Sıradanlığın tanımsız kötülüğü

05 Nisan 2024 - 09:00

“İlgi Alanı” (The Zone of Interest), insanın vicdanını susturduğunda ve umursamamanın Nirvana’sına ulaştığında, cehennemin dibinde, kendine ve ailesine cennet bahçesi kurabilecek kadar alçalabileceğini anlatıyor, tamı tamına. Geri planda soykırım, ön tarafta pastoral bir saadet tablosu… İnsanın korkunç potansiyeline dair. Kan, şiddet ve hatta hareket bile yokken, sınırsız kötülüğü, sessiz, derinden ve süslemeden aktarma çabası, gerçekten akılda kalıcı, çarpıcı ve şaşırtıcı bir filme dönüşüyor. 

En büyük ve en korkunç toplama, çalışma ve imha kampı Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss, eşi Hedwig ve çocukları ile kampın bitişiğindeki evlerinde yaşarlar. Sadece elektrik verilmiş dikenli teller ayırır, iş ve yaşam alanlarını. Nazilerin, milyon can aldığı bu dehşet kampının kıyısında, Höss ve ailesinin düşsel bir dünyada yaşama tasviri, gerçeklerden kopuk olmadığı için çok daha sersemletici, hiç şüphesiz. Havuz başında oynuyorlar, birlikte balık tutuyorlar, kano yapıyorlar, göl kenarında pikniğe gidiyorlar, leylaklardan ilgiyi esirgemiyorlar, katliamı meslek bellememiş pek çok insan, inanın onlar kadar mutlu değildir bu hayatta. İlgi Alanı’nın, gösterdiği değil, aslında göstermediği şeylerle daha kışkırtıcı bir filme evrildiği ise kesin.  

Jonathan Glazer’in yönettiği, Sandra Hüller, Christian Friedel, Freya Kreutzkam ile Luis Noah Witte’in başrollerini paylaştığı iki Oscar ödüllü film, Martin Amis’in aynı adlı romanından uyarlandı. Kanımca Sandra Hüller ayrı bir övgüyü hak ediyor. O, hem “Bir Düşüşün Anatomisi” hem de İlgi Alanı ile bir yılda iki müthiş oyunculuk performansına imza atmasını bildi.  

Evet, pek meşhur “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir” (düşünür Hallâc-ı Mansûr’un söylediği savlanır) sözünü, filme adapte edebiliriz, hatta cehennem, acı çektiğimizi bilip de bilmezlikten gelenlerin olduğu yerdir diye çevirebiliriz. Yıllar sonra SS subayı Höss’ün kızı, babası hakkında “Dünyanın en iyi adamıydı” dedi ve ekledi; “O, bize karşı çok iyiydi.” Yani sayısız çocuğu babasız bırakan acımasız, duygusuz ve merhametsiz bir adam, kızının sevgi dolu babası olabiliyordu. Rudolf kızlarına yatmadan önce hikayeler okuyordu. Gaz odalarına gönderilen kadınların elbiselerine ve mücevherlerine el koyan karısı Hedwig, sonradan benim hiçbir şeyden haberim yoktu diyecekti, pişkin pişkin. İnsan yakılan fırınların dumanına, tarifsiz kokuya, ateşe, küle, silah seslerine, bekçi köpeklerinin havlamasına, infaz emirlerini duyulmasına rağmen üstelik. 

Gazze’de çoğu çocuk ve kadın 33 bin insanın canını alan İsrail saldırıları sebebiyle, dünya halkları nezdinde resmen bir algı kırılmasıyla karşılık buldu. Farklı ülkelerden insanlar, artık Yahudilerin (şahinlerinin elbette) kurbanken zalimlere dönüştüğünü düşünüyor. Kendisi de Yahudi olan yönetmen Glazer, İsrail’in Gazze işgalini kınadığı için olumlu ve olumsuz birçok tepkiyle karşılaştı. Bundan sonra sinemada neredeyse bir türe dönüşen soykırım filmlerinin, risk taşıyacağı ve ters tepme oranının da giderek yükseleceği malum.

