Sağlık enstitülerine ne oldu?

Doç. Dr. Fatih Artvinli’nin İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü için kaleme aldığı “Türkiye’de Salgın Yönetimi: Kurumsallaşma ve Kurumsal Hafıza Sorunu” başlıklı rapor, Türkiye’de sağlık alanında yaşanan dönüşümü tarihsel arka planıyla açıklıyor

24 Aralık 2020 - 12:44

Korona virüsü salgını dünyada bir yılı geride bırakırken ülkemizde de ilk vakanın açıklanmasının üzerinden 10 ay geçti. Tüm dünyanın gözü aşı çalışmalarına ve bu çalışmalardan çıkacak sonuçlara çevrilmiş durumda. Bir süre daha hayatımızda olacak korona virüsü salgını ne ilk ne de son olacak. COVID-19 pandemisi sırasında yapılan ve 25 Avrupa ülkesini içeren bir araştırmaya göre, kurumsallaşmış ve güven duyulan kurumların varlığı ile ölümlerin azlığı arasında bir paralellik söz konusu. Peki Türkiye’de salgınla mücadele hangi kurumlarla yönetiliyor, bu kurumların güvenilirliği ne kadar yüksek? Osmanlı Devleti’nde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde salgınla mücadele için hangi kurumlar oluşturulmuştu, bu kurumlarda hangi çalışmalar yapılıyordu?

Salgınla mücadelede kurumsallaşmanın önemine dikkat çeken Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Artvinli, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü için “Türkiye’de Salgın Yönetimi: Kurumsallaşma ve Kurumsal Hafıza” başlıklı bir rapor hazırladı. Rapor esas olarak Osmanlıdan Türkiye Cumhuriyeti’ne değin Türkiye’deki salgın alanındaki kurumsallaşmaların varlığını ve yokluğunu tartışmaya açıyor.

Salgınların yönetiminde akla gelen ilk uygulamalardan biri olan karantinanın, tarihi çok daha eski yüzyıllara dayansa da ancak 17. yüzyıldan itibaren sistemleşmeye başladığını ifade eden Artvinli, Osmanlı Devleti’nde modern karantina düşüncesinin ve uygulamalarının ise yenileşme, çağdaşlaşma ve yeniden düzen kurma çabalarının yaşandığı, 19. yüzyılın ilk yarısına denk düştüğünü belirtiyor.

Artvinli, 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nde her ne kadar kamu sağlığıyla ilgili çeşitli düzenlemeler ve uygulamalar hayata geçirilse de bu girişimlerin salgın hastalıkları da kapsayacak şekilde, süreklilik gösteren bütünlüklü bir halk sağlığı kurumu olmadığına dikkat çekiyor. 1918 yılında ortaya çıkan İspanyol Gribinin Osmanlı Devleti’ni de etkilediğini yazan Artvinli, “Başkent İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde hüküm süren salgında, ülke genelinde koordinasyon gücü olan bir kurum ve enstitünün yokluğu daha somut olarak açığa çıkmıştır.” diyor.

HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜ KURULUYOR

Raporda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında yapılan sağlık çalışmalarına da yer veren Artvinli, o yıllardaki kurumsallaşma çabalarını şöyle anlatıyor: “Milli mücadele yıllarında sağlık hizmetlerinin yeniden örgütlenmesi için Ankara Hükümeti, 1920 yılında Sağlık Bakanlığı’nın kuruluşunu gerçekleştirmiş, saltanatın kaldırılmasının ardından 1922 yılı sonlarından itibaren İstanbul’da bulunan yönetim birimleri yeni başkente taşınmaya başlamıştır. Daha esaslı yapılanma ise Dr. Refik Saydam’ın (1881-1942) yeniden Sağlık Bakanı olduğu 1925 yılından sonra ortaya çıkmıştır. Saydam’ın 1937 yılına kadar sürdürdüğü bakanlık görevi aynı zamanda erken Cumhuriyet döneminin halk sağlığı politika ve uygulamalarının şekillendirildiği ve sağlık bürokrasinin bu defa daha kalıcı bir biçimde ulusal çapta örgütlendiği dönemdir.”

İki dünya savaşı arası dönemde, pek çok Avrupa ülkesinde halk sağlığı ve bulaşıcı hastalıklara odaklanan Hijyen Enstitülerinin kurulduğunu hatırlatan Artvinli, raporda şu bilgilere yer veriyor: “1922 yılında Kimyahane, Bakteriyolojihane, Kuduz Tedavi Müessesesi ve Sıhhi Müze bir araya getirilmiş ve İstanbul Hıfzıssıhha Müessesesi adıyla oluşturulan kurum bünyesine dahil edilmişti. Ankara’da ise yeni bir hıfzıssıhha enstitüsü kurma planı 1928 yılında açılan Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi ile gerçekleştirildi. Dönemin diğer enstitüleri gibi bu kurumun da esas kuruluş amacı, halk sağlığı alanında bilimsel gelişmelerin izlenerek halk sağlığı koşullarının düzeltilmesiydi. Bununla birlikte kurumun, Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenecek konularda görüş bildirme, aşı ve serumlar üretme, ilaç kontrollerini yapma gibi görevleri tanımlanmıştır. Dönemin en önemli sağlık sorunu olmaya devam eden salgın hastalıklarla mücadele için alanında uzman bir ekip ve tesisler oluşturulmaya başlanmıştır.”

