Tam “Balina” (The Whale) adlı filmi yazmak isterken, hepimizi derinden sarsan, canımızı yakan, yaralayan ve haklı bir endişeye savuran büyük bir depreme yakalandık. Elbette, yine ve yeniden gündelik yaşamımıza, rutinlerimize ve hayata tutunma çabamıza döneceğiz, dönmek de zorundayız. Ancak bu kez panik hali, benzer bir trajedi ve travmayla yüzleşme ihtimalimizin yüksekliği yüzünden yatışmaya pek meyilli de değil! Deprem zaten biricik gerçeğimiz, kısa ve öz, tartışmak bile yersiz. Bizler umarım yapıların güvenliğine dair korkumuzu, çabucak aşmasını biliriz.
Gelelim halen gösterimde olan Balina’ya. Yönetmen Darren Aronofsky, 25 yıl önce çektiği Pi isimli ilk uzun metraj kurmaca filminden beri, sinema yolculuğuna eşlik etmeyi sevdiğimiz bir usta. Bir Rüya İçin Ağıt, Siyah Kuğu, Şampiyon, Kaynak, Anne, Nuh: Büyük Tufan. Beğendiklerimiz kadar, ne gereği vardı dediklerimiz de oldu, doğruya doğru. Aşırılığı benimsemesi, takıntıdan vazgeçmemesi, duyguyu kanırtması, mantığı bozma çabası, bu zeki, farklı ve özgün sinemacıyı takipten vazgeçmememizi sağladı belki de. Son işi Balina, onun en kolay okunabilir yapıtı olabilir, orijinalinin tiyatro eseri (Balina, oyun yazarı Samuel D. Hunter tarafından 2012’de yazıldı) olması sebebiyle. Yine de sinema için riske dönüşme olasılığı bulunan tiyatral tuzaklardan kaçınmaması, genel izleyiciyi memnun etmiş görünüyor.
Devasa kütlesini, anca yürüteç yardımıyla kımıldatabilen bir öğretmen, öğrencilerine çevrimiçi İngilizce dersi verirken, kendini gizlemesi, kabul buyurun gayet anlaşılabilir bir şeydir. Dış dünyanın ‘iğrenç’ bulduğu obeziteden mustarip bedenini sakınan, şefkatli, kibar, nazik ve duygusal bir adamdır Charlie, ömrünün terminal döneminde (son günleri işte) çözmesi gereken kemikleşmiş sorunları vardır. Eşine, bir erkeğe duyduğu aşkı açıklayan ve çok sevdiği kızını dahi arkasında bırakan adamın, bariz suçluluk duygusunu hafifletecek biricik durum, şu lanet hayatta tek bir şeyi doğru yaptığını bilmek olacaktır.
Yaşamındaki yegâne yüz yüze teması, yıllar önce ölen sevgilisi Alan’ın hemşire kız kardeşi dürüst ve sevecen Liz’dir. Onun yoğun gayreti, sağlık masraflarını bahane eden Charlie’den seker, her seferinde. Liz’in de kafası karışıktır hem onu kurtarmak ister hem de kalori deposu sağlıksız ve yağlı yiyecekleri ona taşır. Burada duralım, yönetmenin seçimiyle, yeme bozukluğuyla gelişen bu hastalık (aşırı şişmanlık), çetrefilli bir sağlık endişesinden ziyade, bir tür kişisel sorumluluk mevzusudur demeye getiriliyor. Bu değişik bakış açısı, bazılarının hoşuna gitmeyebilir, Aronofsky’nin arzusu da tam olarak bu zaten, bir karşı çıkma ve bir de çatışma.
Kapanmayan yaralar, usumuza üşüşen zahmetli hatıralar olur en nihayetinde. Evine çağırdığı dargın kızı Ellie, yıllar sonra, ooo selam babalık demeyecektir, o doğal olarak merakla taçlanan öfkesi, ardına sığındığı alaycılığı ve ergen hırçınlığıyla gelir. Ellie’nin vicdanında yer eden tanımsız kırgınlığı tedavi edebilmek, hayatın her alanında dürüst olmaktan mı geçecek? Tam bu noktada spoilerdan kaçınmak gerekecek.
Ve ayrılığın alkoliğe çevirdiği eski eş Mary ile genç misyoner Tomas da örgüye katılacak, kapalı alan korkusunun sindiği, yalnızlığın hüküm sürdüğü ev, bir anda tenhalığından arınacak. En meşhur ve edebi balina Moby Dick (dev bir albino ispermeçet) ile 272 küsur kiloluk adamın hantal özdeşliği, filmin neredeyse tek odalı seyrine, metafor da yükleyecek, ister istemez.
