Siz hiç gökyüzünü mora boyadınız mı? Ya da denizleri papaya turuncusuna? Ağaçların yapraklarını burgonya bordosuna, insanların suratlarını çağla yeşiline? Küçükken öyle yapardım. Nedense ergenliğe ulaştığımda anlaşıldı renkleri ayırt edemediğim. Ama o zamana kadar resimlerimi kasten, sırf muzırlık olsun diye bozduğumu zanneden ilkokul öğretmenimden işittiğim azarın hesabını tutmadım!
Renk körlüğü ile ilgisi olmayan bu sendromun, fiyakalı adıyla “daltonizm” denilen ve de sıkça görülen bir renk algılayamama rahatsızlığı olduğunu öğrendiğimde 14 yaşıma basmıştım. Hiçbir tedavisi olmadığını duyunca rahatlamış, hatta mutlu bile olmuştum; ömrüm boyunca çevremi dilediğim renklerde görmeyi sürdürecektim!
Hayatımın sonraki evresinde morlara yeşillere bulanmış bolca gökyüzü resmi yaptım. Denizleri ise gönlümce, nasıl görüyorsam öyle boyamayı sürdürdüm! Bu yaptığım resimler hoşa gitmiş olmalı ki, bugün bile bazı yakınlarımın duvarlarını süsler.
Denizin benim gözümde binbir türlü rengi vardır. Gerçi onun da renkten renge girmekte üstüne yoktur! Ege ve Akdeniz’inki başka, Karadeniz’inki bambaşkadır. Bir de şimdilerde müsilajlısı çıktı ki, yıllar önce boyadığım resimleri adeta gerçeğe dönüştürdü! Fakat Marmara Denizinin o eski emsalsiz rengi ne yazık ki artık sadece fotoğraflarda kaldı.
Çocukluğumun yazları -ki Mayıs’ta başlar Eylül sonuna kadar uzardı- Caddebostan’da kiralık oturduğumuz bir evde geçerdi. O yaz günlerini arkadaşlarımla birlikte sahilde, o zamanlar nadir bulunan halka açık dar ve boş alanlarda, bazen Caddebostan ve Suadiye plajlarında eğlenerek geçirirdik. Kimi zaman ebeveynlerimiz Caddebostan’dan sandal kiralar, açıklarda çapa atar, derinlerde yüzerdik. Denizin rengi içilesi berraklıkta olurdu. Suda çırpınan üç dört sinek gördüğünde, “bugün deniz kirlenmiş” diyerek yakınan annemin beni ve kardeşimi denize girmekten men ettiği günleri hatırlarım.
Galata Köprüsü’nden kalkarak sırasıyla Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı iskelelerine uğradıktan sonra yolculuğunu Adalar’a sürdüren ufak Şehir Hatları vapuru, gününü denizde geçiren biz çocuklar için artık akşam olduğunun habercisiydi.
Daha sonraki hayatımın önemli bölümü İstanbul vapurlarında geçti. Öğrencilik dönemimi Kadıköy'deki Saint-Joseph Lisesinde tamamladığımdan, birkaç yıl boyunca Karaköy-Kadıköy hattında mekik dokudum. 1974 yılından beri eşimin doğduğu semt Moda’da ikâmet ediyoruz. İşyerlerim ise hep Avrupa yakasında oldu. Bugün hâlâ iki kıta arasında Şehir Hatları ile yolculuk etmeyi seviyorum.
