Ahşap evlerde yaşamak...

Mimar, Prof. Dr. Reha Günay “İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları” kitabında ahşap evlerin mimari özelliklerini anlatırken bir yandan da bu evlerdeki sosyal ve gündelik yaşamı aktarıyor

18 Mart 2020 - 11:29

İstanbul’daki kentsel dönüşüm hız kesse de bu dönüşüm nedeniyle son 10 yıldır şehrin çehresi epey değişti. Yüksek katlı binalar özellikle İstanbul’un tarihi semtlerinde bulunan ahşap köşkleri sarmaladı. Elbette Kadıköy’deki ahşap köşkler de buna dahil. Bir dönem İstanbul’un konut tipini oluşturan ahşap evler nasıl ve ne amaçla yapıldı? Bu evlerde sosyal yaşam nasıldı? Bu yapıların mimari özellikleri nelerdi?

4 BİNE YAKIN FOTOĞRAF

Prof. Dr. Mimar Reha Günay’ın büyük bir titizlikle hazırladığı ve Kadıköy’den de örneklerin yer aldığı “İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları” kitabı bu soruların cevabını arıyor. İstanbul, yakın zamana kadar koruduğu ahşap konut dokusunu ve buna paralel gelişen yaşama kültürünü bugün yitirmiş görünüyor. Bu geleneğin örneklerini fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştiren kitap, bu tipolojiyi ve ortaya çıkardığı konut dokusunu gelecek kuşaklara aktaracak önemli bir belgeleme çalışması olarak dikkat çekiyor. YEM Yayın’ın hazırladığı kitap, iki ana bölüme ayrılıyor. Birinci kısım ahşap konut yapımının tarihçesinden “Türk evi” kavramını mimari ve yapım tekniği açısından anlatıyor. Ardından da bu geleneğin günümüze kadar gelebilmiş seçkin örneklerini planlar, resimler, gravürler ve fotoğraflar eşliğinde sunuyor. İkinci kısım ise Reha Günay tarafından 1960 yılından günümüze kadar farklı tarihlerde çekilmiş. 4 bine yakın fotoğraf arasından seçilen 200’ü aşkın siyah-beyaz fotoğrafla İstanbul konut dokusunun izini semt semt sürmeye çalışıyor. İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları, bir dönemin ev yaşantısı ve sosyal ilişkileri hakkında fikir veren ve kentleşmenin 100 yıl içinde nereye evrildiğini belgeliyor.

Göztepe'de apartmanların arasında kalmış bir köşk. 1982

AHŞAP EVLERİN SİLUETİ

Prof. Dr. Reha Günay kitapta İstanbul’u ve ahşap evleri şöyle anlatıyor: “Çocukluğumdan hatırladığım, en erken 1940’lı yıllarda, İstanbul’da Tarihi Yarımada ve Üsküdar, Boğaz köyleri hep ahşap evlerden oluşuyordu. Karşı yakadan Üsküdar’a bakıldığında ahşap evlerden dolayı koyu renk bir şehir silueti vardı. Bu görünüş 1960’lı yıllara kadar pek bozulmadan devam etti. Şimdi bakarsanız beyaz bir hayalet görürsünüz, sanki eski evlerin ruhu isyan edip çevreye korku salarak ayakta dolaşıyor....Mahalleler içinde pek çok yanmış yıkılmış evin boş arsası vardı. Çocuklar için en önemli oyun alanlarıydı arsalar. Çocuk parkları, bahçeleri, ancak birkaç yerde bulunurdu. Oraya da çocukların ulaşması zordu. Her arsanın kendine has mahsus özelliği olurdu...”

"Kurbağalıdere üzerindeki bu ev dört alınlıklı çatısı ve balkonlarıyla dikkat çekiyor." 1974

“YÜKSEK SESLE KONUŞULMAZDI”

“Ahşap evde yaşamak ayrı bir kültürdü” diyen Günay, o yıllardaki sosyal ve günlük yaşamı şu sözlerle aktarıyor: “ Ahşap evde yürümek bile farklıydı. Bu evlerde büyümeyen, sokakta gezer gibi güm güm yürüdüğünde bütün ev sallanırdı. Gene ahşap evde yüksek sesle konuşulmazdı, çünkü ses bütün evden duyuluyordu.”