Yükselen genç yıldız Sadie Sink, usta aktris Samantha Morton, ağır ağır gelen genç aktör Ty Simpkins üçü de tertemiz oynuyor, ancak Liz rolündeki Hong Chau, başroldeki Brandan Fraser dışında filme dair en iyi şey olabilir, öylesi bir etkileyicilik. Ve Brendan, Balina’daki müthiş performansı, şu ana dek ona 24 ödül kazandırdı, kuşkusuz Oscar’a da en yakın isim. Çekim öncesi hazırlığı, obez protezi, kostüm ve makyaj, neredeyse dört saat sürüyordu. Brendan, tuvalete gitmek isterse, en az 45 dakika öncesinde haber vermesi gerekiyordu. 20 yaşındaki en büyük oğlunun obezite ile mücadele ettiğini söyleyen Brendan Fraser, onun teşviki ve önerileriyle bu zorlu karakteri, hiç düşünmeden sırtladım diyordu. Çünkü bu onun resmen ikinci şansıydı.
Evet, 1990’larda fırtına gibi esen, Orman Kaçkını, Mumya ve diğer kalburüstü yapımlarda başrol seçilen Brendan, bir yapımcının tacizine uğradığını açıklayınca, bir anda Hollywood’dan aforoz edildi. Sinemaseverlerin çok sevdiği, tanıyan herkesin, o çok iyi bir insan dediği Brendan, senelerce süren araftan nihayet dönebildi. Onu yalnız bırakan ünlüler utanır mı, bilemem. Ancak Hollywood, haksız olduğunu biliyor ve günah çıkartarak kurtulmak için resmen didiniyor. O, 55 yaşından sonra tekrar uçacak, besbelli. Peki, onca kayıp yıl ne olacak, harbiden yazık değil mi?
“Suna”, yalnız başına mücadele etmekten hayli yorulan, fukaralıktan evlenmek zorunda kalan ve sevmediği yaşça büyük bir adama resmen katlanan elli yaşlarındaki bir kadının öyküsünü resmediyor, toplumun cinsiyet, yaş ve maddi durum ezberini odağına alarak, bunu kendince bozmaya çabalayarak. Travma ve öz yıkım filmleri her zaman zorludur, çünkü insan ...
Bir devam filminde, iki yapım arasında 36 yıllık dev ve derin bir boşluk varsa, kabul buyurun bu pek makbul değildir ve üretici açısından da hayli riskli bir durumdur. Çünkü geçen yıllar birçok şeyi değiştirmiş, dönüştürmüş, bambaşka bir hale büründürmüştür. Algılayış, kavrayış gibi büyük laflar etmeyeceğim, lakin izleyicinin sevme, beğenme, etkile ...
Bazı filmler vardır, beklenmedik güzel bir hediye gibidir. İnsanı resmen terse yatırır, şaşırtır da şaşırtır. İşte “Sevgilim Kaç” (Strange Darling), tam olarak böyle bir film, zamanla kendinden daha çok söz ettirecek, hatta kült film muamelesi bile görecek, besbelli! Zaman dilimlerinin yerlerini sürekli değiştirerek ve epizodik bir anlatım dilini s ...
Katmanlı, derinlikli, incelikli ve sersemletici senaryonun, milenyumdan beri tek tük örnekler dışında, beyazperdeyle buluşmaya tereddüt ettiğini düşünüyorum, hala. Metin hayli basitleşti, çokça benzeşti, çarpıcılık ve akılda kalıcılık ise pek aranmaz oldu. Yapay zekanın, yakın gelecekte sinema sektörünü dizayn etmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Yok, ...
“New York’ta Bir Gece” (Daddio), kısa süreli bir taksi yolculuğunu konu alan, şoför ve yolcu dışında seyirciyi de arabaya konuk etmeye çabalayan, gece manzarasının eşlik ettiği bir tek mekân filmi. Sadece iki kişinin oynadığı, bol diyalog içeren, aksiyondan ve çatışmadan muaf bir filmi sinemada seyretmek, kabul buyurun herkesin harcı değil! Genel i ...
