Charlotte Brontë: Jane Eyre

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Charlotte Brontë ile devam ediyor.

10 Mayıs 2024 - 08:49

Charlotte Brontë  (21 Nisan 1816-31 Mart 1855)

İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasına yerleşmiş eserleriyle tanınan 3 kardeşin (Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë) en büyüğü olan Charlotte Brontë 1816 yılında doğdu.  Gençlik yıllarında Brüksel’de mürebbiyelik ve İngilizce öğretmenliği yaptı. 

1846’da Currer Bell takma adıyla yazdığı şiirleri yayımlandı. Ertesi yıl üç kardeş birer roman yazmayı denedi. Charlotte Brontë 1847’de yayımlanan ilk romanı Jane Eyre ile tanındı. 1848’de kız kardeşi Emily ile ressamlığa niyetlenen erkek kardeşi Branwell’i yitirdi, bir yıl sonra da diğer kız kardeşi Anne öldü.

 Eserlerinde kadın erkek ilişkileri, evlilik ve dostluk hakkında düşüncelerini dokunaklı bir dille aktardı. Ün kazanan Jane Eyre kitabını 1849’da Shirley ve 1853’de Villette izledi. Yazdığı ilk roman olan Profesör ise yazarın ölümünden iki yıl sonra 1857 yılında eşinin onayı ile basıldı.

Charlotte Brontë’nin İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Jane Eyre romanından kısa bölümler aktarıyoruz.

JANE EYRE

O gün yürüyüş yapmak mümkün değildi. Aslında sabahleyin fidanlığın, yaprakları dökülmüş ağaçları arasında bir saat kadar dolaşmıştık ama öğle yemeğinden beri (misafiri yokken Bayan Reed öğle yemeğini erken yerdi) soğuk kış rüzgârı beraberinde öyle koyu bulutlar, öylesine iliklere işleyen bir yağmur getirmişti ki artık dışarıda dolaşmak söz konusu bile olmazdı.

Bundan çok memnundum. Uzun yürüyüşlerden hiç hoşlanmazdım; özellikle de buz gibi öğle sonralarında. Alacakaranlığın ayazında el ve ayak parmaklarım donmuş, mürebbiye Bessie'nin azarları yüzünden yüreğim daralmış, Eliza, John ve Georgiana Reed'e göre daha güçsüz olmaktan dolayı gururum kırılmış bir halde eve gelmek benim için berbat bir durumdu.

Söz konusu Eliza, John ve Georgiana şu an oturma odasında, şöminenin yanındaki bir kanepede uzanmış olan annelerinin etrafını kuşatmışlardı ve Bayan Reed, bir süredir kavga etmeden ve ağlamadan duran biricik çocuklarının yanında ol- maktan dolayı son derece mutlu görünüyordu. Bana gelince...

Beni uzak tutmaya mecbur olduğu için kendisinin de üzüldüğünü ama daha girişken ve çocuksu bir huy, daha sempatik ve neşeli bir tavır edinmek, vani daha yumuşak, daha içten, daha doğal bir tutum sergilemek için gerçekten emek harcadığımı Bessie'den duyana veya kendi gözlemleri sonucu bunu fark edene kadar beni, hayatlarından memnun ve mutlu çocuklara tanınan ayrıcalıklardan yoksun bırakmak zorunda olduğunu söyleyerek aralarına katılmama izin vermemişti.

 

“Bessie ne dedi? Ne yapmışım?” diye sordum.

“İtiraz eden ve çok soru soran insanlardan hiç hoşlanmam, Jane. Ayrıca bir çocuğun büyükleriyle böylesi hesap sorar tavırda konuşması çok ayıp. Hemen yerine otur ve düzgün konuşmayı öğrenene dek ağzını açma.”

(Syf 15-16)

 

Ayrıca başka nedenlerden ötürü mutsuzum... çok mutsuz."

“Nedir bu başka nedenler? Birkaçını söyleyebilir misin?”

 Bu soruyu dört dörtlük cevaplamayı ne kadar çok isterdim. Buna bir cevap vermek ne zordu. Çocuklar hissederler ama duygularını doğru yorumlayamaz, ne olduklarını kısmen bilseler de bunu kelimelerle dökmeyi beceremezler. Buna rağmen rahatsız edici kısa bir duraksamadan sonra açık açık konuşarak acımı hafifletmek için elime geçen tek fırsatı kaçırma korkusuyla yetersiz de olsa elimden geldiğince doğru bir cevap vermeye kararlıydım.

“Öncelikle ne annem var ne babam ne de kardeşim.”

“Çok iyi yürekli bir yengen ve kuzenlerin var.”

Bir an için yeniden duraksayıp beceriksizce konuşmaya devam ettim.

“Ama John Reed bana vurdu; yengem de kırmızı odaya kapattı.”

Bay Lloyd enfiye kutusunu ikinci kez çıkardı.

“Sence Gateshead Malikânesi çok güzel bir ev, değil mi?” diye sordu. “Böyle güzel bir yerde yaşadığına şükretmiyor musun?”

