Varoluşlarını derin bir hazla kucaklayan heykeller

Heykeltıraş Hande Şekerciler ve dijital sanatçı Arda Yalkın'dan oluşan ha:ar ikilisi, geniş bir yelpazede eserler üretiyor. Şekerciler ve Yalkın ile çalışmalarına hâkim olan duygu ve estetik üzerine söyleştik

01 Ekim 2021 - 09:53

Kadıköylü sanatçılar Hande Şekerciler ve Arda Yalkın, uzun yıllardır birlikte çalışıp üretiyorlar. “ha:ar” adı altında çalışmalarını kolektif bir şekilde yürüten iki sanatçının eserleri, Londra’nın önemli galerilerinden JD Malat Gallery işbirliğiyle 5-10 Ekim tarihleri arasında Contemporary İstanbul’da sanatseverlerle buluşacak. Şimdiye kadar dünyanın farklı şehirlerinde eserleri sergilenen ha:ar’ın çalışmalarında, Rönesans ve Barok dönemlerinin büyük ustaları ve geçmiş yeniden yorumlanıyor. Toplumsal meselelere heykel perspektifinden yaklaşan Hande Şekerciler’in figürleri Helenistik ve Rönesans sanat eserlerinden ilham alıyor. Şekerciler ve Yalkın ile dramatik bir bedensel gerilimle karakterize edilen eserlerini, kimliksiz figürleri ve sanatçıların teknolojiyle estetik anlayışlarının nasıl biraraya geldiğini konuştuk. 

Öncelikle, "ha:ar"ı konuşalım isterseniz? Nasıl bir birliktelik bu?

Arda Yalkın: Hande ile uzun zamandır beraberiz ve yıllardır aynı çalışma ortamını paylaşıyoruz. 2018 Mart ayında New York’ta bir misafir sanatçı programına kabul edildim ve bir ikili olarak gitmeye, beraber bir şeyler üretmeye karar verdik. Kimyamız tuttu ve ardından ABD’de başka programlara da kabul edildik, fuarlara katıldık, ilk solo sergimizi New York’ta, ikincisini Ankara’da açtık. Yakında Venedik ve Milano’da da solo sergilerimiz olacak. Bunların yanı sıra Piksel adında bir yeni medya misafir sanatçı programının kurulmasına liderlik ettik ve hala bir parçasıyız.

Eserlerinizde ne gibi referanslar var, genellikle hangi konuları işliyorsunuz?

Arda Yalkın: İkimiz de batı sanatının, özellikle de Rönesans döneminin ince işçiliğine hayranız. Benim ayrıca Ortodoks ikonografisine de bir düşkünlüğüm var ve bunu geçmişte kişisel işlerimde çokça kullandım. İmkânsız Heykeller serisinde hayranlık duyduğumuz bu dönemin eserlerine öykünüyoruz. Kabaca kendi ikonografimizi yaratmak istiyoruz. Bu serinin ve genel olarak işlerimizin konusu insanlığın kurduğu medeniyet ve ürettiği teknoloji ile olan çekişmesi olarak özetlenebilir. Hande, o dönemin resim ve heykellerindeki formları ancak yakından incelendiğinde görülebilecek modern mimikler şeklinde yorumladı.

Yine o dönemin cennet-cehennem, ilahi-fani gibi ikilemlerini sıkça kullanıyoruz. Hemen her resimde kısmen bir şiddet vurgusu var ve bu eserin ilk andaki parlak, renkli, albenili görüntüsü ile çelişiyor. Bu seri biz üzerinde çalıştıkça detaylanıyor ve her detayda bazen sadece bizim bildiğimiz bazen de kolayca anlaşılabilecek tarihi, sosyal ya da politik referanslar gizli. Örneğin, serinin ilk işini Hillary Clinton’ın seçim kampanyasında şahit olduğumuz bir an üzerine Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği’ni yeniden üreterek kurgulamıştık. İsa dirilse onunla konuşur musunuz yoksa selfie mi çekersiniz?

Hande Şekerciler: İkimiz de modern insanın sosyal medyadaki kendi varlığını oluştururken aslında içgüdüsel olarak bir tür öz-ikonografi aradığını düşünüyoruz. Bunun birkaç sebebi var; bazen çok beğendiğimiz fotoğrafları ikonik bulup defalarca paylaşıyoruz, beğendiğimiz duruşları, ışığı, renk örüntülerini tekrar ediyoruz. Ortodoks ikonografisinde, ressamlar ürettikleri imajları kendilerinin değil onların elleri ile tanrının ürettiğini söylerler. Modern insanın sosyal medyadaki hali biraz buna benziyor.