Biyografi filmleri iyi kotarılırsa şayet, rakiplerine hiç şans tanımaz. Ödüllere boğulmak varsa hedefinde, tam isabet kaydetmeyi başarır, ekseriyetle. Yani bize bildik bir öyküyü, dramatik bir gerilimden yoksun dahi olsa yutturmayı becerir, pek kolay. Şu an iki ayrı dijital platformda, açık denizde uzun mesafe yüzücüsü iki kadına dair iki film var. ...
Ünlü Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, resmen evin sevilen şımarık çocuğu gibi takılıyor, ne yaparsa yanına kar kalacak, hep hoşgörüyle karşılanacak ve sırtı sürekli sıvazlanacak, hani neredeyse. Ancak son filmi “Merhamet Hikayeleri” (Kinds of Kindness) ile, benimsediklerine katlanma, görmezden gelme ve göz yumma konusunda hayli toleranslı olan ...
İranlı yönetmen-senarist Noora Niasari, ilk uzun metraj filmi “Şeyda” (Shayda) ile, çocukluğunda yaşadığı sarsıcı ve kalıcı deneyimi, direngen annesine (ve elbette İran'ın cesur kadınlarına da) övgü olarak günümüze taşıyor. Şeyda, tastamam kadına yönelik şiddete dair bir film, bu evrensel bir suç olsa da ataerkil kodların ve toplumsal baskının bari ...
“Şeytanla Bir Gece” (Late Night With the Devil), korku janrının tüm klişelerini kullansa da sinemada örneği tek tük bulunan ve medya eleştirisini de odağına oturtan sıra dışı bir film. Pek ünlü yazar Mark Twain; “Sessiz kalıp dünyanın aptal olduğunuzu düşünmesine izin vermek, ağzınızı açıp tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktan daha iyidir” dese de rey ...
Neredeyse tüm insanlık, dünyanın yapay zekâ çağına girişini ve robotların şaşkınlık veren gelişimini konuşurken, artık primatları geleceğin hükümranları olarak betimleyen kadim Maymunlar Cehennemi serisine burun kıvrılması haliyle muhtemel. Çünkü teknolojik ilerlemenin inanılmaz hızı, şu an için insanın en büyük endişesidir, ooo maymunlara gelene k ...
“Hit Man”, çok iyi kotarılmış bir suç komedisi, üstelik tam tekmil romantizm katkılı bir kara film bu. Felsefeyle eğlencenin, psikolojiyle sevginin kesişim kümesinde, bir insanın kendini bulmasının, kimlik-benlik aramasının kaotik öyküsü anlatılıyor. Film hem akıllıca işler yapıyor hem de yağ gibi akıyor. 43. İstanbul Film Festivali seçkis ...
“Mükemmel Günler” (Perfect Days), resmen basitin ve sıradanlığın dokunaklı güzelliğine meylediyor ve asla boş vermeyen, hayatını seçimleri ve isteğiyle belirleyen düzgün bir adamın şaşırtıcı öyküsünü merkezine alıyor. Bu ayrıksı portre, yalnızlığına rağmen, sektirmediği rutinleri, kendine yakıştırdığı ritüelleri ve elbette iyi müzik ile mutluluğu y ...
“İlgi Alanı” (The Zone of Interest), insanın vicdanını susturduğunda ve umursamamanın Nirvana’sına ulaştığında, cehennemin dibinde, kendine ve ailesine cennet bahçesi kurabilecek kadar alçalabileceğini anlatıyor, tamı tamına. Geri planda soykırım, ön tarafta pastoral bir saadet tablosu… İnsanın korkunç potansiyeline dair. Kan, şiddet ve hatta harek ...
Hayat dersleri mevzusunda sinema yapma gayreti, çoğu zaman klişeye yaslanmakla eşdeğer olabilir. Basmakalıp görünmekten kurtulmak pek kolay olmasa da yetenekli ve deneyimli bir sinemacı, bazen bunu ziyadesiyle başarıp sımsıcak bir film yaratabiliyor. Örnek mi göstereyim? Alexander Payne’ın yönettiği “Geride Kalanlar” (The Holdovers) derim, tereddüt ...
Bilimkurgu, tıpkı fantastik gibi sinema sanatının görsel ve işitsel doruğudur, hiç kuşkusuz. Kült ve klasik olmak isteyen her yapıt, illa hayal gücüyle yarışmalı, rüyaları gerçek kılmalı, sınırlarını zorlamalıdır. Beyazperdede düşsel bir evren yaratabilmek, ancak destansı ve büyülü filmlerle mümkün olabilir. İşte “Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki”, bun ...