“EN BÜYÜK KORKU YANGINDI”

Kitapta İstanbul’da meydana gelen yangınlara dair de bilgiler yer alıyor. Örneğin 1901 yılında Kadıköy’de çıkan bir yangın neticesinde 100 bina yanmış. Günay bu konuda ise şunları söylüyor: “Ahşap evde en büyük korku yangındı, bütün mahalle ahşap olduğundan yangın bütün evleri yakabilirdi. Onun için evde ateş kullanılırken çok dikkatli olunur, çocukların eline kibrit verilmezdi. Patlıcan mevsimi yangınları meşhurdu. Patlıcan tavası alev alıp yandığından bu isim verilmişti. Yangın çıktığında bütün mahalle, sokaktan geçenler bile yardıma koşardı. Yangına yakın evlerde önlem almak üzere evin damına bir gönüllü çıkardı, diğer insanlar da çeşmeden eve kadar bir zincir oluşturur ve damı, ahşap kaplamayı ıslatarak yanan evden sıçrayan ve rüzgarla uçuşarak dama ulaşan bir tahta parçasının bu evi tutuşturmasını önlemeye çalışırlardı. Hatta yanan evden akkor haline gelmiş çivilerin fırlayıp diğer evleri tutuşturduğu söylenirdi.”

ELEKTRİK, SU VE ISINMA...

Her evde şehir suyunun olmadığını aktaran Günay, evlerin elektrik, su ve ısınma ihtiyacının nasıl karşılandığını şu bilgilerle anlatıyor: “Tulumba evlere su taşıyan uzun boylu esmer bir sakayı hatırlıyorum. Terkos denilen şehir suyu, kurşun borularla evdeki mutfak ve helalara dağıtılırdı. Şimdi kurşunun kullanılması yasaklandı ama biz yıllarca kurşun su boruları kullandık. Helalar genellikle iki bölümden oluşurdu: İlk girilen yerde apteslik denilen mermerden bir lavabo, arkasında da mermerden büyük bir hela taşı... Evlerin çoğunda elektrik vardı. Ancak aydınlatma için kullanılırdı. O zaman buzdolabı, çamaşır makinesi gibi aletler olmadığından tesisatı daha basitti. Elektrik, evlerin yapımı sırasında mevcut olmadığından tesisat sonradan döşenmişti... Ahşap evde ısınmak bir sorundu, bütün önlemlere rağmen kışın yine de üşünürdü. Onun için kalın hırkalar giyilirdi. Sobalar Cumhuriyet Bayramı tatilinde kurulur, 19 Mayıs bayramı tatilinde sökülürdü.”

Erenköy'de Müfit Pazarcı Köşkü.

ERENKÖY TİPİ EVLER

Kitapta 15. ve 16. yüzyılına ait evlere dair bilgi verilse de esas olarak 1924 yılından itibaren inşa edilen konutlar üzerinde duruluyor. Kitapta dikkat çeken bir başka başlık ise “Erenköy Tipi Evler.” Günay bu konuda şunları aktarıyor: “Erenköy çok sevilen bir sayfiye yeri olduğundan bu üsluba S.H. Eldem Erenköy üslubu demektedir. II. Abdülhamid (1876-1909) zamanı, dönemin elektrik etkileri altındadır. II. Abdülhamid ile başlayan bu hareket adeta Ampir’in sadeliğine karşı bir tepki olarak yorumlanabilir. İstanbul’un yeni gelişen sayfiyeleri Göztepe, Erenköy gibi yerlerde doğayı doyasıya yaşamak için geniş bahçeler, ağaçlar (özellikle çam, sedir, manolya) ve çiçekler içinde yapılan bu ahşap köşkler, biraz İsviçre şale’lerinden biraz da İngiliz kolonyel evlerinden esinlenmiş ama mevcut ev tipine uyarlanmış uygulamalardır. Haç planlı evler, sivri çatılar ve kuleler, alınlıklı üst kat balkonları, çok süslü dekupajlı pervaz ve korkuluklar, panjurlar Bu dönem ahşap evleri için tam Rönesans olmuş, evler adeta bir dantel gibi işlenmiştir. Bu evler daha sonra Bakırköy, Boğaziçi, Adalar gibi yerlerde de inşa edilmiştir. 20. yüzyıl başında Vallaury, Montani Efendi, Kemaleddin Bey gibi mimarlar tarafından da yorumlanmış, Neo-Osmanlı tarzına uyarlanmıştır.”


ARŞİV