Romanlarında inanç, tarih ve bilimi buluşturan Arif Ergin, her satırında İstanbul’un belleğini taşıyan yazarlarından biri. İlk romanı Tekvin’le ses getiren Ergin, yedi yıl aradan sonra yayımladığı Gizlenen’de bu kez 2035 yılında depremin yıktığı İstanbul’u anlatıyor; Mimar Sinan’ın mirasından Konstantin’in vasiyetine uzanan bir hikâyeyle hem geçmişin hem geleceğin izini sürüyor.
Kadıköy’de yaşayan aynı zamanda endüstri mühendisi olan yazarla, kentin görünmeyen yüzünü, yazma disiplinini ve Gizlenen’in ardındaki sorgulamayı konuştuk.
Yazın yolculuğunuz, ses getiren “Tekvin” romanıyla başladı. Ardından gelen “Gizlenen” ile Türk edebiyatında kendinize özgü bir yer edindiğiniz konuşuluyor. “Gizlenen” edebi serüveninizde nasıl bir dönüm noktası oldu?
Tekvin, ölmekte olan bir yazarın romanıydı. Temel motivasyonum, hayatım boyunca ilgimi çeken ve araştırma yaptığım konularda benden geriye kalıcı bir şey bırakabilmekti. İlginç bir şekilde, adı sanı bilinmeyen bir yazarın ilk romanı olarak bir anda ülke gündemine oturdu ve çoksatan listesinin en üstüne yerleşerek ülkede en çok okunan romanlardan biri oldu. Aradan geçen uzun yıllara rağmen hala her yıl baskı üstüne baskı yapıyor ve okunmaya devam ediyor.
Son romanım Gizlenen ise, kendini ilk romanla kanıtlamış bir yazarın romanıydı. Bunun hem iyi bir şey hem de biraz stresli bir durum olduğunu itiraf etmeliyim. İlk roman Tekvin’le çıtayı öyle bir noktaya koymuş oldum ki, Gizlenen’i yazarken kaleme aldığım her kelimede bunu hatırlayarak ekstra bir özen göstermek zorunda hissettim kendimi. Bu sanki okurlarla aramızda gizli bir anlaşma gibiydi. Bu nedenle titiz bir çalışma ile hiç aceleye getirmeden, tam yedi yılda yazdım Gizlenen’i. Sonuç oldukça tatmin edici oldu.
Kitaba gelelim; Gizlenen 2035’te geçen bir İstanbul distopyosunu anlatıyor. Böyle bir evren kurma düşüncesi nasıl doğdu ve bu evreni kurgularken hangi toplumsal ya da küresel kaygılardan beslendiniz?
Söylediğiniz gibi, Gizlenen, 2035 yılında depremin yerle bir ettiği İstanbul’u anlatıyor. Bazı ülkeler bu yıkımı fırsat bilip yardım bahanesiyle İstanbul’u işgale hazırlanıyor ve olaylar gelişiyor. Gizlenen’in konusu ise zaten yıllardır kafamda olan bir konuydu. İş yaşamımda da deprem ve iklim dirençli kentlerle uğraşan bir uzman olarak olası bir depremin yaratacağı problemler üzerine kafa yoruyorum. Hem İstanbul’da yaşayan bir vatandaş olarak hem konunun uzmanı biri olarak bu tehlikeye baktığımda ne görüyorsam onu aktardım okurlarıma. Yine bütün gerçekçiliğimle ve bilgi, belgeye dayanan romancılığımla, işin içine dini, tarihi, felsefeyi, bilimi ve ezoterik öğretileri de kattım.
“GÖLGENİN KAYNAĞINI ARADIM”
Mimar Sinan eserleri, Konstantin’in Vasiyeti gibi tarihi–ezoterik öğeler romanın omurgasını oluşturuyor. Mimar Sinan’ın eserlerini bu sırların taşıyıcısı olarak seçmenizin özel bir anlamı var mı?
Mimar Sinan, benim için sadece bir mimar veya mühendis değil; taşlara hayat veren bir filozof. Eserleri, görünmeyen bir dilin cümleleri gibi. Her kubbede bir dua, her sütunda bir sır var. Her asırda bir depremle yerle bir olan İstanbul’da asırlardır ayakta kalmayı başarmış eserlerin, hanların, hamamların, camilerin mimarıdır Mimar Sinan. Bu yüzden romanın kalbine oturuyor. Öte yandan İstanbul’un tarihteki önemini burada yeniden anlatmaya lüzum yok.
Biz geçmişin gölgesinde yürürken, o gölgenin nereden geldiğini çoğu zaman bilmiyoruz. Ben o gölgenin kaynağını aradım. Sinan’ın eserlerini seçmemin nedeni, onun taşlara bilgelik kodları işlemiş olabileceğine duyduğum sezgidir. Ve belki de o kodlar hâlâ burada, gözümüzün önünde duruyor diye düşünerek başladım araştırmaya. Ve tam 13 eserinin birbirleriyle iletişimde olduğunu ve özel bir mesajı çağlar sonrasına iletmek için tasarlandığını fark edince bunu romanıma büyük bir heyecanla işledim.
Tünellerde, dehlizlerde, arşivlerde ve müzelerde yaptığınız keşif gezilerinin romana etkisi ne oldu?