“Sararmış Yapraklar” (Kuolleet lehdet), tebessüm etmeyi unutan yoksun ve yoksul işçi sınıfına dair, kendi halinde dramatik, komik ve romantik bir film. Karakterleri donuk, süresi makul, yaşama sevinci gizli, yalnızlık baskın, hayal kırıklıkları bariz, zamansızlık hissi hâkim. Bu yapıt herkese göre değil, zaten çoğunluk beni sevsin, her yerde güzelc ...
“Zavallılar” (Poor Things) adlı güzelim film için, zırdeli ve alengirli bir Barbie, hatta histeri zirvesi veya tuhaflıklar silsilesi diyebiliriz, hani hiç kasmadan, orta yolu arayıp bulmaya çalışmadan. Zaten aşırı dozda gariplikler ve türlü türlü haller, görsel ve işitsel sihir peşinde koşan kalburüstü yönetmen Yorgos Lanthimos’un alameti farikası ...
Anadolu rock akımının kurucu babalarından Cem Karaca’nın, hayli zorlu ve dopdolu hayatından kesitler sunan “Cem Karaca’nın Gözyaşları” adlı film, nihayet bugün vizyona girdi. Doğuyla batıyı kaynaştırıp, rock ile türküyü harmanlayarak çıkılan yolda, artık o büyük dalganın sahipleri teker teker veda etti, pek azı kaldı hayatta. Peki, dalgalar dağıldı ...
“Kar Kardeşliği” (La sociedad de la nieve), 52 yıl önce yaşanmış trajik bir uçak kazası üzerinden, dostluğu, ümidi, beraberliği, fedakarlığı anlatmaya çabalıyor, amansız doğaya, vahşi koşullara, onca çaresizliğe, mutsuzluğa, umutsuzluğa rağmen. İlginçtir, insana dair bu en bildik hayata tutunma öyküsü, yıllar yılı salt yamyamlık hikayesi olarak neş ...
Yılın en çok konuşulan yapımlarından biri olan “Başka Bir Hayatta” (Past Lives) hakkında, olur ya kısa ve öz bir tarif isteseler, bildik bir eski şarkıdan alır ve “Söyledim aşkımızı Ankara rüzgarına / Olmadı kaldı benim her hevesim yarına…” derdim, tereddütsüz. Film, derdini sade ve gösterişsiz bir şekilde dillendiren yapıtları sevenleri bir şekild ...
Hiç eğip bükmeden, sapmadan, yormadan dümdüz konuşalım, içten, samimi ve dürüstçe, biz bize. Ünlü ve yetenekli bir Yunan yönetmenin çektiği Atatürk filminden beklentiniz ne olurdu? Evet, evet, alın size hayli tarafgir, oldukça klişe ve harbiden yüzeysel bir senaryo dediniz sanki. Hah! Bir İngiliz yönetmenin, ezeli düşman belledikleri ülkenin, yani ...
Hemen her sinemasever, usta yönetmen David Fincher’ın filmlerine bağlılık gösterir, gönüllerinde ayrı bir yer verir, kimini tekrar tekrar izler, çoğu sahnesini de neredeyse ezbere bilir. İşte “Dövüş Kulübü” (Fight Club), “Yedi” (Seven), “Oyun” (The Game), “Zodiac”, “Kayıp Kız” (Gone Girl). Ve hatta “Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi” ile “Ejderha D ...
Katledildiğinde 41 yaşında olan Sabahattin Ali’yi, henüz 19 yaşındayken “Elbette ihtiyarlayıp / toprağa döneceğiz / biz bir günde parlayıp / bir günde söneceğiz” dizelerini yazdıran neydi, inanın bilmiyorum. Yaman bir kalp kırıklığıdır memleketimiz adına, yaşadığı hazin ve kahredici son. Büyük Japon animasyon ustası Hayao Miyazaki’nin, ekibiyle tam ...
Yaşayan en etkin ve yetkin sinemacılardan biri olan Martin Scorsese’nin son filmi “Dolunay Katilleri” (Killers of the Flower Moon), istemeden hem zengin hem de hedef olan bir Kızılderili kabilesine odaklanarak ve öyküsüne aile, din, itimat, aşk, hırs, şüphe, mülkiyet ve daha birçok şeyi katarak, vahşi kapitalizmin suç profilini çizmeyi deniyor, Ame ...
“Do Not Disturb” (işte otel odalarının dış kapısına asılan, genellikle başına ‘please’ (lütfen) de eklenen, çoğu kırmızı renkli rahatsız etmeyin yazılı kart) adlı filmi, çokça sevilmek ve bir parça önemsenmek isteyen iyi kalpli yalnız bir adamın trajikomik öyküsü olarak okudum. Kuşkusuz filmin seveninden daha çok sevmeyeni olacaktır, çünkü Cem Yılm ...
