Erenköy'den anılar…

Zamanında Osmanlı paşalarının tercih ettiği Erenköy’ün 120 yıllık köklü geçmişi, yaşayanların anılarıyla ‘Erenköy’de Duvarlar’ kitabında dile geliyor.

21 Aralık 2011 - 09:53

Yazar Dilek Kent, “Erenköy’de Duvarlar” adlı kitabında, İstanbul’un en köklü semtlerinden Erenköy’ün 120 yıllık bir panaromasını sunuyor. Cinius Yayınları’ndan çıkan kitapta, Erenköy’ün geçmişi tanıklıklar eşliğinde, anılarla bezenerek anlatılıyor. Dilek Kent, bu çalışmaya girişmeden önce yerli ve yabancı yazarların Osmanlı yakın tarihi ve İstanbul’la ilgili kitap ve romanlarını okuduğunu, yaklaşık 40 aile ve kişiyle röportajlar yaptığını belirterek, “Amacım; motifleri sağlam bir dokunun üzerine monte etmekti. Bir öykü veya roman iddiası taşımadan içimden geldiğince 12 yıllık bir Erenköy’ü fırça darbeleriyle vermeye çalıştım. Görünürde kitabın yaslandığı bir iskeletin varlığı hissedilmese de satırların gerisinde bütün bir kentin geçmiş olduğu evreler gizli. Fakiriyle zenginiyle cahiliyle okumuşuyla Türk insanına ait resimler bunlar…” diyor.
PAŞALARIN TERCİHİ KADIKÖY
Erenköy’de Duvarlar kitabında, Erenköy’ün geçmişine dair şu temel bilgi veriliyor: “Osmanlı hükümetinin mekan kısıtlamasını kaldırması diğer bir deyimle serbest dolaşım hakkı vermesi üzerine fatih Beyazıt gibi semtlerde sıklıkla çıkan yangınlardan veba salgınlarından bezmiş olan halk, rahat bir nefes almıştı. Dar gelirliler yakın çevrede bir mülk ararken bazı devlet memurlarının, sivil ve askeri paşaların tercihi Kadıköy’den yana olmuştu.”
BİR GÖÇMENİN FLÖRT DENEMESİ…
Kitaptan 2 anı ile Erenköy’ün geçmişi…
Hasan 15 yaşında idi… Amcaoğlunun teşviki üzerine Sivas’taki köyünden gelmiş annesinden kardeşlerinden ve yavuklusundan uzakta yeni bir düzene ayak uydurmaya çalışıyordu 3-5 kuruşluk bir gelir uğruna. Akrabasının sahip olduğu lokantadan her gün aynı saatte evlere yemek dağıtmaktı işi. İki  omzuna dayalı ahşaptan bir çubuğu dirsekleriyle kavrayarak boy sırasına göre dizili sefertasları arasındaki dengeyi tutturur, yemekleri dökmeden yerine ulaştırdığında sevincinden kabına sığamazdı. Boş kaplarla dükkâna dönerken neşeli bir türkü çağırmadan durmaz, çiçekli havuzlu bahçeler, dayalı döşeli evler ve 4 metrekarelik bir oda arasında mutlu olmaya bakardı. Ah! Şu hasretlik de olmasa… Az da olsa para kazanıyor, harçlığını ayırdıktan sonra kalanını olduğu gibi köye yolluyordu. Bu arada amcaoğlu olan işverenini nasihatlerini aklında tutuyor, kendine yardım eli uzatan kimseyi üzmemeye çalışıyordu. “Kimseye yan göle bakma, ağzını açma, haddini bil!” Hasan büyükşehre alışmış ama yarlıların sonu gelmemişti. Bir temmuz öğlesinde Erenköylü birkaç kızla karşılaşmış, mis gibi kokular, cıvıl cıvıl sesler arasında patronun tüm tembihlerini unutmuştu. Hasan’ın içi kıpır kıpırdı. O ilginin, arzunun dolaylı mesajlarla iletildiği bir kültürden gelmiş, sevgi avansları türkü dizeleri içinde yollamayı öğrenmişti. Bu süslü bebeler türküden, maniden anlamazdı. Kendisiyle aşağı yukarı anı yaşta olan o kızlara, o ulaşılmaz mahluklara yaklaşabildiği takdirde köye haber salacak, kentli kızlarla maceralarını ballandıra ballandıra anlatacaktı. B düşünceler içinde debelenirken, sırtındaki sopanın sol tarafını biraz gevşetmiş, bir dirsek hareketiyle en uçtaki yemek kabı, önü sıra yürümekte olan kızlardan birinin poposuna değmişti. Hasan’ın amacı kızların ilgisini çekmek, köy yerinde türküler aracılığıyla yapılan zemin yoklamasını bir sefertasıyla gerçekleştirmekti.  