“Burası benim evim değil, efendim. Ayrıca Abbot burada olmaya bir hizmetkâr kadar bile hakkım olmadığını söylüyor.”

“Hadi oradan! Böylesi harika bir yeri bırakıp gitmek isteyecek kadar aptal olmazsın, değil mi?”

“Eğer gidecek bir yerim olsaydı seve seve giderdim ama yetişkin olana kadar Gateshead'den ayrılmam mümkün değil.”

“Belki de mümkündür... Kim bilir? Bayan Reed dışında başka akraban var mı?”

“Sanmıyorum, efendim.”

“Babanın hiç akrabası yok mu?”

“Bilmiyorum. Bayan Reed'e bir kez sormuştum; Eyre adını taşıyan yoksul ve görgüsüz akrabalarımın olabileceğini ama hiçbirini tanımadığını söylemişti.”

(…)

“Okula gitmek ister misin?”

 

Bir kez daha düşündüm. Okulun nasıl bir yer olduğunu pek bilmiyordum. Bessie, genç kızların ahşap kütüklerde oturdukları, dik durmaya alışmak için sırtlarına tahta bağladıkları, abartılı derecede kibar ve çok kültürlü olmalarının beklendiği bir yer olduğunu söylemişti. John Reed okuldan nefret ediyor, öğretmeni hakkında çok kötü şeyler söylüyordu. Ama John Reed'in düşüncesi benim için bir gösterge olamazdı. Bessie'nin okuldaki sıkı disiplin hakkında anlattığı şeyler (ki bunları Gateshead'e gelmeden önce çalıştığı ailenin kızlarından duymuştu) oldukça dehşet verici olsa da küçükhanımların kazandığını söylediği belli başlı beceriler bana oldukça cezbedici gelmişti. Onların yaptığı muhteşem manzara ve çiçek tablolarından, söyledikleri şarkılardan, çaldıkları melodilerden, tığla ördükleri çantalardan, çevirdikleri Fransızca kitaplardan öyle övgüyle söz etmişti ki dinlerken onlar gibi olmak için can atıyordum. Ayrıca okul köklü bir değişim olurdu; uzun bir yolculuk, Gateshead'den tamamen ayrılıp yeni bir hayata giriş demekti.

“Hem de çok isterim” diyerek düşüncelerimi kelimelere döktüm.

Bay Lloyd ayağa kalkarken, “Demek öyle… Neler olacağını kim bilir?” dedi.

(Syf 39-41)

19 Ocak sabahı Bessie elinde bir mumla küçük odama gelip beni ayakta ve yarı giyinik bulduğunda saat henüz beşti. O gelmeden yarım saat önce kalkmış, yüzümü yıkamış ve batmakta olan ayın yatağımın yanındaki pencereden içeri süzülen hafif ışığında giyinmiştim. Saat altıda kapının önünden geçen bir arabayla o gün Gateshead'den ayrılıyordum.

(Syf 63)

Henüz hiç kimseyle konuşmamış olduğumdan, herhangi biri de bana dikkat etmemiş göründüğünden tek başıma duruyordum. Neyse ki yalnızlık duygusuna alışkındım; beni fazla üzmüyordu. Gri pelerinime sımsıkı sarılarak verandanın sütunlarından birine yasladım, kendimi etrafı izlemeye ve düşünmeye vererek dışardaki soğuğu ve içimdeki yarı aç- lığı unutmaya çalıştım. Aklımdan geçenler yazmaya değmeyecek kadar belirsiz ve bölük pörçüktü. Nerede olduğumu henüz tam olarak bilmiyordum, Gateshead ve geçmiş hayatım çok uzakta kalmış gibi geliyordu, bugünüm ise belirsiz ve yabancıydı ve gelecekle ilgili herhangi bir tahminde bulunamıyordum. Bir manastırdan farksız avluya ve ardından yapıya yarısı gri ve eski, diğer yarısı oldukça yeni görünen büyük binaya baktım. Sınıfın ve yatakhanenin bulunduğu yeni binada, ona kiliseye benzer bir hava katan kafesli pencereler vardı. Kapının üzerindeki taş levhada şöyle yazıyordu: “Lowood Kurumu...”

(Syf 74-75)

Hayatımın bu sekiz yılı tekdüzeydi ama mutsuz değildim çünkü dopdoluydu. Ulaşabileceğim mesafede mükemmel bir eğitim şansı vardı; çoğu dersimi çok seviyor ve hepsinde çok başarılı olmak istiyordum. Öğretmenlerimi, özellikle de sevdiğim öğretmenleri mutlu etmenin keyfi beni daha da tetikliyordu. Bana sunulan fırsatlardan sonuna dek yararlandım.

Zaman içinde son sınıfın en başarılı öğrencisi oldum ve ardından öğretmen olarak görevlendirildim. Bu işi iki yıl boyunca büyük bir şevkle yerine getirdim ama bu süre sonunda değişiklik istemeye başladım.