“Kuru Otlar Üstüne” filmi, “Dünyada güzel olan her şey, daha insana ulaşamadan kendisinin ördüğü ağlara takılıp kalıyor” diyor ve ardından devam ediyor; “Buraya ilk geldiğimden beri aklımda sadece gitmek var.” Evet, yine ve yeniden taşra menzilli bir sıkışıp kalma öyküsüne katılıyoruz, kuşkusuz olmuş ve iyi kotarılmış. Issızlığın, hiçliğin ve çares ...
Memleket sinemasına dair politik ve derdi olan filmlerinin öncüsü olan Yılmaz Güney, her doğum veya ölüm gününde, doğru ya da yanlış topyekûn bir bombardımana tutuluyor, istisnalar hariç. Elbette kimse eleştirilemez değil, ancak artık yaşamayan bir insanın ardından kopartılan suni fırtına, özel hayatın kodlarına aşırı tutunarak, asıl gayeyi ıskalat ...
Öyle diziler var ki, hiç bitmesin istiyor insan, şaka filan da değil ha, kimi seriler, harbiden sinema sevdamızla yarışır. Disney + platformu, malumunuz halkımızın tepkisini ziyadesiyle çekti, hatta birine kulak misafiri oldum, çocukluk arkadaşım Miki Fare’nin hatırı olmasa, sıkı söverdim diyordu. Kemer sıkma kararı aldık diyen platformun, Güney Ko ...
Teknolojinin tam gaz gelişimi, içeriklere ulaşımın hayli meşakkatsiz hali, dijital dünyanın film üretimini haliyle kolaylaştırması, sinemaseverleri sahiden hoşnut etti mi? Bundan emin değilim! Bunca bolluk ve bereket içerisinde, mest olacak bir yapıta denk gelmek, pek de mümkün görünmüyor. Vizyon filmlerine bakıyorum, ilgimi çeken yok, internette v ...
Melih Cevdet Anday, ‘Hiroşima’ şiirinde şöyle der; “Büyükbabam, babam, ben / Küçük oğlan, kız, damat… / Gelişimiz teker tekerdi / Gidişimiz cümbür cemaat.” Evet, sadece kundaktaki bebekten, hayatının son demindeki ihtiyarlara dek yaşayan tüm kuşakları değil, henüz doğmamış olan nesilleri de hedef alan bir büyük kitlesel imha silahına, yani malum at ...
Dev bütçeli ve reklam delisi devam filmleri ile büyük paralar yatırılan bol kepçe efekt destekli yapımlar, her zaman gişede uçacak, yatırımcısını yeniden suyunun suyu projeler için koşturacak değildir, iyi ki de öyledir. Sonsuz döngü sinemasının ne sektörün gelişimine ne de seyircinin beklentisine pek bir faydası yok. Bakın kaç haftadır her yerde b ...
Pek meşhur Kamçılı Adam serisinin son filmini yazmaya karar vermişken, aynı hafta vizyon diyen ve yine düşmanını lanet Nazi’ler olarak sabitleyen Sisu adlı filmi de boş geçmeyelim istedim. Hani bizim Cüneyt Arkın’ın Kara Murat, Kartal Tibet’in de Tarkan filmleriyle şekillenen tarihi fantezilerimiz, yok artık dedirtir hepimize, ancak Finlandiya yapı ...
“Güzel Bir Sabah” (Un beau matin), kentlere gönüllü sıkışan ve modern hayatın azimli tutsağına dönüşen zavallı bizlere, sonumuzun ne olacağını, bu işin nereye varacağını sakince anlatmayı deneyen bir film. Günlük trajedilerimizin sıradanlığında, sessiz yıkımların varlığında buluyor kendini yapıt, yaralara merhem olmak gibi derdi yok. Çatışma yaratm ...
Filmler ve televizyon serileri, hayli zamandır benzer estetikle çekilir oldular. Hani neredeyse her bölüm başı, hali vakti yerinde uzun metraj kurmaca bir yapıt kadar, para ve emek dökülüyor dizilere. İşte tam da bu sebeple, arada sırada dizileri de kurcalamak isterim, izninizle. Dijital platformların, klasik anlayışı bile isteye yıkma gayretine gi ...