Evcil Nazilerin, kuşlar, böcekler ve çiçeklerle çevrili dertsiz tasasız yaşamlarına geri dönelim. Gündelik ev işleri ve birlikte yapılan aktiviteler arasına, çocukların oynadığı altın dişler, annenin denediği kürkler ve evde çalıştırılan esirlerin serpiştirilmesi ve bunu gayet doğalmış gibi verilmesi, filmi özgün ve ayrıksı bir yere oturtuyor diyebiliriz. 

İnsan külleriyle gübrelenen ve daha da yeşillenen bahçelerinde, lakayt bir hayatın tadını çıkartanlar, Alman toplumunun sıradan insanlarıydılar. Koyu bir dini inanç, ağır ve aşırı disiplin ve asker olma hayaliyle büyüdüler. Çıkarları için komşularını yok etmekten çekinmediler, her şey iyi giderken, savaşlar kazanılırken öbek öbek Nazi oldular, faşizm sıradan insanları, harbiden sıra dışı olduklarına inandırdı. Sonra savaşın seyri değişti ve yenilgi kaçınılmaz oldu. Sonra mı? Milyonlarca Nazi sempatizanı, milyonlarca ırkçı, milyonlarca suçlu, milyonlarca vicdansız, bir anda yine sıradan insanlar oldular. Masumuz dediler, kandırıldık dediler, bilmiyorduk dediler, görmedik dediler, orada değildik dediler. Oysa oradaydılar. 

Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi tarafından, üç buçuk milyon insanı öldürmekle suçlanan Rudolp Höss’ün yanıtı insanın kanını dondurabilirdi; “Hayır! Biz sadece iki buçuk milyon insanı öldürdük, geri kalanı hastalık ve açlıktan öldüler” Sonra kendisini büyük imha makinesinin çarkındaki bir dişli olarak gören bu soğukkanlı katil, ölü sayısını revize etmek istediğini söyledi; “Toplam iki buçuk milyonu çok yüksek buluyorum. Auschwitz'in bile yıkıcı yeteneklerinin sınırları vardı” Yani yönettiği kampın yıkım yeteneği daha çok olsa, herkesi katledebilirdi, gözünü bile kırpmadan. 

Şimdi hemen her gün Filistinli bebekler, çocuklar katlediliyor gözlerimizin önünde. Ve bizler, gündelik hayatlarımıza devam ediyoruz, sıradanlığın kötülüğüne karşı elimizden de bir şey gelmiyor, ne yazık ki. 

Yazarın Diğer Yazıları

“Hep tek başımıza!”

“Mükemmel Günler” (Perfect Days), resmen basitin ve sıradanlığın dokunaklı güzelliğine meylediyor ve asla boş vermeyen, hayatını seçimleri ve isteğiyle belirleyen düzgün bir adamın şaşırtıcı öyküsünü merkezine alıyor. Bu ayrıksı portre, yalnızlığına rağmen, sektirmediği rutinleri, kendine yakıştırdığı ritüelleri ve elbette iyi müzik ile mutluluğu y ...

Hayat denen sınavdan geçebilmek!

Hayat dersleri mevzusunda sinema yapma gayreti, çoğu zaman klişeye yaslanmakla eşdeğer olabilir. Basmakalıp görünmekten kurtulmak pek kolay olmasa da yetenekli ve deneyimli bir sinemacı, bazen bunu ziyadesiyle başarıp sımsıcak bir film yaratabiliyor. Örnek mi göstereyim? Alexander Payne’ın yönettiği “Geride Kalanlar” (The Holdovers) derim, tereddüt ...

Günceli çağrıştıran bilimkurgu!