Aşçı yamağı kimliğiyle yapamadığın bir kaza süsü vererek yapmak ve masum rolü içinde yaklaşabilmekti isteği. Biraz eğlenmekten ne çıkar düşüncesiyle hareket eden hasın akını başından almıştı o kızlar. Hasan hamlesi yanıtsız kalınca numarasını tekrarlamış, ilk çarpmada sessi kalan kızlar, kurnazlığı sezince kıyamet kopmuş, küçük çapkın tokatlar, yumruklar arasında canını zor kurtarmıştı Hasan…
20’Lİ YILLARDAN BİR ANI
Ethemefendi Caddesi’nin kardan kapandığı, demiryolunun servis dışı bırakıldığı, okulların tatil edildiği bir gün, evdeki bütün kadınlar, halayık ve bacılar da dahil olmak üzere, Göztepe’de bir akraba evine tebrike gitmişler, köşkte Zekiye kalfadan başka kimsecikler kalmamıştı. Seniye, tavanarasındaki kilitli sandıkların içinde ne olduğunu merak ediyor, kardeşlerine böyle bir maceraya tek başına giremeyeceğini ve desteğe ihtiyacı olduğunu anlatıyordu. Ama küçük afacanlar o güne dek her türlü yarmazlığı paylaştıkları ablayı yalnız bırakmışlardı. Bu arda kuzeni gelmiş, Seniye belki ikna edebilirim umuduyla planını ona da açıklamıştı. Hiç ummadığı halde kardeşleri de pek istekli görünmüş, onların biraz önceki oyunbozanlığına Saliha’nın da etki gücü eklenince zavallı kuzen, ekibin başarısı adına susmayı yeğlemişti. Bacı kalfanınsa yüzü asılmış, ‘’Eyvah bu deli de ortalığı karıştıracak!’’ demesine kalmadan, 5’i birden karşınsa dikilmiş, ısrarla tavanarasının anahtarlarını istiyorlardı. Çatı odasının ve sandığın anahtarlarıyla 3katın basmaklarını tırmanmış, karşılarına çıkan hafifçe aralık kapıdan çekingen adımlarla süzülmüş, bir tereddüt anı ardından bir cesaret atağı derken kendilerini sır çözme macerasının içinde buluvermişlerdi. Alışık olmadıkları bir rutubet kokusu, basık tavandan sarkan örümcek ağları arasında karşılarına birden fazla sandık çıkınca canları sıkılmıştı bizim yaramazların. Her bir kilidi denedikten sonra kocaman bir düşkırıklığıyla dönmeye hazırlanırken, loş köşede duran bir sandık Saliha’nın ilgisini çekmiş, sn bir hamle derken kapak açılmıştı. Anahtarların birkaçını saklamayı akıl eden yaşlı kalfa ise suçunu biraz olsun hafifletmenin ferahlığı içinde veletlerin aşağı inmesini bekliyordub ir gözü kapıda diğeri merdivenlerde… Bu arada kumaşları, kağıt tomarlarını karıştıran çocuklar bir an vazgeçecek gibi olmalarına rağmen çabucak toparlanmış, Saliha’nın alaycı bakışlarına hedef olmamak için dolanıp durmuşlardı sandığın içinde.  Kağıdı zar gibi incelmiş mektuplar, yıpranmış danteller, kimbilir hangi Osmanlı cephesinin toprağını tanımış bir çift asker postalı, gümüş bir sigara tablası arasında dünyasını çoktan değiştirmiş olan bir ninenin, bir dedenin geçmişine ait gerçeklere ulaştıkça mutlu olmak şöyle dursun, yaptıkları işten utanmış, herşey olup bittikten sonra büyüklerin yüzüne nasıl bakacaklarını düşünüyorlardı. Bitmek bilmeyen savaşlar, kavuşma ümidi olmayan sevgililer arasında bizim yaramazlar küçük yüreklerinin kaldıramayacağı kadar derin acılarla tanışmış olarak merdivenlerden inerken, bacı kalfanın şu sorusuyla karşılaşmışlardı:
“Hayrola çocuklar! Bu ne hal, yoksa hortlak mı gördünüz?”
Gökçe UYGUN

ARŞİV