“Hayır diyen yazı işleri müdürü kalmadı”

Usta gazeteci Orhan Erinç, meslek hayatında 60 yılı geride bırakıyor. 74 yıldır Kadıköy’de yaşayan Erinç ile gazeteciliği, Cumhuriyet gazetesini ve tabii ki Kadıköy’ü konuştuk

27 Nisan 2017 - 16:04

Gazetecilik mesleğinin en önemli isimlerinden biri olan Orhan Erinç, 60 yıldır gazetecilik yapıyor. Meslek hayatı boyunca çeşitli gazete ve ajanslarda çalışan Erinç, 2010 yılından beri Cumhuriyet gazetesinin bağlı olduğu Cumhuriyet Vakfı’nın yöneticisi. 1943 yılından beri Kadıköy’de yaşayan Orhan Erinç ile siyasetten gazeteciliğe oradan da Kadıköy’e uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. Erinç, “Karamsarlık iyi bir şey değil. Hem bizim için biraz lüks oluyor. Mücadele edip kazanmak gibi bir zorunluluğumuz var” diyor

* Gazetecilik yaşamınızın 60.yılı. Çok uzun bir süre aslında, hatta bir ömür. Nasıl geçti bu 60 yıl, ne düşünüyorsunuz?

İlk yıllarının iyi geçtiğini söylemek zorundayım. Çünkü o zaman gazetecilik gerçek anlamıyla gazetecilikti. Daha siyaset öne geçmemişti. Ticaretin adı bile geçmiyordu. Ben gazeteciliğe 14 Şubat 1957’de Demokrat Parti milletvekilliği Selim Ragıp Emeç’in Son Posta gazetesinde başladım ama haber haberdi. Bu okunur mu okunmaz mı diye kimse bakmazdı, haber kullanılırdı. Ve Selim Bey herhangi bir müdahalede bulunmazdı. Selim Beyi 1971’de kaybettik. Mezarı başında öğrendik ki Adnan Menderes arada kendisini arayıp teessüflerini bildirirmiş. Ama ilk defa mezarı başında duyduk - ki ben orada stajyer muhabiri olarak başladım, istihbarat şefliği ve yazı işleri müdürlüğü yaptım. Selim Bey ağzını açıp çocuklar ne yapıyorsunuz da demedi. Gazeteciliğe bu koşullarda başlamış biri olarak doğrusu bugünü çok yadırgadığımı itiraf etmeliyim.

* Peki, bu süreç ne zaman değişti? İktidarla medya arasındaki ilişkinin birbirine geçtiği yıllar meslek hayatınızdaki hangi döneme denk geliyor?

Daha çok 1971’de örselenmeye başladı. 72’deki Anayasa değişikliğiyle daha sıkı bir rejim Türkiye’ye döndü. Ve iş adamlarının eylemli girişi başladı demek lazım çünkü ben bazı konulardaki yargılara pek katılmıyorum. Ben gazeteciliğe başladığımda Türkiye’de satılan gazete sayısı 10’du. Bu 10 gazetenin 5’inin sahibi de iş adamıydı. Mesela Yeni İstanbul’un, Akşam’ın, Tercüman’ın sahipleri… Vatan gazetesinin büyük ortakları bir lastik firmasının Türkiye temsilcileriydi. Yani böyle bir yapı vardı ama o dönemde patronlarına hayır diyebilen yazı işleri müdürü dönemi de vardı. Ve patronlar o dönemde başyazarlığa öykünerek mesleği kullanmayı cesaret edemezlerdi ya da utanırlardı. Yani değişiklik o. Ben niye buraya geldiğimizi değerlendirirken, genelde patronlarına hayır diyen genel yayın yönetmeni ya da yazı işleri müdürü döneminin kapandığını belirtmek ihtiyacı duyuyorum.

“GAZETECİLİK DAYANIŞMASINI ÖZLÜYORUM”

* Geçmişe bakınca nostalji mi yapıyorsunuz, yoksa gelecek daha iyi mi olacak diyorsunuz?

Her dönemin kendine özgü tarafları var. Geçmişe özlem duyarsak orada kalmış gibi de oluyoruz. Oysa dünya, teknoloji ve haber algısı değişiyor. O açıdan geçmişe özlem duymak bana biraz ters geliyor. Gazeteciliğe başladığımda Türkiye’de tükenmez kalem yoktu. Şimdi öyle bir Türkiye’yi nasıl özlerim. Ama arkadaşlık ilişkileri, gazetecilik dayanışması, mesleğe duyulan saygı açısından bakınca, insan o günleri aramadan da edemiyor.