Sinemada, elbette havadan sudan işlere de ihtiyaç var. Eğlenmek, ürkmek, üzülmek, gülmek, gerilmek, iyi hissetmek ve dahası, şüphesiz modern toplumun, tüketim talebidir. Ancak kalıcı ve asıl olan, mağdur edilenlerle empati kuran, meselesi bulunan ve içinde kocaman dertler taşıyan filmlerdir, kanımca. Evet, mevzusu olan yapıtlar, kendi adıma önceliğ ...
Tam tekmil devletten onaylı kadın düşmanlığı ve cehaletin korkunç sıradanlığı diyebileceğim “Kutsal Örümcek” (Holy Spider) filmini nihayet seyredebildim. Nitelikli ve incelikli İran sineması, gerçek acılardan damıtılmış bu polisiye gerilim öyküsüyle, sert ve lanet bir film yaratabilmiş, seyircisini sarsmayı görev sayarak. Hele ki final, fanatikliği ...
İlk gösterimi 42. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşen ulusal yarışma filmi “Boğa Boğa”, toplamda sıfır ödülle ayrıldı, rakipleri başyapıt değildi oysa. Boğa Boğa, festivalin hemen ardından dijital platformun (Netflix), bayram hediyesi olarak yayınlandı, zaten sinemada eli yüzü düzgün film peşine düşmek, artık neredeyse imkânsız. Beyazperde resm ...
İran sineması, yaşamla mistisizmi harmanlayan ve incelikli bir dili sürekli geliştiren bir yol izliyor, senelerdir. Zorda, darda ve acılarda yaşıyor bir halk, İran’ın en önemli kadın başrollerinden Taraneh Alidoosti de daha birkaç ay önce, kadınların 44 yıllık meşru isyanına verdiği destek yüzünden cezaevinde yattı ve kefaletle çıkabildi. Leyla’nın ...
Sınırın ötesindeki İlk Körfez Savaşı (1990-1991) sırasında okumuştum “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (Im Westen nichts Neues) adlı barış yanlısı ölümsüz romanı, savaşın nasıl bir yara, nasıl bir bela olduğunu iliklerime denk hissettiğimi dün gibi hatırlarım hala. Kabul buyurun, çoksatar kitapların (bugüne dek 50 dile çevrildi, 20 milyon sattı) g ...
“Her Şey Her Yerde Aynı Anda” (Everything Everywhere All At Once), 95. kez yapılan Akademi Ödülleri’nde kazanan film oldu ve yedi Oscar heykelciğini ellerinde buldu. Aslında milenyumdan beri, destansı sinema çağının ışığının giderek söndüğünü biliyor, görüyoruz. Siyasi hesapların, estetik kaygılara, sanatın varlığına, ortak duygulara üstün geldiği ...
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında, onca insanın can verdiği Avcılar’a ulaşmam bir saatimi almıştı. Her yer zifiri karanlıktı, çakarları ve sirenleriyle tam gaz ilerleyen ambulanslar ve itfaiye araçları dışında yollar bomboştu. Gün henüz aydınlanmamıştı, sadece telsizler çalışıyordu, iletişim hem zordu hem de sorunluydu. İlk etapta yıkımın boyutunu ...
The Banshees of Inisherin, komediyi trajediyle harmanlayan, mizahla hüznü birlikte dokuyan kalburüstü ve eksantrik bir film. Orantısız tepkiler, meçhul insan doğası, gitmek-kalmak ikilemi, reddedilme sancısı, tolere etmek, kontrol bende diyebilmek, yaşama tutunmaya sebep aramak. Zaten kaygılarla, memnuniyetsizliklerle geçiyor hayat dediğin, kantar ...
Döneminde en az Prenses Diana kadar meşhur ve halkının biricik sevgilisi olan Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in, kendisini salt süs olan gören, şovenist bir yurda, krala ve saraya, küçük isyanlarını ve kararlı karşı çıkışlarını anlatıyor “Korsaj” (Corsage) filmi, kısaca. Biyografiyi kendince bükerek konumlandıran filmi, dört ay önce 29. Uluslar ...
Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nın tam karşısında, eski karakolun (şimdilerde çocuk büro amirliği) yanı başında, hayli zaman önce yıpranmış tahta sandalyeleriyle güzelim bir yazlık sinema vardı. Pek meşhur Yıldız Savaşları’nı orada izledim, yeniyetme aklımla boşanma temalı filmde maile ne aradığımızı çözmeye çabaladığım Kramer Kramer’e Karşı’yı da. Kadıköy ...