Bilimkurgu, tıpkı fantastik gibi sinema sanatının görsel ve işitsel doruğudur, hiç kuşkusuz. Kült ve klasik olmak isteyen her yapıt, illa hayal gücüyle yarışmalı, rüyaları gerçek kılmalı, sınırlarını zorlamalıdır. Beyazperdede düşsel bir evren yaratabilmek, ancak destansı ve büyülü filmlerle mümkün olabilir. İşte “Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki”, bun ...

Hayatın küçük güzellikleri

“Sararmış Yapraklar” (Kuolleet lehdet), tebessüm etmeyi unutan yoksun ve yoksul işçi sınıfına dair, kendi halinde dramatik, komik ve romantik bir film. Karakterleri donuk, süresi makul, yaşama sevinci gizli, yalnızlık baskın, hayal kırıklıkları bariz, zamansızlık hissi hâkim. Bu yapıt herkese göre değil, zaten çoğunluk beni sevsin, her yerde güzelc ...

Alengirli ve Zırdeli!

“Zavallılar” (Poor Things) adlı güzelim film için, zırdeli ve alengirli bir Barbie, hatta histeri zirvesi veya tuhaflıklar silsilesi diyebiliriz, hani hiç kasmadan, orta yolu arayıp bulmaya çalışmadan. Zaten aşırı dozda gariplikler ve türlü türlü haller, görsel ve işitsel sihir peşinde koşan kalburüstü yönetmen Yorgos Lanthimos’un alameti farikası ...

“Yaşasaydın ve Görseydin!”

Anadolu rock akımının kurucu babalarından Cem Karaca’nın, hayli zorlu ve dopdolu hayatından kesitler sunan “Cem Karaca’nın Gözyaşları” adlı film, nihayet bugün vizyona girdi. Doğuyla batıyı kaynaştırıp, rock ile türküyü harmanlayarak çıkılan yolda, artık o büyük dalganın sahipleri teker teker veda etti, pek azı kaldı hayatta. Peki, dalgalar dağıldı ...

Bazı deneyimlerin tarifi olamaz!

“Kar Kardeşliği” (La sociedad de la nieve), 52 yıl önce yaşanmış trajik bir uçak kazası üzerinden, dostluğu, ümidi, beraberliği, fedakarlığı anlatmaya çabalıyor, amansız doğaya, vahşi koşullara, onca çaresizliğe, mutsuzluğa, umutsuzluğa rağmen. İlginçtir, insana dair bu en bildik hayata tutunma öyküsü, yıllar yılı salt yamyamlık hikayesi olarak neş ...

Bulup bulup yitirmek!

Yılın en çok konuşulan yapımlarından biri olan “Başka Bir Hayatta” (Past Lives) hakkında, olur ya kısa ve öz bir tarif isteseler, bildik bir eski şarkıdan alır ve “Söyledim aşkımızı Ankara rüzgarına / Olmadı kaldı benim her hevesim yarına…” derdim, tereddütsüz. Film, derdini sade ve gösterişsiz bir şekilde dillendiren yapıtları sevenleri bir şekild ...

Napolyon bir kez daha öldü!

Hiç eğip bükmeden, sapmadan, yormadan dümdüz konuşalım, içten, samimi ve dürüstçe, biz bize. Ünlü ve yetenekli bir Yunan yönetmenin çektiği Atatürk filminden beklentiniz ne olurdu? Evet, evet, alın size hayli tarafgir, oldukça klişe ve harbiden yüzeysel bir senaryo dediniz sanki. Hah! Bir İngiliz yönetmenin, ezeli düşman belledikleri ülkenin, yani ...

Ustaların acemilik hakkı!

Hemen her sinemasever, usta yönetmen David Fincher’ın filmlerine bağlılık gösterir, gönüllerinde ayrı bir yer verir, kimini tekrar tekrar izler, çoğu sahnesini de neredeyse ezbere bilir. İşte “Dövüş Kulübü” (Fight Club), “Yedi” (Seven), “Oyun” (The Game), “Zodiac”, “Kayıp Kız” (Gone Girl). Ve hatta “Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi” ile “Ejderha D ...

