Anadolu'nun en büyük stadyumu kulüpleri bekliyor

05 Eylül 2011 - 14:09

Magnetler, Leukippos adındaki efsanevi liderin öncülüğünde ve Apollon’un kehanetiyle bildirildiği şekilde Girit Adası üzerinden Anadolu'ya gelirler. O zaman bir körfez olan bugünkü Bafa Gölü ve Samsun Dağı yöresinde karaya çıkarlar. Sonradan Magnesia adını alacak olan Mandrolytia kentini, Leukippos'a olan sevgisi nedeniyle kendilerine kentin kapısını açan kral Mandrolytos'un kızı Leukophryene sayesinde ele geçirirler. Leukophryene, yerel bir tanrıça adı ve Magnesia'nın baş tanrıçası Artemis'in ön adıdır. Lydia kralı Gyges (MÖ 680–652) tarafından ele geçirildiği, MÖ 657'de Kimmerler tarafından tahrip edildiği, Miletos'un yardımlarıyla yeniden inşa edildiği ve MÖ 530'larda Perslerin eline geçtiği bilinen bu kentin yeriyse hala bulunamamıştır.
“İlk” ya da “Eski” anlamında Palaimagnesia olarak adlandırabileceğimiz bu kent, antik dönemde konumu nedeniyle “Magnesia ad Maeandrum” (Menderes Nehri kenarındaki Magnesia) olarak bilinmekteydi. M.Ö. 460'larda Pers kralı I. Artakserkses'in sürgüne gönderilen Atinalı komutan Themistokles'e verdiği, onun da kendine başkent yaparak ölünceye kadar yaşadığı ve yalnız sikkeleriyle tanınan bu ilk Magnesia'nın MÖ 399'da terk edildiği bilinir. Gümüşdağ yamaçlarında, Arkaik Dönemden beri orada bulunan Artemis Leukophryene Tapınağı’nın olduğu yerde kurulan ikinci (bugünkü) Magnesia, artık Menderes değil de, onun bir kolu olan antik Lethaios (Gümüşçay) kenarında yer almasına karşın eskisi gibi “Magnesia ad Maeandrum” olarak tanımlanması sürdürülmüştür. Kentin taşınmasına neden olarak da, hem Magnetlerin Perslere karşı daha güvenli, surla çevrili bir kente gereksinim duymaları, hem de Menderes'in alüvyonlarının kenti tehdit eder duruma gelmesi, bataklık ve bunun getirdiği sorunlar gösterilmektedir.
İyonya’da, Efes, Priene, Tralles üçgeni ortasında, bu kentleri birbirine bağlayan yollar üzerinde önemli bir ticari ve stratejik konuma sahip olan Magnesia, tahıl üretimi ve bugün olduğu gibi inciriyle ünlüydü. Persler tarafından ele geçirilmiş, Makedonya kralı Büyük İskender'e (M.Ö. 336–323) kadar onların yönetiminde kalmıştır. Önce Seleukos, daha sonra da Pergamon Krallığı’na bağlı kaldığı yıllar ise kentin en görkemli dönemi olmuştur. Roma İmparatorluğu zamanında Magnesia, bağımsız bir kentti ve M.S. 3. yüzyıla ait kent sikkelerinde kendisini Asia'nın (Anadolu'nun) 7. kenti olarak nitelendirmekteydi. Bizans İmparatorluğu Dönemindeyse, 12. yüzyıla kadar piskoposluk merkezi olduğu bilinmektedir.