* Ama sizin, geleceğin iyileştirilmesine yönelik bir çabanız da var.

Bir işin meslek olabilmesi kıdemlilerin, eskilerinin çok olmasıyla mümkün. Mesela bilgisayar mühendisliği daha yeni yeni meslek oluyor. 50 sene önce var mıydı? Yoktu. Eskiden gazetecilerle ilgili herhangi bir yasal düzenleme söz konusu değildi. Ancak 1952’den sonra kör topal diyebileceğimiz bir şey oldu. Gazetecilik, kuralları belli, çalışma koşulları ve ekonomik çıkarları düzenlenmiş bir meslek haline ancak 1961’de geldi. 212 sayılı yasayla yapılan değişiklikler bizim için çok önemli. Ama sonradan gazeteciliğe başlayan arkadaşlar yetersiz buluyorlar haklı olarak, çünkü gelişme devam ediyor.

* Türkiye’de gazetecilerin özlük hakları hep sorun oldu sanırım.

Bana göre bu süreç Özal iktidarıyla başladı. Eskiden bir gazeteci kural dışı çalıştırılmışsa sosyal sigortalar da gazetecinin açtığı davaya müdahil olurdu. Bu durum gazeteciye ayrıca güç verirdi. Ama Özal geldiğinde Sosyal Sigortalar Kurumu’nun müdahil olma geleneği kaldırıldı. Yani işverenlerin lehine bir yaklaşım getirdi Özal.

“CUMHURİYET BENİM İÇİN HER ŞEY”

* 1963 ve 1981 yılları arasında Cumhuriyet’te çalıştınız. Bir dönem ayrı kaldınız. 2010 yılından beri de Cumhuriyet Vakfı’nın yöneticisiniz. Cumhuriyet gazetesi sizin için neyi ifade ediyor. Belli ki meslek hayatınızda başka bir yeri var?

Cumhuriyet benim için her şey demek aslında. 1981’de ayrılma ihtiyacını duydum ama Cumhuriyet’ten ayrıldığımın bilincine iki yıl sonra vardım. Sabah gazeteyi alınca iyiyse seviniyorsunuz. Okurun fark etmediği ama mesleki açıdan yapılan yanlışlıklar oluyor. ‘Tüh ya niye böyle olmuş’ diyorsunuz. Bir gün dedim ki ‘tamam böyle diyorsun ama sen Cumhuriyet’te değilsin ki’. Ama bunu iki sene sonra söyleyebildim. Yani Cumhuriyet bizim için bir yaşam biçimi haline dönüşmüş.

* Kasım ayından beri başlayan bir dava süreci var, son durum nedir?

Açık bir hukuksuzluk. İddialara göre Cumhuriyet yayın politikasını değiştirmiş. Cumhuriyetin yayın politikasını değiştirmiş olması, basın yasasının 11.maddesine göre çalışanla işveren arasındaki bir sorun. Bir iş hukuku sorunu ama ceza hukukuna taşınmış durumda. Vakfın yönetiminin seçiminin bilmem ne olduğu iddia ediliyor. Bu da Türk Medeni Kanunu’na ve Vakıflar Kanunu’na göre bir hukuk sorunu. O da ceza sorunu haline dönüştürülmüş. Bu Cumhuriyet’e Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir saldırısı. Ama ne yazık ki bu saldırının yollarını döşeyenlerden kimileri de Cumhuriyet’in eski vakıf yöneticileri. Öyle bir sıkıntı var. Onlar ‘Cumhuriyet FETÖ’cü oldu’ dediği zaman, savcılık hemen bunlar FETÖ’cü olmuş diye bakıyor olaya. Ben en çok tabii Hikmet Çetinkaya’nın durumuna şaşırıyorum. Çünkü Hikmet Çetinkaya 1970’lerden bu yana Fethullah Gülen’in neler yapmak istediğini Türkiye’de yazan kişi. Ben 1998’de yazmışım mesela ilk yazıyı.

“KİME DOKUNURSA DOKUNSUN…”

* İnsanların Cumhuriyet gazetesine sahip çıkması, yanınızda durması sizi mutlu etti mi?

Elbette bizi sahiplenmeleri bir mutluluk kaynağı. Biz gazetecilik yapmak için kurgulanmışız. Cumhuriyet’te bulunduğum süreçte Cumhuriyet gazetesinin arasının iyi olduğu hiçbir hükümet hatırlamıyorum. Ecevit hükümeti dâhil. Bir şey olmuşsa ve onun haberini bir arkadaşımız Cumhuriyet’te belgeli olarak yazmışsa o haberin çıkmasını önleyecek hiçbir güç yok. Haber doğruysa çıkar. Tek yapılabilecek şey şudur; ‘Ya arkadaşlar bugün çok haber var. Bu haberi harcamayalım, yarına bırakalım’ demektir. Ama bu haber ‘Cumhuriyet’te çıkmaz’ gibi bir sonuç olmaz. Kime dokunursa dokunsun.

