Yazınımızda konak edebiyatı

22 Nisan 2022 - 09:00

Ürgüp-Göreme-Safranbolu gibi yerler için henüz yaşımızın erken olduğunu, fazla yöreselliğin ve aşırı doz bakraçta ayranın bize ağır geleceğini anlatmaya çalıştıysam da dinletemedim. Yapacağı geziler öncesi yörenin ümüğünü internetten sıkan bir arkadaş, “Abi Safranbolu Unesco tarafından ‘Dünya Miras Listesi’ne alındı,” diyerek planlanan otantik geziye modern bir hava vermeyi başardı. Başlarda benimle aynı fikirde olan bazı arkadaşlar, Unesco’yu duyunca derhal saf değiştirerek neşeyle Safranbolu’ya onay verdiler. 

Safranbolu’da otel olarak hizmet veren eski bir konaktayız. Daha içeri girer girmez ‘ibrik–bakır tas–sini’ üçlüsüne rastlayınca şüpheleniyorum. Otelde ufak bir gezintiye çıkınca otantik baskının sandığımdan da şiddetli olduğunu anlıyorum. Unesco neferi, mirasyedi arkadaşlar hemen Safranbolu’yu gezmeyi teklif ediyorlar. Tahminim, geçmişin izinde sokak sokak dolanarak mana arayacaklar. Biliyorsunuz, modern insanın geçmişin sokaklarında dolanırken aradığı mana, fotoğraf çekmeden, çarşıdan tahta almadan, mangalda pişmiş kahveyi tatmadan yerine oturmaz. Mananın peşinde geçen 1 saatin ardından yoruluyorum. Ne de olsa cebimde yaklaşık yarım kiloluk dev oda anahtarı (dünya mirası) var. “Yoruldum” mazereti arkadaşlar arasında bir tür huysuzluk olarak algılanacağı için gazeteye yazı yazmam gerektiğini söyleyerek konağa dönüyorum. Gerçekten de aklımda yazı için herhangi bir konu yok. Bütün konağı gıcırdatarak çıktığım odadan bilgisayarımı alıp otelin oturma salonuna iniyorum.                                        

 Burada masa yok. Sini var. Sizlere şu an bir sininin üzerinden sesleniyorum.  Burada anneler çocuklarına, “Kaan çabuk iner misin o sininin üzerinden!” diye bağırıyor. Babalar, aynı Kaan’ı “Oğlum Sini’ye vurma!” diye uyararak annelere destek veriyor. Ve inanın, ablalar, “Anne Kaan yine siniye çıktı!” diyerek zavallı Kaan’ı tümden sinisizliğe mahkum ediyor. Sürekli ‘sini’ yazdığımın farkındayım, ama yemin ederim burada her yer sini. Sininin üzerinde yazarken, dört bir yanımda saf tutmuş bakraç, maşrapa, tahta takunya ve ibriklerle göz göze geliyorum. Duvarlardaki gaz lambalarının içine bildiğiniz ampuller yerleştirilmiş. Arkalarına elektrik kablosu sokulan bu gaz lambaları hiç titremeden cayır cayır yanıyor. Bu tarihi ambiyans beni tamamen kollarına almış durumda. Ara sıra, durup dururken “ibrik” deme ihtiyacı duyuyorum. Ağzımda ibrik, etrafım sinilerle çevriliyken modern şehir insanının açmazlarını nasıl yazabilirim? Yazar dediğin bulunduğu mekânı yazmaz. Nerede, hangi şartlarda olursa olsun kendi kurgusunu yazar. Ancak kötü yazarların hayal gücü etrafında gördükleriyle sınırlıdır. Algılarımı kapatıp inatla bilgisayara eğiliyorum. Parlatılmış sinide yansıyan yüzümü gördükçe, “Artık durma! Ne yazacaksan yaz Safranbolulu Fırat!” diyorum kendi kendime. Fonda “Vur Hançeri Gadınım”ın enstrümantal versiyonu çalıyor. Ve ben, sevdalınız Fırat, bilgisayarımı koyduğum siniye bir ibrik gibi eğilmekten belim santim santim çürüyor. 