AŞI ÜRETEN BİR ÜLKE

Erken Cumhuriyet döneminin en önemli sağlık kurumlarından biri olan Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün 1930’lar boyunca gelişimini sürdürdüğünü belirten Artvinli’nin raporda yer verdiği bilgilere göre; Dr. Refik Saydam’ın ölümünden sonra, isminin anısına 1942 yılından itibaren Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü olarak anılan kurum bünyesinde 1931-1950 yılları arasında BCG başta olmak üzere, tifüs, çiçek, boğmaca, enflüanza aşıları, kuduz aşısı, serumu ve akrep serumu üretimine geçilerek başarılı çalışmalar da yapılmış. Bu aşıların bir kısmı, özellikle kolera aşısı, talep halinde ihtiyaç duyulan ülkelere gönderilmiş. 1938 yılında ciddi bir kolera salgınıyla başa çıkmaya çalışan Çin’e 1 milyon doz kolera aşısı hibe edilmiş. Yunanistan, Suriye, Irak gibi ülkelere tetanos ve difteri serumları gönderilmiş.

DEVLET ELİNİ ÇEKİYOR

Artvinli’nin başarılar ile anlattığı süreç ilerleyen yıllarda ise olumsuz bir tabloya dönüşmüş. Artvinli dönüşüm sürecini şöyle ele alıyor:

“1950-60 yılları arasında bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele kapsamında kolera, tifüs, boğmaca ve çiçek aşıları üretimine ve geniş ölçekli aşılama çalışmalarına devam edilmiş. 1960 yılından sonra ise, Dr. Nusret Fişek (1914-1990)’in öncülüğünde sağlık hizmetlerinin ülke genelinde sosyalleştirilmesi planlanmış. Devletin her yurttaşı için eşit bir şekilde sağlık hizmeti sunma ve tedavi imkânlarını sağlamak olarak özetlenebilecek bu politika doğrultusunda Türkiye genelinde sağlık hizmetlerinin kentlerden köylere yaygınlaştırılmasını, koruyucu ve tedavi edici hekimlik hizmetlerinin birlikte yürütülmesini içeren bir çerçevede adımlar atılmış.

1980’li yıllardan itibaren sağlık alanında yürütülen politikalar genel olarak sağlığın devlet tarafından denetlenmesi ve planlanması, özel sektörün teşvik edilerek alanda daha aktif yer almasının sağlanması doğrultusunda şekillenmiş. Dolayısıyla sağlık politikalarında bu yönde değişiklik yapılabilmesi için çeşitli yasal ve yönetsel düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bu uygulamalara ise sağlık hizmetlerinin devlete mali bir yük getirdiği, dolayısıyla devletin kaliteli, verimli bir hizmet sunamadığı anlayışı egemen olmuştur.”

“Üretim, denetim, yayın ve eğitim gibi alanlarda görevini merkez ve bölge teşkilatlarıyla sürdüren Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün hizmet yönetmeliği 1982 yılında yayınlanmıştır... 1990 yılında kurumun örgütsel yapısı yeniden değişime uğramıştır. 1997 yılında aşı üretim tesisleri faaliyetlerini durdurmuş ve 1999 yılında ise aşı üretim tesisleri kapatılmıştır. Kuruluşundan itibaren doğrudan Sağlık Bakanı’na bağlı bir kuruluş olan Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı, 2011 yılında kapatılmış ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu adıyla bakanlığa bağlı yeni bir kurum açılmıştır. Halk Sağlığı Kurumu her ne kadar Hıfzıssıhha Merkezi’nin kuruluş amacını içeren halk sağlığını koruma ve geliştirme görevini üstlenmiş gibi görünse de enstitünün yapısal bütünlüğünün dağılmasına yol açacak şekilde görevler farklı birimlere devredilmiştir.”

“YENİDEN ÖRGÜTLENMELİ”

Geniş çaplı salgınlar karşısında hazır olmak için hem acil eylem planlarının hazırlanmasının hem de halk sağlığını ilgilendiren her alanda daha fazla yatırım yapmanın zorunlu olduğuna dikkat çeken Artvinli, raporun sonuç kısmında şu önerilerde bulunuyor:

“Bulaşıcı hastalıklar konusunda sadece bilgi, araştırma, bilimsel öneriler değil aynı zamanda bu alanda bilimi bizzat üreten, aşı ve ilaç geliştirme dahil olmak üzere somut çözümlerin örgütlendiği kurumlara ihtiyaç var. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün kuruluş ve gelişim yıllarında sergilediği kurumsallaşma örneğinde olduğu gibi, bugün Türkiye’de bir ‘Enfeksiyon Hastalıkları ve Salgınlar Enstitüsü’ veya aynı amaç doğrultusunda bir enstitünün, geçmiş deneyimler göz önünde bulundurularak yeniden örgütlenmeli. Enstitü bünyesinde ileri referans laboratuvarları, enfeksiyon hastalıkları uzmanları, halk sağlığı uzmanları, epidemiyologlar, virologlar, mikrobiyologlar, biyoinformatikçiler, psikologlar, sosyologlar, istatistikçiler gibi farklı disiplinleri bir araya getiren ve bulaşıcı hastalıklar konusunda ileri düzeyde çalışmalar yapmaya imkan veren altyapı ve bilimsel bir ortam yaratılabilmelidir.”

“KURUM VE ENSTİTÜ YOK”

Son 20 yılda Türkiye’yi yıkıcı biçimde etkilememiş olsa da iki küresel salgın tecrübe edildiğini belirten Artvinli, şöyle devam ediyor: “21. yüzyıl Türkiye’sinde salgın ya da pandemi yönetimi denildiğinde öncelikle akla gelen özerk bir bilimsel kurum ya da enstitünün varlığından bahsedememekteyiz. Bununla birlikte salgınların yönetimi konusunda sorumlu olan Sağlık Bakanlığı’nın son iki pandemi sürecine benzer biçimde, COVID-19 pandemisi sırasında oluşturduğu ve görev süreleri pandemi ile sınırlı geçici bir kurulun varlığından bahsedilebilir.”

Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz. 


ARŞİV