Oysa doksanlı yıllarda, deniz otobüslerine karşı başlatılan “vapurumu vermiyorum” kampanyasına itiraz etmiş, Radikal 2’de yer alan bir yazımda ve hatta ardından televizyon kanallarının birinde yayımlanan bir belgeselde görece hızlı deniz otobüslerini sürat çağımızın gereği olarak savunarak vapur taraftarı dostlarımı “nostaljikler” olarak tanımlamıştım. O yazı şöyle sonlanıyordu:
“Mine (Kırıkkanat) Hanım öfkeli. "Güvertesinde çığlık çığlığa martılarıyla yolculuk ettiğimiz, boğuk düdükleriyle büyüdüğümüz, çapasından halatına, sancağından tornistanına gönül verdiğimiz, çaycısından halatçısına bizim, bakır makinelerinden kokulu tuvaletlerine, Boğaz'ın sularını köpürterek kayan zarif vapurlarımızı istiyoruz!" diyor. Ben de istiyorum. Dahasını da istiyorum; o vapurlarda yolculuk eden eski insanlarımı istiyorum. Birbirlerine saygıda kusur etmeyen, vapur yanaşmadan atlamaya kalkmayan, iskele verilmesini engellemeyen, itişip kakışmayan, şakalaşan neşeli sakin insanlarımı istiyorum. Arka güvertede dalgın dalgın martıları seyreden Haldun Taner'i, ağzında sönük piposu kafasında binbir matematik problemi Mösyö Matalon'u, omuz çantalarında taşıdıkları nevale ile portatif tabureleri vapurun kıç tarafında yayıp usulca çilingir sofralarını kuran Agop Can'ı, Viktor'u, Fehmi'yi, Dimitri'yi, Ali Cevat'ı istiyorum! Bakmaya doyamadığım pırıl berrak Marmara'ya özgü yeşil denizimi istiyorum. Martıların bile renkleri değişti. Şimdikiler daha gri, daha kirli sanki. Çığlıkları ise daha hırçın geliyor kulağa. Bakışları bile öyle, nefret dolu. Martılardan korkar oldum. Artık sadece yerli filmlerin jeneriklerinde kalmış eski martılarımı istiyorum. Klor değil mis gibi dem kokan tavşan kanı çayımı, çıtır çıtır simidimi istiyorum. Ağlamaklı tiz sesleriyle iç bayıcı arabesk hikâyeler anlatan dilencileri değil, Burhan Pazarlama'yı duymak istiyorum. Boğazın yosun aromalı esintisini koklamak istiyorum!”
Bu yazının üzerinden yirmi yıl geçti, yukarıda yazdıklarımın bazılarını hâlâ istiyorum tabii. Fakat gidenler ne yazık ki geri gelmiyor. Deniz otobüslerinin kısa mesafelerde ekonomik olmadıkları anlaşıldı, yerlerini dolmuş motorlarına bıraktılar. Vapurlarda bırakın çilingir sofrası kurulması, artık sigara bile içilmiyor. İyi ki de öyle! Öte yandan, iskele verilmeden atlamaya yeltenen de kalmadı, zira düzen geldi. Halat bağlanmadan, güvenlik sağlanmadan kapılar açılmıyor. Üstelik artık halat bağlayan görevlilerin arasında kadınlar bile var! Martılar ise benim gözümde eski beyazlıklarına kavuştu. Artık onlardan korkmuyorum, daha sessizler, beslenmek için yeterince balık bulamasalar bile karınlarını simitle ya da kedi mamasıyla doyuruyorlar!
En mutlu gelişme ise, dilencilerin yerini nitelikli müzisyenlerin almış olması. Yol boyunca denizi seyrederken canlı müzik dinlemek insana gerçekten iyi geliyor. Belki de özlemini duyduğum tek ses Burhan Pazarlama’nınki. 2020 yılında yaşamını yitiren Burhan Demircan’ın binbir farklı ürünü beş dakikada tanıttığı akıcı ve nazik dili, esprili sesi hemen her vapur yolculuğumda kulaklarımda çınlıyor. Ruhu şad olsun!
Hani tv’deki durum komedilerinde (sitcom), aile içinde mutlaka muzip bir kardeş, enişte, kayınço ya da bacanak ön plana çıkar ya, her daim pozitif enerjiyle yüklü, bulunduğu ortamı neşelendirip hareketlendiren, herkes tarafından sevilen, müstesna bir kişilik… rahmetli bacanağım tam da böyleydi işte, çocuk tarafını canlı tutmayı başaranlardan! An ...
Bundan yıllar önce, ikinci ile üçüncü cemre arasındaki günlerden bir sabah, Yaren leyleğin atalarından biri, koordinatları iyi ayarlayamamış olmalı ki, su ile toprak sınırındaki bir yere bırakıvermiş beni! Balık burcunda doğanlar biraz böyledir işte, kâh suda, kâh karada. Bugünlerde herkes güzel umutlarla baharın gelişini gözlerken, ben heyecanl ...
Kadıköy yepyeni bir değer kazandı! Yılın ilk günlerinde Moda’da açılan Turhan Selçuk Kültür Evi’nden söz ediyorum. Bence Türk karikatür tarihinde üç önemli mihenk taşı vardır: Cemil Cem, Cemal Nadir ve Turhan Selçuk. Cemil Cem (1882 -1950), editoryal denilen modern gazete karikatürünün babasıdır. Cemal Nadir Güler (1902 - 1947) Türk karikatürün ...
Kim derdi ki günün birinde onun yazdığı gazetede, belki de onun köşesine kurulup Kadıköy yazıları yazacağımı? Moda çay bahçesinde buluştuğumuz günü hatırlıyorum. Bana yeni projesinden söz etmişti. Sıradan insanları izliyor, portrelerini hafızasına kazırken zihninde hikâyelerini kurguluyordu. Hatta bazen fotoğraflarını bile çekiyordu. Aslında kal ...