 

Tüm bu değişimler boyunca Bayan Temple okul müdürlüğü görevini sürdürdü. Kazanımlarımın en büyük kısmını onun rehberliğine borçluydum; onun dostluğu ve varlığı benim için her zaman bir teselli kaynağı oldu. Bir anne, bir öğretmen ve daha sonra bir dost olarak hep yanımda oldu.

Nihayet evlendi ve böyle bir eşe layık mükemmel bir aday olan kocasıyla uzak bir şehre gitti. Böylece onu kaybettim.

Onun okuldan ayrıldığı günden itibaren ben de artık aynı kişi olamadım.

(…)

Birkaç yıldır tüm dünyam Lowood olmuştu; bütün deneyimim onun kuralları ve düzeniydi. Oysa şimdi gerçek dünyanın daha geniş olduğunu ve o dünyanın enginliğine açılma, hayatın tehlikeleri arasında gerçek deneyimin peşinden koşma cesareti gösteren insanları çok farklı umutların ve korkuların, duyguların ve heyecanların beklediğini kavrayabiliyordum.

Pencereye gittim, açıp dışarı baktım. Karşımda binanın iki kanadı, bahçe, Lowood etekleri ve tepelerin ardındaki ufuk duruyordu. Bakışlarım tüm bunları aşarak en uzağa, mavi tepelere kaydı. Aşmak için can attığım asıl onlardı. Onların kayalarla ve çalılarla çevirili sınırlarının içindeki her şey sanki bir zindan, bir sürgün yeriydi. Dağın eteklerinde dolanarak iki dağ arasındaki vadide gözden kaybolan beyaz yolu bakışlarımla takip ettim. Onun ilerisine gitmeyi öyle çok istiyordum ki. Bu yolu bir at arabası içinde geçtiğim zaman geldi aklıma; şafak vakti o tepeden inişimizi hatırladım. Lowood'a geldiğim ilk günün üzerinden bir asır geçmiş gibiydi ve o günden beri hiç ayrılmamıştım. Bütün tatillerimi Lowood'da geçirmiştim. Bayan Reed beni bir kez bile Gateshead'e çağırmamıştı. Ne o ne de ailesinden herhangi biri ziyaretime gelmişti. Dış dünya ile hiçbir bağlantım yoktu. Ne bir mektup ne de bir ziyaretçi. Sadece okul kuralları, okul görevleri, okul alışkanlıkları, okulun aşıladığı fikirler, okuldaki sesler ve yüzler, konuşmalar, giysiler, sevilenler ve sevilmeyenler... Hayat hakkında bildiğim tek şey bunlardı. Ve artık bunlar bana yeterli gelmiyordu. Sekiz yılın alışılagelmiş düzeninden bir öğle sonrasında bıkmıştım. Özgürlük için yanıp tutuşuyordum; özgürlük düşüncesi nefesimi kesiyordu.

(…)

“Ne istivorum? Yeni bir yerde, yeni bir evde, yeni insanlar arasında, veni koşullarla bir iş. İsteklerin bu kadar çünkü daha fazlasını istemenin bir manası yok. İnsanlar nasıl iş bulurlar? Sanırım tanıdıkları aracılığıyla. Benim öyle bir tanıdığım yok. Tanıdığı olmayan, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda olan bir sürü insan var. Onlar ne yapıyorlar?”

(…)

Başımı yastığa koyar koymaz kendiliğinden geliverdi aklıma. “İş arayanlar ilan verirler. Sen de Herald gazetesine ilan vermelisin.”

(…) Bu planın üzerinden iki-üç kez geçtim, sonunda beyni- me kazındı. Net ve uygulanabilir bir plandı. Tatmin olmuş bir halde uykuya daldım.

Gün doğarken kalktım. Kalkış çanı çalmadan önce ilanımı hazırladım.

(Syf 126-131)

İnsanların sadece huzurla yetinmesi gerektiğini söylemek beyhude; harekete de ihtiyaçları vardır ve bunu bulamazlarsa yaratırlar. Benimkinden daha sakin bir hayata mahkûm olan milyonlarca kişi var ve milyonlarca kişi kaderlerine sessizce isyan eder. Siyasi ayaklanmaları saymazsak, dünyadaki insanlık dediğimiz topluluğun içinde filizlenen kaç isyankâr olduğundan kimsenin haberi yok. Kadınların genelde çok sakin oldukları düşünülür ama onlar da erkeklerden farklı hissetmezler; aynı erkekler gibi onlar da yeteneklerini geliştirecek ve çabalayacak uğraşlara gerek duyarlar; aşırı baskıdan, durağan bir yaşamdan erkekler kadar bunalırlar; onlardan daha üstün olduklarını düşünerek kadınların sadece yemek yapmak, çorap örmek, piyano çalmak ve nakış işlemekle yetinmeleri gerektiğini söyleyen erkeklerin dar kafalılığından sıkılırlar. Cinsiyetleri için yeterli görünenden fazlasını yapmaya veya öğrenmeye kalkıştıklarında onları kınamak ya da onlarla alay etmek pervasızlıktır.

(Syf 163)

Etiketler; Jane Eyre

ARŞİV