Sininin başına çökeli yaklaşık 1 saat oldu. Sert sedirde artık acımaya başlayan kalçalarım ahşaplaşarak tarihe mal olmak üzere. Otele yeni gelen müşteriler sinilerle dolu bu salona girdiklerinde yüzlerinde şehirli bir şaşkınlık oluşuyor. Ardından, korkuya benzer bir telaşla aniden telefonlarına davranıyorlar. Üst üste tuşa basarak sinileri öldürmeye çalışıyorlar. Bu küçük otelde sayabildiğim kadarıyla toplam 47 tane sini var. İşimiz zor. Üzerinde “Depo” yazan kapının arkasındakilerle birlikte bu sayının korkunç boyutlara ulaşacağını tahmin ediyorum. Az önce sinime bir çocuk (Kaan) geldi. Kaş göz işaretleriyle (“Hadi bakayım herkes kendi sinisine!”) kovdum onu. Babası ters ters bakınca sigara içme bahanesiyle bahçeye çıktım.    

İçerdeki ağır otantik baskının ardından bahçeye çıkınca tanıdık simalara rastlamak beni neşelendiriyor. Karşımda aileleri tarafından Safranbolu’ya sürüklenmiş iki ergen var. Her 14-15 yaş gibi mekân tanımaksızın Instagram fotoğrafı üretiyorlar. Poz veren, ilk kare için gülümseyerek bahçedeki kuyunun çıkrığını tutuyor (heey su çekiyorum!), sonra kuyunun kenarına oturarak hüzünle objektife bakıyor (lanet olsun su yokmuş!) ve ardından aniden yere, yaprakların arasına yatıyor (öyleyse yatıyorum). Bir an yazıyı falan boş verip onlarla birlikte Instagram fotoğrafı üretmeyi çok istiyorum. Fotoğrafın altına yazacağım not bile hazır: “Kuyu, ben ve kızlar...” Ama ne yazık ki, sininin üzerinde bilgisayarım beni bekliyor. Siniye dönmek için sigarayı söndürecek bir yer arıyorum. Bir süre elimde izmaritle konağın bahçesinde dolanıyorum. Uygun bir yer bulamayınca, “Tarihin daha az yoğun olduğu bir yere atayım bari” düşüncesiyle otelin dışına çıkıyorum. Sokak, beni taştan yapılmış tarihi kaldırımlarıyla karşılayınca atmaya çekiniyorum. Çaresiz, elimde izmaritle konağın bahçesine geri dönüyorum. Etrafımı saran otantik tarih, sigarayı tükürüğümle söndürüp cebime koymayı düşündürecek kadar baskı kuruyor üzerimde. İzmarite tükürürken biri görür mü acaba, diye tedirgin tedirgin dolanırken, çaresizliğimi gören bir başka tiryaki, “Bakın şuraya söndüreceksiniz,” diyor. Bahçede adım başı rastladığım ve tarihe dâhil sandığım bakır kâselerden birini gösteriyor. “Haa o muymuş?” diyorum. Bu soruyla birlikte bakır çağı kapanıyor. Sinili odaya geri çekiliyorum.   

Virginia Woolf kitaplarının çoğunu ayakta yazarmış. Benim sinide yazmam bir dipnot olarak ne kadar ilgi çekici bilmiyorum, ama en azından bu yazıyı yazmayı başararak siniler üstü bir performans sergilediğimi düşünüyorum. Yazının kötü olmasını şartlarım dolayısıyla hoş göreceğinizi umuyorum. Zira şu an sinimin üzerinde Kaan var.

Yazarın Diğer Yazıları

Düşüyorum

Düşüyorum. Keyifli bir yürüyüş için ceplerime soktuğum ellerimin yokluğunda düşüyorum. Oysa şimdi ellerim serbest olsa, avuçlarımla zemini karşılar, bu işi bir iki sıyrıkla atlatırdım. Olmuyor. Ellerimi cebimden kurtaramıyorum. Bozuk para çıkarırken bile ellerimi bırakmayan dar kotum, bu en dar zamanımda da salıvermiyor ellerimi. Beni kurtarmak kon ...

Bu çocuğun yarısı benim

Bilim çok açık. Bilim, akvaryum balıklarının ortalama 26 derecede rahat edeceğini, tavukların 27 derecenin üzerinde strese gireceğini söylüyor. Tavuğun stres derecesini dahi ölçen bilim, bir insan yavrusunun kaç derecede uyuması gerektiğini bilmez mi? Bilir. Cihan, çocuğunun kaç derecede uyuması gerektiğiyle ilgili karısı Zeynep’le günlerdir süren ...

Misophonia

Masanın bir tarafında yediği tavuk kanadına övgüler düzen ve övgülerini ağzını şapırdatarak taçlandıran bir erkek var. Diğer taraftaysa, tavuk kanadı övgülerini dev şapırtılar arasında anlamsız sesler olarak algılamaya başlayan öfkeli bir kadın yer alıyor. Tavuk kanatlarına ses veren bu adam, karısının patlamak üzere olduğunun henüz farkında değil. ...

