İskender Giray: 'Gezi, Türkiye'nin Rönesansı oldu'

Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’na bıraktığı “Ekmekçi Berkin’i Arıyor” heykeliyle oradan her geçişimizde içimizi cızlatan İskender Giray, son eseriyle hidroelektrik santrallerle (HES) yok edilen doğaya dikkat çekiyor. “Hayat Eşittir Su (HES)” adlı eserini ilk kez İstanbul Contemporary Sanat Fuarı’nda sergileyen Giray, “Gezi direnişi Türkiye’de yaşanmamış Rönesans’ın başlangıcı oldu” diyor

21 Kasım 2014 - 11:00

Semra ÇELEBİ

İskender Giray, artık Kadıköylülerin adını iyi bildikleri bir sanatçı, pek çok heykeltıraşın aksine. Moda’daki Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’na, Berkin Elvan için yaptığı “Ekmekçi Berkin’i Arıyor” adlı heykelini bıraktı önce. Üstelik ismini bile yazmadan… Kadıköylüler bu güzel insanı merak ederken, bu sefer madenciler için bir inşaatın duvarına yaptığı resimle çıktı karşımıza. “Saati 5 liraya içeri girer misin? Çıkamazsan? Kaderyazıyordu o duvarda; hemen ardından Soma’da 301 maden işçisi yerin yüzlerce metre altında kaldı. Kader yeniden iş başındaydı…
Moda Caddesi’ndeki kuruyan ağaç da gözünden kaçmadı Giray’ın, yerine “Ağaca Ağıt” heykelini dikti. O da bir gece çalındı ama neyse ki heykel Halkalı’da bulundu. Yakında yerine konacak yeniden.
Evi ve atölyesi Moda’da bulunan İskender Giray geçen hafta ise son eseri HES ile dünyaca ünlü sanat kurumlarının yer aldığı İstanbul Contemporary Sanat Fuarı’ndaydı. Halka Sanat Projesi standında sergilenen Hayat Eşittir Su (HES) heykelini vesile edip Giray’la söyleştik.

 -Sondan başlayalım. Neden HES’lerle ilgili bir heykel?

Çünkü çok üzülüyorum. Köylerine HES yapılan, dereleri kurutulan, sesleri çıkmayan insanlara üzülüyorum. İhtiyacından fazlasını alan tek canlı insan… Ağzımızdan hiç düşürmediğimiz bir söylem vardır büyük balık küçük balığı yer diye. İnsanoğlu bunu düstur haline getirmiş ama yanlış bir biçimde. Büyük balık küçük balığı yer ama karnı açken yer, karnı toksa küçük balığı bırakır. Aslan avının bir kısmını çakallara, çakallar bir kısmını kargalara bırakır. Ama insanoğlu her şeyi cebine koymaya çalışıyor.
20 megabaytlık bir enerjiden bahsediyoruz. Bu Türkiye’nin genel ihtiyacının yüzde 5’i ve biz yüzde 5’i için bir sürü canlıyı, binlerce yılda oluşmuş bir bitki örtüsünü feda ediyoruz. İnsan ne zaman doğaya dokunsa sonu hep hüsranla sonuçlandı. “Su boşuna akıyor” diyorlar. Boşuna akıyor dediği sularla adam tarlasını suluyor, o suda yetişen kurtla tavuklarını besliyor. Ama oraya, ömrü ne kadar olacak bilmediğimiz bir Hidroelektrik Santral yaparak bu döngüyü mahvediyorlar.

 -Öfkelisiniz, bu öfkeniz de eserlerinize yansıyor gibi…
Evet, aynen öyle.


 -Hayat Eşittir Su (HES) eseriniz sadece bir heykel değil, bir balta, bir ağaç ve onun gölgesinde oluşan hamile bir kadın görüyoruz. Ne anlatmak istediniz?


Bu çalışmam, iki yönden kendini tamamlayan kısır döngünün anlatımı. Ağaç HES çalışması sırasında kalan canlılardan biri, sadece ağacı temsil etmiyor, orada bütün doğadan bahsediyorum. O ağacın dallarıyla da doğanın, suyun akış biçiminden bahsediyorum. Yani gelişi güzel görünebilir ama o dallar sarmallar oluşturur, tekrar bir araya gelir, büyük eller oluşturur. Mevlana’nın çok sevdiğim bir sözü vardır: “Nehir’in çok sevdiği denize karışmak değil akmaktır”. Su boşa akmıyor, akmaktan hoşlanıyor, onun önü kesilmemeli ki o gidebileceği her yere ulaşsın ve ulaştığı her yere hayat taşısın. Yaptığım ağacın her dalı belli bir noktasından insan eliyle kesilmiş ve üzerinde tek tomurcuk kalmış. O tomurcuk tek hayat belirtisi.  O ağacın yanında tamamen yok olmuş, balta sapına dönmüş bir ağaç gövdesi var.  Baltanın içinden ışık çıkıyor. Ağacın dallarını kesen hidroelektrik santrali ile bu cinayet aletiyle ürettiğimiz elektrik sayesinde bir ışık yakıyoruz ve bu aydınlanmayla hiçe çevirdiğimiz doğanın son halini görüyoruz. O baltaya dönmüş ağaçtan gelen ışığın, tek tomurcuğu kalmış ağaca yansımasıyla bir hamile kadın gölgesi oluşuyor. Sıradaki kurban son kalan hamile kadın…  Anlatmak istediğim bu kısır döngü.
 