* 3 Mayıs “basın özgürlüğü günü” ve hala gazeteciler gözaltına alınabiliyor. 150’yi aşkın gazeteci şu an içeride. Ne düşünüyorsunuz?

Biliyorsunuz iktidarın ‘dindar ve kindar’ bir yaklaşımı söz konusu. Başkalarına kindar olmasını öğütlerseniz, kendiniz de kindarsınız demektir. Yani yapılan yanlışların, hataların gizlenmesi ancak duyurulmamasıyla mümkün hale geliyor. Arada onu duyurmaya çalışanlar olursa da sonuç bu oluyor Türkiye’nin giderek batı dünyasından soyutlanması da gündeme gelmiş durumda. Böyle olunca demek ki bazı karabasanlar oluyor onlar da acısını başkalarından çıkarmaya çalışıyor diye düşünüyorum.

* Kasım ayında yaşananlar korkuttu mu sizi?

Hayır. Korkmak için bir şey yapmış olmanız gerekiyor. Şimdi gazetecilik dışında ne yapmışız. Suç işlemişiz diye bize soruyorlar ama ‘bu başlığı niye attınız’ diye soruyorlar. Bir kere basın hukuku diye bir hukuk var. O hukuk da diyor ki 4 ay içinde dava açmazsan bir daha açamazsın. Bana 3 sene önceki başlığı veya bu haberi niye koydunuz diye soruyorlar. Basın hukuku varsa bana bunu soramazsın. Sorarsa hukuk yok demektir.

“12 EYLÜL’DEN GERİ”

* Gazetecilik deneyiminizden yola çıkarak soruyorum. Türkiye siyasi tarihini de iyi bilen isimlerden birisiniz. Referandum sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonra nasıl bir Türkiye bekliyor bizi?

Trajikomik bazı şeyler oluyor. İktidarın da iddialarından biri 12 Eylül Anayasası’nın hukuksuzluğuydu. Şimdi yapılan halk oylamasıyla 12 Eylül Anayasası’ndan da geri bir Anayasa sahibi olduk. Olağanüstü hal kalkar mı? Bence kalkmaz. Çünkü iktidar artık olağanüstü hal olmadan Türkiye’yi yönetme gücünde değil. Yani ne kadar geriye gittiğimizi tahmin etmek biraz zor. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladık. Hadi çocuk bayramını kutladığımızı kabul ederiz ama ulusal egemenlik bayramını nasıl kutlayacağız? Başlangıçta da askeri darbeler yaşadık ama bu onlardan daha kapsamlı bir sivil darbeye dönüştü ve yapılışı da ‘demokrasinin geliştirilmesi’ için. Ama bu oylama gösterdi ki iktidara karşı çıkabilecek güçler sandıkta birleşebiliyor. O nedenle karamsarlığı daha da azalttım ben. Karamsarlık zaten pek iyi bir şey değil hem de bizim için biraz lüks oluyor. Mücadele edip kazanmak gibi bir zorunluluğumuz söz konusu.

KADIKÖY’ÜN KÖŞKLÜ ZAMANLARI

* 1943 yılından beri Kadıköy de yaşıyorsunuz. Buradaki hayat hikâyeniz nasıl başladı?

Ben ilk defa Kadıköy’de sosyal yaşamın içine girdiğimi düşünüyorum. 7 yaşında ilkokula başlarken döndük İstanbul’a. Göztepe Taş Mektebi’nde okula başladım. Pansiyonlu olduğu için parasız yatılı okuyan ve Türkiye’nin çok çeşitli illerinden gelmiş sınıf arkadaşlarımız vardı. Yani Türkiye insanını orada tanımaya başladım ve bu çok doğal geldi. Ben 60 yıldır gazetecilik yapıyorum ve bugüne kadar kimseye nerelisin diye sorduğumu hatırlamıyorum.

Bir arada yaşama kültürü vardı yani?

Hem bir arada yaşama kültürü hem de İstanbullu olma alışkanlığı vardı. Biz birlikte çalıştığımız arkadaşlarımızın dinini, mezhebini genç yaşta kaybettiklerimizin ölüm ilanlarından öğrenirdik. Öyle bir merakımız da olmazdı. ‘Bu kimdir, nedir?’ diye sormazdık. Sınıfımızda Rum arkadaşlarımız da vardı Ermeni arkadaşlarımız da. Ve hiç onları dışlayan bir yaklaşım söz konusu olmazdı.

