Pati izi

Veteriner hekim Egemen Mahzunlar 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü nedeniyle gazetemiz için "Ekosisteme müdahale ederken yapılan tarihsel yanılgılara kısa bir bakış" atan bir yazı kaleme aldı

10 Ekim 2025 - 12:26

Yıl 1872… Yer, Amerika’nın kuzeybatısı. Üç eyaletin sınırına yayılan devasa bir alan, o gün insanlık tarihinde ilk kez “ulusal park” olarak ilan edildi. Adı: Yellowstone Milli Parkı. Yaklaşık 9 bin kilometrekarelik bu doğa harikası, dünyadaki sıcak su kaynaklarının yarısına ev sahipliği yapıyordu. Ancak insanoğlunun “koruma” niyetiyle başlattığı her hikâyede olduğu gibi, burada da doğayı korumaktan çok, ona hükmetme arzusu devreye girdi.

Amerikan hükümeti ve yerli çiftçiler, parkın en önemli türlerinden biri olan boz kurtları “zararlı” ilan etti. Yellowstone da dahil olmak üzere tüm bölgede zehirleme, tuzaklama ve vurma uygulamaları başlatıldı. Bölgenin sembolü olan ve birkaç spekülatif haber dışında resmi bir saldırıya karışmamış, ekosistemin önemli parçası olan boz kurtlar sistematik olarak imha edildi.

Tek yırtıcının kendisi olmasına alışık olan insanoğlu, sanki birkaç yıl önceki Amerikan İç Savaşı’nda birbirlerini beş yıl içinde 650 bin kişi öldürmemiş gibi, Yellowstone Milli Parkı’nda “vahşi kurt” tehlikesinden uzak bir yaşam sürmeye başladı.

Kurtlar gitti, denge bozuldu

Hikâyemiz burada bitmiyor. Kurtların yok edilmesinden birkaç yıl sonra Yellowstone’un dengesi bozuldu.
Bu sürece literatürde kaskad etkisi denildi. Kaskad etkisi, bir ekosistemde üstten aşağıya doğru yayılan domino etkisidir. 1926 yılında bölgedeki son boz kurt öldürüldüğünde felaket, insanların hiç beklemediği biçimde geldi.

Kurtların yokluğu nedeniyle geyiklerin sayısı oldukça arttı. İnsan, çözümü yine silahta buldu; ama doğa onun oyununa katılmadı. Çünkü sorun sayı değil, davranış değişikliğiydi.

Avcı baskısından kurtulan geyikler vadilere yayıldı. Nehir kıyıları, eskiden kısa süreli otlanma alanıyken “aşırı tüketim bölgesi”ne dönüştü. Söğüt, kavak ve huş gibi nehir kenarı bitkilerinin genç sürgünleri sürekli koparıldı; ağaç olamadan yok edildi. Bitki örtüsünün zemindeki kök tutma işlevi ortadan kalkınca nehir kıyıları çökmeye başladı. Su artık genişleyerek yayılıyor, akış daha yüzeysel ve kontrolsüz hale geliyordu. Bu yalnızca bir bitki krizi değil, fiilen hidrolojik bir bozulmaydı.

Bitkilerin zayıflamasıyla yalnızca nehir değil, hayvan toplulukları da çözülmeye başladı. Kunduzlar baraj yapacak dal bulamadı; göletler kurudu, kurbağalar azaldı, su samurları geri çekildi, balıkların yumurtlama alanları azaldı. Orman kuşları dal bulamaz hale geldi. Yani kurtların yokluğu, zincirleme olarak yüzlerce türü etkileyen sessiz bir çöküş yarattı.

Bu gidişat 1995’te radikal biçimde değişti. Kanada’dan getirilen 31 boz kurt Yellowstone’a bırakıldı.
Bu kez insanlar müdahalenin yalnızca avcı–av ilişkisini etkileyeceğini düşündü; fakat olan bundan çok daha geniş kapsamlıydı. Kurtlar geldikten sonra geyikler aniden yok olmadı; ama davranışları değişti.

Kurtlar döndü, geyikler değişti. Artık nehir kenarlarında uzun süre oyalanamıyorlardı. Ekolojide buna “korku peyzajı” denir. Yani yırtıcı yokken güvenli olan alan, yırtıcı varken yalnızca tehlikeli değil, psikolojik olarak da yasaklıdır.

Bu değişim kısa sürede gözle görünür oldu: Söğütler ve kavaklar yeniden filizlendi. Beş yıl içinde kıyı bitkileri metrelerce yükseldi, on yıl içinde orman hattı belirginleşti. Bitkisel örtü güçlenince kökler toprağı yeniden tuttu, erozyon azaldı. Nehirlerin kıvrımları daha net hale geldi. Daha önce genişleyen ve sığlaşan akarsular yeniden daralıp derinleşti. Bazı bölgelerde su akışı hızlandı, bazı yerlerde yavaşladı; yani nehir kendini yeniden düzenledi.

Böylece kunduzlar geri döndü. Söğütler geri geldiği için baraj yapabilecek materyal buldular. Yaptıkları setlerle suyu geri tutmaya başladılar. Bu barajlar küçük göletler oluşturdu. Göletlere balıklar geldi, kurbağalar çoğaldı, su kuşları yeniden yuva yapmaya başladı. Yani kurtlar yalnızca geyikleri değil, ekosistemin ruhunu da geri getirmişti.

Ders almadık

Ama insanoğlu her zaman Yellowstone kadar şanslı olamıyor. Bugün Paris’te 2 milyon insan, 2 milyon lağım faresiyle birlikte yaşıyor. Fransız hükümetinin kurduğu Direction de la Propreté de Paris (DPDP) her yıl tonlarca zehir kullanıp bu sorunu bertaraf etmeye çalışsa da boşuna kürek çekiyor. Çünkü doğa zehirle değil, dengeyle yönetilir.

İstanbul’da ise 20 milyon insan yaşıyor. Fakat farelerle mücadele için özel bir birim yok. Çünkü sokaklar birbirinden güzel patili dostlarımıza emanet. Patili dostlarımız da bize… Onlar bu kentin ekolojik dengesinin parçası.

Toplama kampından kötü koşullardaki barınaklara, plansız ve programsız biçimde hayvanların aktarılması bizim için kabul edilemez bir insanlık suçudur. Konunun uzmanlarından görüş alınmadan, planlama yapılmadan, sokak hayvanlarının refahını gözetmeden yapılan her “sokak hayvanı kontrolü”, aslında katliamdır.

Öldürmek çözüm değildir; şiddet, şiddetle değil, eğitimle çözülür. Ekosistemi bir “sorun” olarak değil, ortak yaşam alanı olarak görmek zorundayız. “Su akar, yolunu bulur” lafı burada geçerli değildir; su akar, kaybolur yerine de koyamayız.

Yazımı Yunus Emre’nin şu dizeleriyle bitirmek istiyorum:

Yerden göğe küp dizseler,
Birbirine bend etseler,
Alttan birini çekseler,
Seyreyle sen gümbürtüyü.

 

 


ARŞİV