Acılardan artakalan…

Katledildiğinde 41 yaşında olan Sabahattin Ali’yi, henüz 19 yaşındayken “Elbette ihtiyarlayıp / toprağa döneceğiz / biz bir günde parlayıp / bir günde söneceğiz” dizelerini yazdıran neydi, inanın bilmiyorum. Yaman bir kalp kırıklığıdır memleketimiz adına, yaşadığı hazin ve kahredici son. Büyük Japon animasyon ustası Hayao Miyazaki’nin, ekibiyle tam ...

İyiyse uzun da olabilir!

Yaşayan en etkin ve yetkin sinemacılardan biri olan Martin Scorsese’nin son filmi “Dolunay Katilleri” (Killers of the Flower Moon), istemeden hem zengin hem de hedef olan bir Kızılderili kabilesine odaklanarak ve öyküsüne aile, din, itimat, aşk, hırs, şüphe, mülkiyet ve daha birçok şeyi katarak, vahşi kapitalizmin suç profilini çizmeyi deniyor, Ame ...

Artık bilmeyen insan yok!

“Do Not Disturb” (işte otel odalarının dış kapısına asılan, genellikle başına ‘please’ (lütfen) de eklenen, çoğu kırmızı renkli rahatsız etmeyin yazılı kart) adlı filmi, çokça sevilmek ve bir parça önemsenmek isteyen iyi kalpli yalnız bir adamın trajikomik öyküsü olarak okudum. Kuşkusuz filmin seveninden daha çok sevmeyeni olacaktır, çünkü Cem Yılm ...

Bir yıl, iki mevsim

“Kuru Otlar Üstüne” filmi, “Dünyada güzel olan her şey, daha insana ulaşamadan kendisinin ördüğü ağlara takılıp kalıyor” diyor ve ardından devam ediyor; “Buraya ilk geldiğimden beri aklımda sadece gitmek var.” Evet, yine ve yeniden taşra menzilli bir sıkışıp kalma öyküsüne katılıyoruz, kuşkusuz olmuş ve iyi kotarılmış. Issızlığın, hiçliğin ve çares ...

“Yol”, “Umut”, “Sürü”, bir de “Duvar”!

Memleket sinemasına dair politik ve derdi olan filmlerinin öncüsü olan Yılmaz Güney, her doğum veya ölüm gününde, doğru ya da yanlış topyekûn bir bombardımana tutuluyor, istisnalar hariç. Elbette kimse eleştirilemez değil, ancak artık yaşamayan bir insanın ardından kopartılan suni fırtına, özel hayatın kodlarına aşırı tutunarak, asıl gayeyi ıskalat ...

Babalar, tutkular, evlatlar

Öyle diziler var ki, hiç bitmesin istiyor insan, şaka filan da değil ha, kimi seriler, harbiden sinema sevdamızla yarışır. Disney + platformu, malumunuz halkımızın tepkisini ziyadesiyle çekti, hatta birine kulak misafiri oldum, çocukluk arkadaşım Miki Fare’nin hatırı olmasa, sıkı söverdim diyordu. Kemer sıkma kararı aldık diyen platformun, Güney Ko ...

“Gamsız hayat, herkesi başka yorar”

Teknolojinin tam gaz gelişimi, içeriklere ulaşımın hayli meşakkatsiz hali, dijital dünyanın film üretimini haliyle kolaylaştırması, sinemaseverleri sahiden hoşnut etti mi? Bundan emin değilim! Bunca bolluk ve bereket içerisinde, mest olacak bir yapıta denk gelmek, pek de mümkün görünmüyor. Vizyon filmlerine bakıyorum, ilgimi çeken yok, internette v ...

“Büyümez ölü çocuklar!”