Bu bağlamda Lucid serisinden bahsetmek gerekebilir, bahsettiğim bu modern ikonografinin ha:ar tarafından yorumlanması diyebiliriz. Bu seride de diğerlerine benzer şekilde klasik sanatçılardan ilham alıyoruz. Teknik olarak Rembrandt’ın ve onun döneminde, onun etrafındaki diğer sanatçıların sıklıkla kullandığı, genellikle tek yapay ışık kaynağı ile aydınlatılan portrelere referans veriyor. Bu ışıklandırmayı jeneratif sıvı simülasyonları ile manipüle ediyoruz. Yine çok belli etmeden, modern dünyada kullanılan mimikleri kullanıyoruz.

KALIPLARIN DIŞINDA

Sanat pratiğinizin teknoloji ile ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Hande Şekerciler: ha:ar olarak işlerimizde makinenin kendi estetiğini kullanmadığımız yani tamamen jeneratif işler üretmediğimiz için, işçilik ve çalışma yöntemi olarak öykündüğümüz Rönesans döneminden daha kolay bir iş akışımız yok. Hatta yaratmaya çalıştığımız etkiyi ortaya çıkarabilmek için çok daha katmanlı ve birçok yazılımı, baskı tekniğini ve donanımı içeren karmaşık bir çalışma yöntemimiz var. Bu da bizi dikkatli ve titiz çalışmaya itiyor diye düşünüyorum.

Kullandığımız medyumları gerçek ve sanal/dijital olarak görmüyorum. Ayrımı fiziksel, fiziksel olmayan olarak koymak daha doğru geliyor bana. Çünkü teknoloji geliştikçe gerçeğin sınırları esniyor ve değişiyor. Bizim özelimizde bakarsak, üç yıl önce henüz pandemi yokken tam olarak bu geçirgenlik üzerine düşünmeye başlayarak ha:ar’ı kurduk. Heykel gibi son derece geleneksel üretim metotlarına sahip hem sergileme hem üretim için fiziksel alana ihtiyaç duyan bir pratikle, bu anlamda daha özgür, mekânsız olabilen yeni medyayı nasıl bir araya getiririz fikri bizi harekete geçirdi. Şu ana kadar da iyi bir melezleme yaptığımızı düşünüyorum.

Figürlerinizi dış dünyadan ayırmak için onları “kimliksiz” olarak yorumluyorsunuz.

Hande Şekerciler: Kurduğumuz medeniyet yaşadığımız hayatı olduğundan, olması gerektiğinden çok daha fazla zorlaştıran dinamikler içeriyor. Sizden uymanız beklenen belli birtakım kalıplar var ve bir şekilde biraz da olsa bunların dışına taşıyorsanız “yabancı”, “farklı”, “marjinal” olarak etiketleniyorsunuz. Belli iktidar gruplarına yakın beyaz bir erkek değilseniz hayatınızın bir noktasında mutlaka bunlara maruz kalıyorsunuz. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyle. Toplumun gelişmişliğine göre kimi ülkelerde insanlar diğerine daha hoyrat davranabilirken kimi ülkelerde ise “değerli” fikirlerini açıkça beyan edemiyorlar o kadar.

Bir yandan kimse kendinden memnun olamıyor. Saçını sevmiyor, kilosundan, boyundan, ten renginden, cinsel yöneliminden ve hatta cinselliğinden rahatsız oluyor. Henüz kendisi olamamış bu insanlarla dolu insan topluluklarıyız ama yine de herkes bir diğerine “nasıl olmalı” üzerine akıl veriyor. Gündelik hayatta hepimizin maruz kaldığı ve bir şekilde, isteyerek ya da istemeden başkalarını maruz bıraktığımız bu durum beni çok sıkıyor. Otuzlu yaşlarımın başında bu konular beni daha çok yormaya başladı, dolayısıyla o zamanlardan beri üzerine daha fazla düşünüyorum. “ecstasy” de bu süreçte yavaş yavaş gelişti. İnsanların kendilerini ve beraberinde başkalarını oldukları gibi kabul ettikleri, varoluşlarını derin bir hazla kucakladıkları bir dünyanın hayali olarak özetleyebilirim bu heykelleri.