OLİMPİYAT OYUNLARI
Magnesia’nın sosyokültürel ve sosyo-politik yapısı konusundaki bilgilerimizi 19. yüzyıl sonunda yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ve şu anda Berlin’deki Pergamon Museum depolarında korunan yazıtlara borçluyuz. Agoranın batı duvarında yer alan o yazıtlar, kent yönetiminin yaptığı çağrıların yanıtlarını içermekteydiler ve kentin o günün dünyasıyla olan ilişkilerini sergilemekte, ayrıca kentin bu ilişkilerden duyduğu onuru yansıtmaktaydılar. Çağrının nedeni ise, bizim burada, “Olimpiyat oyunları” anlamında kullanacağımız “Leukophryena oyunları”ydı.
Agoranın batı duvarında yer alan ve kent yönetiminin yaptığı çağrıların yanıtlarını içeren yazıtlar, her ne kadar kentin bu özelliğiyle tanımlanması için yeterli gibi görünse de, ilgililer dışında bu konuda bilgi sahibi olan pek yoktu. Kentteki iki büyük gymnasionun bu yarışmalardan bazılarının gerçekleştirildiği bölümleri içerdikleri de biliniyordu. Ayrıca yukarıda değindiğimiz ve inşa edilirken toprak kayması sonucu tamamlanamadan kalan theatronun da, müzik yarışmalarına yönelik bir yapı olarak planlanmış olduğu varsayımını ileri sürerek Magnesia’nın “Yarışlar kenti” olma özelliğini yine ortaya koymuştuk. Fakat Magnesia’nın “Yarışlar kenti” olduğunun asıl kanıtı Leukophryena yarışlarının büyük bir bölümünün yapılmış olduğu mermer stadyumun ortaya çıkarılması ile kanıtlanacak ve Magnesia’nın gerçekten bir “Yarışlar Kenti” olma özelliğinin vurgulanmasının ne kadar doğru ve yerinde olduğunu gösterecekti.
Magnesia stadyumunun yoğun bir bitki örtüsü ve heyelanla gelen toprak altında tümüyle kaybolmuş bir alan olmasına rağmen, doğaya karşı bir savaş olarak, “Magnesia stadyumu doğaya teslim edilemez” sloganıyla bir girişimde bulunmanın kaçınılmaz olduğu açıkça görülmekteydi.
Magnesia stadyumu, kentin güneybatısında, kuzey-güney doğrultusunda ve Gümüşdağ’ın (Thorax) ovaya ulaşan son yamaçlarını oluşturan iki tepenin arasında “Kent gymnasionunun batısında yer alır. U planlı bir yapıdır. Arenaya kuzeyindeki bir “Anıtsal Kapı”dan girilir. Bu kapı, aynı zamanda bir “başlangıç” yapısıdır. “Bitiş” çizgisinin bulunduğu yere kadar olan uzunluk 189 metredir. Doğu ve batıda karşılıklı yerleştirilmiş on birer oturma dilimi ile bunları güneyde birleştiren yarım daire planlı bölümdeki beş oturma dilimi, stadionun tribünlerini oluşturur. Böylece toplam yirmi yedi oturma diliminden oluşan tribünler iki kademelidir. İki kademe arasında, ayrıca altta ve üstte dolaşma yolları oturma dilimleri arasında merdivenler yer alır. Galeriler, yapıyı çevreleyen en üsttekiler, yukarıdan gelen izleyicilerin yapıya girdikleri, daha çok ayaktaki izleyicilere yönelik bölümlerdir. Aynı zamanda istinat duvarı görevi görmektedirler. Ortadaki arena, izleyicilerin orada bulunmalarına neden olan sportif oyunların yapıldığı alandır. Tribünlerden arenaya merdivenlerle inilir ya da oradan tribünlere çıkılır. Tribünler arenadan bir podyum ile yükseltilmişlerdir. Stadyumun en önemli özellikleri arasında bölüm bölüm de olsa çok iyi korunmuş olması, arkasındaki giderek yükselen tek, çift ve yarım daire biçimindeki alanda üç katlı galerileri ile en yüksek stadyum olması sayılabilir. Arenadan başlayarak çıkılan merdivenlerle üst galeriye ulaşıldığında yükseklik 45 metreyi aşar.