Melih Cevdet Anday, ‘Hiroşima’ şiirinde şöyle der; “Büyükbabam, babam, ben / Küçük oğlan, kız, damat… / Gelişimiz teker tekerdi / Gidişimiz cümbür cemaat.” Evet, sadece kundaktaki bebekten, hayatının son demindeki ihtiyarlara dek yaşayan tüm kuşakları değil, henüz doğmamış olan nesilleri de hedef alan bir büyük kitlesel imha silahına, yani malum at ...

Sinemayı kurtaran adam!

Dev bütçeli ve reklam delisi devam filmleri ile büyük paralar yatırılan bol kepçe efekt destekli yapımlar, her zaman gişede uçacak, yatırımcısını yeniden suyunun suyu projeler için koşturacak değildir, iyi ki de öyledir. Sonsuz döngü sinemasının ne sektörün gelişimine ne de seyircinin beklentisine pek bir faydası yok. Bakın kaç haftadır her yerde b ...

Kamçı son kez şakladığında

Pek meşhur Kamçılı Adam serisinin son filmini yazmaya karar vermişken, aynı hafta vizyon diyen ve yine düşmanını lanet Nazi’ler olarak sabitleyen Sisu adlı filmi de boş geçmeyelim istedim. Hani bizim Cüneyt Arkın’ın Kara Murat, Kartal Tibet’in de Tarkan filmleriyle şekillenen tarihi fantezilerimiz, yok artık dedirtir hepimize, ancak Finlandiya yapı ...

Hayat dağınıktır çoğu zaman

“Güzel Bir Sabah” (Un beau matin), kentlere gönüllü sıkışan ve modern hayatın azimli tutsağına dönüşen zavallı bizlere, sonumuzun ne olacağını, bu işin nereye varacağını sakince anlatmayı deneyen bir film. Günlük trajedilerimizin sıradanlığında, sessiz yıkımların varlığında buluyor kendini yapıt, yaralara merhem olmak gibi derdi yok. Çatışma yaratm ...

Baskıdan kaçış yok, mahşerde bile!

Filmler ve televizyon serileri, hayli zamandır benzer estetikle çekilir oldular. Hani neredeyse her bölüm başı, hali vakti yerinde uzun metraj kurmaca bir yapıt kadar, para ve emek dökülüyor dizilere. İşte tam da bu sebeple, arada sırada dizileri de kurcalamak isterim, izninizle. Dijital platformların, klasik anlayışı bile isteye yıkma gayretine gi ...

Böyle gelmiş, böyle gitmesin

Sinemada, elbette havadan sudan işlere de ihtiyaç var. Eğlenmek, ürkmek, üzülmek, gülmek, gerilmek, iyi hissetmek ve dahası, şüphesiz modern toplumun, tüketim talebidir. Ancak kalıcı ve asıl olan, mağdur edilenlerle empati kuran, meselesi bulunan ve içinde kocaman dertler taşıyan filmlerdir, kanımca. Evet, mevzusu olan yapıtlar, kendi adıma önceliğ ...

Seri katil, sosyal tarih!

Tam tekmil devletten onaylı kadın düşmanlığı ve cehaletin korkunç sıradanlığı diyebileceğim “Kutsal Örümcek” (Holy Spider) filmini nihayet seyredebildim. Nitelikli ve incelikli İran sineması, gerçek acılardan damıtılmış bu polisiye gerilim öyküsüyle, sert ve lanet bir film yaratabilmiş, seyircisini sarsmayı görev sayarak. Hele ki final, fanatikliği ...

İlle de menfaat günümüz mottosudur

İlk gösterimi 42. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşen ulusal yarışma filmi “Boğa Boğa”, toplamda sıfır ödülle ayrıldı, rakipleri başyapıt değildi oysa. Boğa Boğa, festivalin hemen ardından dijital platformun (Netflix), bayram hediyesi olarak yayınlandı, zaten sinemada eli yüzü düzgün film peşine düşmek, artık neredeyse imkânsız. Beyazperde resm ...