-HES’i Kadıköy sokaklarında görecek miyiz?
Bu biraz kapalı alan heykeli. Bu iş maliyet açısından çok yüksek bir miktara mal oldu. Bu tip bir maliyeti sokağa atamam çünkü başına geleceği biliyorum; ilk demirci tarafından içindeki 100 kilo bronz eritilip satılacaktır. Ama Kadıköy Belediyesi bu eseri benden alır bina girişine koymak isterse seve seve veririm. Bunun gibi işleri Kadıköy sokaklarında çok göreceksiniz. Mesela Bahariye Caddesi’nde yere üç boyutlu bir eser yapmayı planlıyorum, önümüzdeki bahara yaparım umarım.
Kadıköy’den vazgeçmeyeceğim. Keşke sadece Kadıköy’de kurtarılmış bölgeye sığınmış kalmasak;  linç edilmeyeceğimi bilsem Halkalı’ya da bırakırım heykelleri.  
 
-Bir sabah kalktığımızda Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’nda “Ekmekçi Berkin’i arıyor” heykelinizle karşılaştık. Bu oradan geçen pek çok insanı heyecanlandırdı. Siz ne hissettiniz bunu yaparken ve oraya bırakırken?
Yine bir kızgınlık haliyle başladı. Zaten kızgınlık hali hiç bitmemişti ama bardağı taşıran damlalar vardı. Bunlardan en önemlisi de Berkin’in ölümü ve acılı annesine yüklenilmesi oldu. Bu kelimeden de pek hoşlanmıyorum ama Berkin’in ailesiyle empati kurdum. Onlarla aynı duyguyu paylaştım. Gece rüyamda heykeli gördüm ve sabah kalkıp yapmaya başladım. Bir haftada bitirdim.  Bir nefeste bitirdim, sinirimi attım. Ama üzüntü içimde kaldı, o üzüntüyle gidip meydana heykeli diktim.

-Oraya koyarken insanların tepkisi ne olur diye düşündünüz mü?


Kadıköy halkının kötü bir tepki vereceğini hiç düşünmedim. Altına imzamı da atmadım görenin dikkatini dağıtmamak adına. Sadece “ekmekçi berkini arıyor” diye yazdım ama açıkçası ben otoritenin kaldıracağını, tahammül edemeyeceğini düşünmüştüm. Neyseki bu konuda şanslıyız. Halk orada durmasını istedi, Kadıköy Belediyesi de bu talebe saygı duydu.
 
-Bir de maden işçileri için yaptığınız bir duvar resmi var…
Evet, onu Soma katliamından iki hafta önce, 1 Mayıs’ta yaptım. Aslında temeli üç yıl öncesine dayanır. Madencilerle ilgili bir film izliyordum, o filmi izlerken bir an kendimi bir madenin içine soktum ve sabah akşam orada çalıştım. Güneşi görmeden yaşamanın ne kadar korkunç olduğunu hissettim. Üstelik bunu üç kuruş için yapmak zorundalar.  Ben de gittim bir inşaatın duvarına onları resimledim; “Saati 5 liraya içeri girer misin? Çıkamazsan?  Kader” yazdım. Çok kısa bir süre sonra da Soma oldu. Bu sefer “kader” demediler, “fıtrat” dediler…

-Gezi direnişinden önce toplumsal konulara bu kadar duyarlı bir sanatçı mıydınız?

Evet duyarlıydım ama bu kadar aktif değildim. Gezi hepimiz için bir milat oldu.  Türkiye’nin yaşamadığı Rönesans’ın başlangıcı diyebiliriz.

-Sizin hayatınızda da bir Rönesans döneminden bahsedebiliriz. Fizik Mühendisliği okuyup plazalarda çalıştıktan sonra, bütün bunları bırakıp ellerinizle yaratmaya geçmeniz nasıl oldu?

Kararım bir kimlik bunalımı sırasında oldu. Bana verilen denklem basitti; iş, aile, çocuk, araba… Denklemin çoğu parametresini sabitlemiş olmama rağmen çıkan sonuç hiç mutluluğa yakın bir şey değildi. Sürekli girdiğim toplantılarda yabancılaşıyordum. Bir gün dedim ki bunu yapmayacağım. Babam, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde savcılık yapmıştı. O zamanlar ben de oradaydım sürekli. 8 yaşındaydım. Bir siyasi mahkûm bana resim yapmayı öğretmişti. O cezaevi duvarlarını boyardı sonra birlikte resim yapardık. Sonrasında resim yaşamımda hep oldu. İşte 27 yaşımdayken hala geç değil diyip başka bir hayata başladım. Maddi açıdan zorluk çeksem de hayatımda aldığım en doğru karardı bu.
 
-Duyarlı bir sanatçı için nasıl bir yer Kadıköy?
Kesinlikle doğru yer. Tatmin olacağı bir yer. Ama sadece orada kalmamalı. Mutlaka dışarıya da iş yapmalı ki oralara gidip sinirlerini bozabilsin. Yoksa buradaki tozpembe görüntüye aldanabilir. 

ARŞİV