Magnesia stadyumunun podyumlarında, başka bir örneğini tanımadığımız şekilde kabartmaların yer alması, onu stadyumlar arasında ayrıcalıklı bir konuma taşır. Bu kabartmalarda genelde, yarışma türleri ya da yarışmalarda verilen ödüller betimlenmiştir. Ayrıca üst galeri podyumlarında da birincilik kazananlara verilen çelenk kabartmaları yer alır. Bu kabartmalardan birinde de çocuklarımızın sokaklarda hâlâ oynadıkları çember çevirme oyununun o günlerde de yarışmalara girecek kadar sevilen ve bilinen bir oyun olduğunu gösterir.
Stadyumun sosyokültürel ve sosyopolitik açıdan araştırılması için elimizdeki belgeler yazıtlardır. Protokole ait oturma koltuklarının arkalarında yüksek sırtlıklarda ve oturma yüzeylerinde çok sayıda yazıtın yer alması, bu konuda bilgilenmemizi sağlayan eşsiz kaynaklardır. Bunlar, günümüzle karşılaştırırsak her şeyden önce, şeref tribününü, protokolün oturacağı yerleri, locaları, ayrılan özel yerleri belirten yazılardı. Örneğin oturma dilimlerinden birinin podyumundaki kabartmalar arasındaki yazıdan yaklaşık 2500 kişi kapasiteli bu dilimin Efes’ten gelenlere ayrıldığını anlıyoruz. İmparatordan kent yöneticilerine, başrahiplere kadar birçok kişinin unvan ve isimlerinin yazılı olduğu sıralar ise arkalıklı lüks koltuklardır. Bunlar arasında en ilginci günümüzde de örnek olacak bir uygulamadır. Örneğin psikolojik bir sorun olduğunu düşünebileceğimiz karamsarlara özel yerler ayrılmıştır. En önemli çıkarım, bu yazıtların çoğunun meslek gruplarının da özel yerlerinin olduğunu göstermesidir. Dikkati çeken esnaf gruplarının, derneklerinin isimlerinin de buralarda yazılı olmasıdır. Fırıncılar, tuzlu balık üreticileri, kuşçular, bahçıvanlar bu meslek kuruluşlarından bazılarıdır ve günümüzdeki ünlü “çarşı grubu”nu çağrıştırmaktadır.
Kazı ve restorasyon bir stadyum için hiç de göze alınacak bir girişim değildir. Fakat ortaya çıkan sonuçlar değerlendirildiğinde geçmişle aramızdaki bağlantıyı kurmamızı, öğrenmemizi, ders ve örnek almamızı gerektirecek çıkarımlar bu tür girişimlerin önemini daha da arttırmaktadır. Devletin sağladığı olanaklarla bu işin üstesinden gelebilmek kolay görünmemektedir. Böyle bir stadyum bile sponsor çekemiyorsa, sponsorlukların amacı sorgulanmalıdır. Yurdumuzun bilinmeyen, tanınmayan fakat korunmaya, bakıma ve tanıtılmaya gereksinim duyan o kadar değerli hazinesi vardır ki, her şeyden ve her yerden önce bu tür kültür arlıklarımıza sahip çıkmak bir vatan borcudur ve kültür varlıklarını gerçekten sevmek demektir.
Durum böyle iken, neden bu stadyumların kazı ve restorasyonlarını büyük kulüplerimiz üstlenmesinler? Niye Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın, Beşiktaş'ın ya da diğer kent kulüplerinin bir antik stadyumu olmasın? Niye Efes Pilsen, Eczacı ya da diğer takımlarımız Avrupa Kupası maçlarını sponsorluklarını yaptıkları antik stadyumlarda oynamasınlar? Niye, atletizm müsabakaları, hatta aday olduğumuz 2020 Olimpiyatlarındaki bazı karşılaşmalar antik stadyumlarda yapılmasın? Büyük kentlerdeki ulaşım sorununu düşünürseniz, örneğin Magnesia'ya ulaşmak (Bodrum otoyol çıkışından sadece 1.5 km. Adnan Menderes havaalanı 80 km.) Olimpiyat stadına ulaşmaktan çok daha kolay. Kendi hesabıma konuşayım, yılda 150-200 bin TL tutarında sadece stadyumda kullanılacak beş yıllık bir destekle Türkiye ve dünya, Magnesia'da 30.000 kişilik şahane bir stadyum kazanacaktır. Ben bölümlerden birini "yeni açık" ve "çarşı" olarak adlandırdım bile!


AKTÜEL ARKEOLOJİ DERGİSİ

Magnesia Kazıları Başkanı: Prof. Dr. Orhan BİNGÖL
Ankara Üniversitesi Arkeoloji Bölümü

www.aktuelarkeoloji.com.tr


ARŞİV