Aile, bir ülkenin özetidir

İran sineması, yaşamla mistisizmi harmanlayan ve incelikli bir dili sürekli geliştiren bir yol izliyor, senelerdir. Zorda, darda ve acılarda yaşıyor bir halk, İran’ın en önemli kadın başrollerinden Taraneh Alidoosti de daha birkaç ay önce, kadınların 44 yıllık meşru isyanına verdiği destek yüzünden cezaevinde yattı ve kefaletle çıkabildi. Leyla’nın ...

Kimse savaştan sağ çıkamaz!

Sınırın ötesindeki İlk Körfez Savaşı (1990-1991) sırasında okumuştum “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (Im Westen nichts Neues) adlı barış yanlısı ölümsüz romanı, savaşın nasıl bir yara, nasıl bir bela olduğunu iliklerime denk hissettiğimi dün gibi hatırlarım hala. Kabul buyurun, çoksatar kitapların (bugüne dek 50 dile çevrildi, 20 milyon sattı) g ...

Zihin kontrol eden rakunların zaferi!

“Her Şey Her Yerde Aynı Anda” (Everything Everywhere All At Once), 95. kez yapılan Akademi Ödülleri’nde kazanan film oldu ve yedi Oscar heykelciğini ellerinde buldu. Aslında milenyumdan beri, destansı sinema çağının ışığının giderek söndüğünü biliyor, görüyoruz. Siyasi hesapların, estetik kaygılara, sanatın varlığına, ortak duygulara üstün geldiği ...

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler”

Tam “Balina” (The Whale) adlı filmi yazmak isterken, hepimizi derinden sarsan, canımızı yakan, yaralayan ve haklı bir endişeye savuran büyük bir depreme yakalandık. Elbette, yine ve yeniden gündelik yaşamımıza, rutinlerimize ve hayata tutunma çabamıza döneceğiz, dönmek de zorundayız. Ancak bu kez panik hali, benzer bir trajedi ve travmayla yüzleşme ...

Zaman değişti, acı asla değişmedi!

17 Ağustos 1999 depremi sonrasında, onca insanın can verdiği Avcılar’a ulaşmam bir saatimi almıştı. Her yer zifiri karanlıktı, çakarları ve sirenleriyle tam gaz ilerleyen ambulanslar ve itfaiye araçları dışında yollar bomboştu. Gün henüz aydınlanmamıştı, sadece telsizler çalışıyordu, iletişim hem zordu hem de sorunluydu. İlk etapta yıkımın boyutunu ...

Yitirilen dostluğun absürt öyküsü

The Banshees of Inisherin, komediyi trajediyle harmanlayan, mizahla hüznü birlikte dokuyan kalburüstü ve eksantrik bir film. Orantısız tepkiler, meçhul insan doğası, gitmek-kalmak ikilemi, reddedilme sancısı, tolere etmek, kontrol bende diyebilmek, yaşama tutunmaya sebep aramak. Zaten kaygılarla, memnuniyetsizliklerle geçiyor hayat dediğin, kantar ...

Taht ile baht arasında

Döneminde en az Prenses Diana kadar meşhur ve halkının biricik sevgilisi olan Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in, kendisini salt süs olan gören, şovenist bir yurda, krala ve saraya, küçük isyanlarını ve kararlı karşı çıkışlarını anlatıyor “Korsaj” (Corsage) filmi, kısaca. Biyografiyi kendince bükerek konumlandıran filmi, dört ay önce 29. Uluslar ...

Melankoli, sinemanın sihridir!

Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nın tam karşısında, eski karakolun (şimdilerde çocuk büro amirliği) yanı başında, hayli zaman önce yıpranmış tahta sandalyeleriyle güzelim bir yazlık sinema vardı. Pek meşhur Yıldız Savaşları’nı orada izledim, yeniyetme aklımla boşanma temalı filmde maile ne aradığımızı çözmeye çabaladığım Kramer Kramer’e Karşı’yı da. Kadıköy ...

ARŞİV