Baba parmağı

“Sen ne yiyorsun?” dedi. İşaret parmağı, soruyu sorduğu kişinin yüzünü gösteriyordu. Belli ki bu parmak cevabı alıncaya kadar gerginliğini koruyacaktı. Parmak sabırsızdı, vakit geçiyordu, cevap bir türlü gelmiyordu. Gergin parmak, “Evet!” diyerek acele etmesini istedi. “İskender” dedi tehdit altındaki çocuk. Parmak, şeklini bozmadan yatay olarak ka ...

Hamsi otorite ister

Granyöz, kısa bir süre önce huzur içinde ölmüş gibi parlak parlak bakıyor. Palamut,kendi mevsimi olduğunu ispat etmek istercesine yay gibi geriniyor. Çipuralar, çiftlik işine giren ilk tür olmanın gönenciyle sayı üstünlüklerini koruyor. Jumbo karidesler, mutfaklara kalite getirme iddiasıyla vizyon sahibi insanları bekliyor. Çiftlik olmadığını iddia ...

ASKİ

Sahil beldelerinde online erişimin bir şekilde tıkandığı, yazlıkçının bizzat merkezdeki bir kurum binasına gitmek zorunda kaldığı durumlara hâlâ rastlanabiliyor. Kışın su saatleri yanlış mı okunmuş, şimdi fahiş bir rakam mı çıkmış, yan komşu gidip itiraz edince düzeltme mi yapmışlar, “bu resmen eşkıyalık” karşısında bizler de gidip itiraz mı edecek ...

İnsan lekesi

       Akşamüstü Philip Roth’un “İnsan Lekesi” isimli romanını okuduğum terasımda, gece yarısından sonra “Hap Koydum” şarkısıyla kalça tokuşturacağımı tahmin etmiyordum. “Tüm apartmanın sahibi” mertebesinden, yıllar içinde daireleri sata sata “apartman yöneticiliği” sıfatına kadar düşmüş İsmail Tapan tarafından “yüksek ses” ve “münasebetsizlik” suç ...

Susadın mı Emre?

       “Suluğun nerde? Suluğunu kayıp mı ettin? Nerde suluk?” Çocuktan cevap gelmiyor ama anne hızla sormaya devam ediyor: “Okulda mı unuttun suluğu? Oğlum cevap versene, okulda mı unuttun yeni aldığımız kırmızı suluğu?” Hayatımda hiç bu kadar art arda “suluk” dendiğini duymadım. Çocuk bu hastalıklı sorguyla ilgilenmeyince, anne bu defa yanındaki y ...

İçime ata ata

Terk ettiğim zamanı yeniden kazanmak ve kişisel evrenime büyülü nağmeler katmak için kulaklık kullanmaya karar verdim. Kırk yaşımı çoktan devirmeme rağmen, hayata yeniden başlamanın kendim için yeni bir şeyler satın almaktan geçtiğini sanabiliyorum. Hayatım, kendi dizaynımı yaratmak yerine başkalarınınkini taklit etmekle geçtiğinden orijinal bir ka ...

Neyim var benim?

Nice insan, ağrılar ve öleceğine dair kaygılar içinde acile gitmiş, gerekli tetkiklerin ardından o gün ölmeyeceği ima edilerek eve geri gönderilmiştir. Gerçekten de eve gönderilen insanların büyük bir çoğunluğunun ölmediği ve üstelik ertesi sabah işe gittiği görülmüştür. Tıp bazen bir ima bilimidir, insana olan saygısı dolayısıyla, kalkıp gece yarı ...

Biri bize gülüyor

Loş ışıkta yüzü asla görünmeyen, fakat dev bir cüsseye sahip olduğu anlaşılan adam sürekli kahkahalar atıyor. Sol elinde yalnızca kadim sırları bilenlerin tanıyacağı armalı bir yüzük var. Yüzüklü elinde tuttuğu purodan dış mihraklara özgü yoğun dumanlar yükseliyor. Sağ elinin altındaysa sürekli okşadığı bir kedi yatıyor. Kedinin adı Opus. Yıllardır ...

Bütün dünya ayılmamı bekliyor

“Tünel’deyim kahvemi içip ayılmayı bekliyorum,” dedi telefondakine. Artık duymaya alıştığımız standart bir başlangıç bu. Son yıllarda kahvesini içmeden kendine gelemeyen insan popülasyonuna her gün yenileri ekleniyor. Sanki kahvelerini içmezlerse o gün ayılamayarak ertesi güne devredeceklermiş gibi davranıyorlar. Çağdaş dünya için kahvenin tılsımı ...

ARŞİV