Ve bu saydıklarımın dünyanın pek çok farklı köşesinde çoğaldıklarını fark ettikçe korkularım büyüyor. Fakat daha önemlisi bu korkularımın beni farklı kılmasından daha çok korkuyorum, çünkü farklı olduğum anlaşıldığında asıl korkulan ben olurum! Tıpkı farklı olduğu için çaldırdığı kalbinin peşine düşen "küçük ceylan" gibi. 

Şimdi kimdir bu kalbini çaldıran küçük ceylan diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Lafı dolandırmadan söyleyeyim, Mine Söğüt'ün bir "büyüklere masallar" tadında yazdığı ve Bahadır Baruter'in müthiş çizimleriyle zenginleştirdiği Ormandaki Kalpsiz Ceylan adlı kitabından söz ediyorum. 1

Bütün bu duyumsadıklarımı, çeşitli metaforlarla fakat asla didaktizm tuzağına düşmeden, Grimm Kardeşlerin ünlü Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler adlı çocuk masalının yeni ve insancıl sürümünün içine yerleştirmiş Mine Söğüt. O kısacık öyküde öylesi cümleler var ki okurken, “Tam da budur işte!” diye kendi kendime tezahürat yaptım durdum. Karanlıktan korkan küçük ceylanı teskin eden arkadaşının, “Karanlıkta da aydınlıkta olan ne varsa o vardır” cümlesi bunlardan sadece biri. (S.27)

Bir başka sayfada duygularla mantığın yolunun bir olduğunu kitabın kahramanlarından Kraliçe şöyle açıklıyor: “Gerçekten zalim olan biri savaşta bebekler öldürülmesin demezdi. Zafere giden yolda her şeyin göz alınabileceğini, masumların da zarar görmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünürdü. İnsanlık tarihi barış için savaşan insanlarla doluydu. Oysa barış için sadece savaşmamak kâfiydi.” (S.71)

Bu açıklamaya mantığını zorladığı gerekçesiyle itiraz eden Mantıklı adındaki cüce, her şeyin siyah ya da beyaz olmadığını vurgulayarak bu kez ara tonları sorar. Kraliçenin yanıtı, günümüzün acı gerçeğidir: “Mevcut düzende böyle düşünebilirdi insan. Ama şu anda en beceriksiz erkekte bile çok yüksek olan özgüvenin herkeste eşit ve dengeli bir şekilde var olduğunu hayal ederlerse, kadın erkek, yoksul zengin, becerikli beceriksiz, siyah beyaz demeden herkesin aynı fırsatlara sahip olacağı bir dünyada yaşarlarsa, o zaman ara tonların yaratacağı tereddütler asla bugünküler kadar sorunlu olmayacaktı.”

Barış için savaşmamanın yeterli olacağının öğrenileceği günlere…

———-

Düzeltme: Geçen ayki yazımda temizlik işçisi Bülent Özdemir’in soyadını yanlışlıkla Öztürk diye yazmışım, düzeltir kendisinden özür dilerim.

———-

1 Ormandaki Kalpsiz Ceylan, Mine Söğüt / Can Sanat Yayınları, 2025
 
Yazarın Diğer Yazıları

Herkesin bir öyküsü vardır

“Semtin ikonik isimleri varmış. Peki, şimdi var mı öyle kişiler? Misal bundan 50 yıl sonra biri Moda’yı yazsa, bahsedecek isim bulabilir mi? Güzel bir soru! “Yok, azalıyor, kalmayacak” desem -ki muhtemelen beklenti o yönde- geçmişe özlem duyan, değişim karşıtı “dinozorlar” sınıfına hoşgeldiniz! “Var, Moda’nın semt kimliği köklüdür, sağlamdır, he ...

Gökyüzünü mora boyamak

Siz hiç gökyüzünü mora boyadınız mı? Ya da denizleri papaya turuncusuna? Ağaçların yapraklarını burgonya bordosuna, insanların suratlarını çağla yeşiline? Küçükken öyle yapardım. Nedense ergenliğe ulaştığımda anlaşıldı renkleri ayırt edemediğim. Ama o zamana kadar resimlerimi kasten, sırf muzırlık olsun diye bozduğumu zanneden ilkokul öğretmenimden ...

Müziğin kimyageri

Hani tv’deki durum komedilerinde (sitcom), aile içinde mutlaka muzip bir kardeş, enişte, kayınço ya da bacanak ön plana çıkar ya, her daim pozitif enerjiyle yüklü, bulunduğu ortamı neşelendirip hareketlendiren, herkes tarafından sevilen, müstesna bir kişilik… rahmetli bacanağım tam da böyleydi işte, çocuk tarafını canlı tutmayı başaranlardan! An ...

İyi ki doğdu günlerimiz

Bundan yıllar önce, ikinci ile üçüncü cemre arasındaki günlerden bir sabah, Yaren leyleğin atalarından biri, koordinatları iyi ayarlayamamış olmalı ki, su ile toprak sınırındaki bir yere bırakıvermiş beni! Balık burcunda doğanlar biraz böyledir işte, kâh suda, kâh karada. Bugünlerde herkes güzel umutlarla baharın gelişini gözlerken, ben heyecanl ...

Moda’mıza hoş geldin Usta!

Kadıköy yepyeni bir değer kazandı! Yılın ilk günlerinde Moda’da açılan Turhan Selçuk Kültür Evi’nden söz ediyorum.  Bence Türk karikatür tarihinde üç önemli mihenk taşı vardır: Cemil Cem, Cemal Nadir ve Turhan Selçuk. Cemil Cem (1882 -1950), editoryal denilen modern gazete karikatürünün babasıdır. Cemal Nadir Güler (1902 - 1947) Türk karikatürün ...

Bakarken görmenin ötesi

Kim derdi ki günün birinde onun yazdığı gazetede, belki de onun köşesine kurulup Kadıköy yazıları yazacağımı? Moda çay bahçesinde buluştuğumuz günü hatırlıyorum. Bana yeni projesinden söz etmişti. Sıradan insanları izliyor, portrelerini hafızasına kazırken zihninde hikâyelerini kurguluyordu. Hatta bazen fotoğraflarını bile çekiyordu. Aslında kal ...

ARŞİV