* Mahalleniz nasıldı?

Ben Kadıköy’ün köşkler dönemini yaşayanlardanım.

* Sizin de eviniz köşk müydü?

Biz Cemal Paşa’nın köşkünde kiracıydık çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum. Elektrik vardı ama Çiftehavuzlar’da lambalar hava gazıyla yanardı. Bir görevli akşamları çakmakla onları yakardı. Gözcübaba’da üç tane futbol sahamız vardı.

* Oynar mıydınız?

Kadıköy’ün Fenerbahçe’den sonra en kıdemli takımı olan 1912’de kurulmuş Hilal Gençlik Kulübü vardı. Orada lisanslı futbolcuydum. Orada yaz maçları yapardık. Merdivenköy ve Kurbağalıdere’nin çevresi bomboştu. Oraya köpekleriyle avcılar gelirdi.

KOMŞULUK İLİŞKİSİ ZAYIFLADI”

* Kaç yılına kadar sürdü peki bu anlattıklarınız? Ne zaman değişmeye başladı Kadıköy?

Herhalde 60’lı yılların başında. Bir de tabii köprü öncesi ve köprü sonrası diye ikiye bölmek gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü 73’ten önce araba vapuru ile araçlar karşıya geçer gelirdi. O nedenle de bu tarafın nüfusu Üsküdar falan da dâhil 800 bin dolayındaydı. Ama köprü yapıldıktan sonra sadece belki Kadıköy 800 binden fazla oldu. Bölünmesine rağmen.

* Çocukluğunuz ve gençliğinizdeki Kadıköy’le şimdiki Kadıköy arasında nasıl bir fark var?

Tabii var. Biz eski eser kavramına, daha doğrusu korunması gereken eser kavramına çok geç ulaştık. Pek çok köşk gözümüzün önünde yıkıldı ve yerine apartman blokları yapıldı. Kadıköy’ün en önemli kayıplarından biri odur. Parmakla gösterilecek kadar az köşk kaldı. Tabii çok kalabalıklaştı, çok katlı binalar, komşuluk dayanışmasını ya da duygusunu zayıflattı. Sokağımızda oturanları tanırdık bir süre sonra dışarıdan gelen yabancıların hangi eve misafir olarak gittiklerini bile bilirdik. Bu kadar yakınlık vardı. Teyzeler, amcalar annemizin arkadaşı ya da babamızın arkadaşıydı. Elinde fileyle bir şey götürüyorsa hemen koşardık elinden alırdık, yardım ederdik. Böyle bir mahalleli dayanışması vardı. Kadıköy’ün iyi taraflarından biri yeşilliğini kaybetmemiş olması. Hem çocukların hem de gençlerin fikri gelişmelerine, bilgilenmelerine verilen önem Kadıköy’ün önemli ayrıcalıklarından biri.

VAPURDAKİ DOSTLUKLAR

* Bir de Kadıköy, Çetin Altan ve Çetin Emeç gibi gazetecilerin, aynı zamanda sizinle akran olan Cemal Süreya gibi şairlerin yaşadığı bir yerdi. Sizin dostluğunuz var mıydı Kadıköy’deki gazetecilerle ya da şairlerle?

Çetin Emeç’i gazeteciliğe başladığım gün tanıdım. Son Posta’nın yazı işleri müdürüydü. Çetin’in vurulduğu yerle bizim evin arası 3 metre falan. Oktay Akbal, Çetin Altan, Cemal Süreya ve Sadullah Usumi vardı hem milletvekili hem Cumhuriyet yazarı. Yani şimdi aklıma gelmese bile Sirkeci vapuruna binip Kadıköy’e geçerken rastlaştığımızda selamlaştığımız arkadaşlarım, ustalarım çoktu.

* Ben de vapurda kurulan dostluklar ile ilgili bir soru hazırlamıştım. Siz erken davrandınız.

Gençliğimde Bağdat Caddesi’nde tramvay, üst Göztepe’de tren vardı. Bizim bindiğimiz tren 08.46’da gelirdi Göztepe’ye. Cağaloğlu’na gidenler o trende olurdu. Kadıköy Sirkeci vapurunda da herkesin bir yeri vardı. Gazeteci arkadaşlar toplanırdık. Eksik birini gördüğümüz zaman ‘Allah Allah acaba hasta mı’ diye kuşkulanırdık. Çoğu zaman grup halinde yürüyerek Cağaloğlu’na giderdik.


ARŞİV