“SANATÇILAR TARTIŞMAYA KATILMALI”

Sanat, teknoloji ile ne yöne doğru evriliyor?

Arda Yalkın: Dijital devrimin insanlığa dayattığı değişimin sonuçlarının neler olabileceğini, sadece politikacıların ve çok uluslu şirketlerin değil farklı pratikten gelen insanların yanı sıra, sanatçıların da tartışması, alınan kararlarda onların geleceğe dair hayallerinin de etkisinin olması gerekiyor. Aksini düşünmek bile korkunç olurdu. Ancak, sanatçıların bahsettiğim tartışmaya katılabilmesi, diğer disiplinlerle etkileşime girebilmeleri ve değişen dünyayı şekillendirecek fikirler üretmeleri için, bugünün dili olan teknolojiyi öğrenmeleri çok önemli. Blockchain, yapay zeka, arttırılmış gerçeklik, yapay insan, veri görselleştirme gibi kavramları bilmeden, gelecek hakkında konuşmak artık mümkün değil.

Sanat üretiminde teknolojiyi kullanmak yaratıcılığı besliyor mu?

Arda Yalkın: Yaratıcılığı besleme konusunda kesin bir yargıda bulunmam doğru olmaz çünkü her sanatçının beslendiği kaynaklar kendisine özeldir. Ancak şunu söyleyebilirim, dijital medyum bazen bugünün dünyasını kavramak ve anlamlandırmak için daha avantajlı olabiliyor.

Bu sene Türkiye ve İtalya’da üç şehirde birden sergi açtınız, tepkiler nasıldı?

Arda Yalkın: Pulse: Electric Mannerism, Cer Modern’de gerçekleşen serginin üzerine yeni işler eklenerek büyüyen bir sergi oldu. Bu bizim aslında Mart 2020’de İstanbul’da gerçekleştirmek istediğimiz bir konseptti. İzleyicilerin üç katlı bir binada önce Hande’nin solo sergisindeki fiziksel heykelleri gördükten sonra üst katlarda çoğunlukla heykel ve insan bedeni etrafında kurgulanmış dijital resim, heykel ve videoları deneyimleyecekleri bir ikili sergi kurgulamıştık fakat açılışa bir hafta kala sergiyi ertelemek zorunda kaldık.

Bu kurguyu -bazı eserleri İstanbul’a saklamak istediğimiz için- biraz basitleştirerek Ankara Cer Modern’e taşıdık. Sonrasında bazı yeni resimler ekleyerek Venedik’e ve ardından Milano’ya. Şimdi de Contemporary Istanbul için İstanbul’dayız. Tek bir sergi gibi gözükse de aslında Hande’nin kişisel ve ha:ar’ın işlerinden oluşan, iç içe geçmiş, birbirleri ile hem teknik hem de içerik olarak konuşan iki sergi. İki serginin içeriğindeki zıtlık da aslında dünyaya iki ayrı bakış açısı sunuyor; bir yanda medeniyet ile olan mücadele, diğer tarafta kendilerini olduğu gibi kabul etmiş, vecd halindeki insanlar. Sergimizin gittiği tüm şehirlerde pandemi koşullarına rağmen oldukça ilgi gördüğünü söyleyebiliriz sanırım.

Pandemi dönemi sizi nasıl etkiledi?

Hande Şekerciler: Karantina olup kapanınca ve katılmak gereken davetler, toplantılar için yolda geçirilen zaman olmayınca daha da verimli şekilde üretmeye başladık. Piksel gibi bilgi paylaşımında bulunabildiğimiz, diğer sanatçılarla bir araya geldiğimiz bir organizasyon kurmaya vaktimiz oldu. Dolayısıyla garip bir şekilde pandemi süreci bizim açımızdan her anlamda çok verimli geçiyor. Müzelerin, galerilerin VR turları nicedir vardı fakat çoğunluk tarafından bu süreçte keşfedildi. Pandeminin bu süreci de hızlandıracağını; üretim yöntemleri ve teknoloji ile olan ilişkisinde tutucu davranan, reddeden sanatçıların da istisna olacaklarını ön görüyorum. Elbette yeni medya sanatı tek sanat türü olacak demiyorum ama konvansiyonel sanatçılar koleksiyonların el değiştirmesi ve siber kültürün içine doğan yeni nesil tarafından devralınmasıyla yavaş yavaş geride kalacaklar.


ARŞİV