Ben çocukluktan beri İstanbul’un eski eserlerinde, tünellerinde, dehlizlerinde gezmeye meraklı bir insandım. Aslında romanlarımı yazarken bu hobimin büyük faydasını görüyorum. Galata Mevlevihanesi’nin, Eyüp Sultan Camii’nin ve İstanbul’da yakın tarihlerde restore edilen pek çok önemli eserin restorasyon inşaatlarında bizzat çalıştım. Gerçeğe dokunmadan kurmaca inşa edemezsiniz. Ayasofya’nın altındaki nemi hissetmeden o bölümü yazamazsınız mesela. Veya yazarsınız da işte öylesine bir yazı olur o, yavan olur, duyguyu okura geçiremez. Topkapı’daki sessiz bir arşivin kokusu, sadece bilgi vermekle kalmadı bir karakterin ruh halini belirledi bazen. Bu keşif gezileri, yalnızca bilgi toplamak için değil; mekânın enerjisini hissetmek içindi. Bir duvarın sıvası, bir mermerin çatlağı, bazen bir paragrafın kaderini değiştirir. Çünkü mekân, benim için canlı bir varlıktır. Gerçeğe temas ettikçe, kurgu derinleşir.
“İSTANBUL SADECE BİR MEKÂN DEĞİL”
Karakterlerinizin çoğu İstanbul’un tarihi yarımadası ve Galata çevresinde yaşıyor. İstanbul’u hikâyenizde bir fon değil, adeta “canlı bir karakter” olarak ele almanızın nedeni neydi?
İstanbul yaşayan bir şehir. Onu sadece bir arka plan olarak görmek bana haksızlık gibi geliyor. Her sokakta bir hafıza, her taşta bir tanıklık var. Ve o kadar hızlı değişiyor ki, bazen de yazarken kendimi bir vakanüvis gibi hissediyorum. Çünkü edebiyat tarihe not düşmektir.
Benim için İstanbul, romanın görünmeyen anlatıcısı. Kadıköy’den Galata’ya bakarken bile bunu hissediyorum: Sis yükselirken, şehir konuşmaya başlıyor. Bu yüzden İstanbul, sadece bir mekân değil; karakterlerin kaderini belirleyen bir ruh aynı zamanda.
Romanın teşekkür bölümünde yazım sürecinizin “oldukça uzun ve ilginç” olduğunu belirtiyorsunuz. Bu süreçte sizi motive eden şey neydi?
Ben yazarlığı hobi olarak yapan bir yazarım. Aslında iş hayatım oldukça yoğun ve tam gaz devam ediyor. Bu elbette roman yazma sürecimin uzamasındaki temel sebep. Uzun zamana yayılan yazma sürecinde ise beni oyunda tutan iki temel motivasyonum vardı aslında.
Birincisi Merak. Belki de çocukluktan beri hiç kaybetmediğim tek şey o.
Her sabah yazı masasına oturduğumda kendime şunu sordum: “Bugün neyi keşfedeceğim?” Roman yazmak benim için bir yarış değil, bir arayış. Yorulduğumda, karakterlerimin bana dönüp “daha bitmedi” deyişini duyuyorum sanki. İşte o ses, beni oyunda tutan şey. İkincisi ise okurlar. O kadar çok okurdan “hadi ne zaman geliyor roman” kabilinden e-posta ve mesaj aldım ki yazmama şansım yok gibiydi. Instagram’dan, Youtube’dan yazan, e-posta atan ve ısrarla Gizlenen’i bekleyen tüm okurlarıma bir kez daha bu vesileyle teşekkür ediyorum.
“İNSANLIK HÂLÂ “HAZIRLIK SINIFINDA”
“Her okur kendi Gizlenen versiyonunu yaratır” diyorsunuz. Okurla kurduğunuz bağı nasıl tanımlarsınız?
Okur benim için metnin ortağıdır. Bir roman, ancak okurun zihninde can bulur. Onu okuyan her bir okur zihninde kendi sahnelerini kurar, kendi duygularını yaşar. Gizlenen’i kaç kişi okuduysa, dünyada o kadar farklı Gizlenen versiyonu var demektir. Bu okurla yazar arasında, sadece okurların ve benim bildiğimiz bir bağ. Tanımlamak, ifade etmek zor. İmza günlerinde, söyleşilerde göz göze bakıp romandan bahsettiğimizde bunu hissediyoruz.
Bu yüzden Gizlenen tek bir roman değil, her okurda yeniden yazılan bir metindir. Kimisi için bir tarih romanıdır, kimisi için bir ruhsal yolculuk. Herkes kahramanları kendi zihninde hayal eder. İki okur yanyana gelip bir kahramanı diğerinin gözünden görse eminim şaşırırdı. Çünkü bir kahramanı okurken herkes farklı yüzler, farklı mimikler hayal eder. Ve ben de bazı detayları özellikle belirtmeyerek buna izin vermekten mutluluk duyarım, çünkü edebiyat ancak böyle çoğalır.
Anladığım kadarıyla romanlarınızda inanç, bilim ve tarih sürekli kesişiyor. Sizce bu üç unsur birbirini nasıl etkiliyor, nasıl dönüştürüyor?
İnanç anlamı arar, bilim yöntemi, tarih ise tanıklığı. Bu üçü bir araya geldiğinde insanın varoluş haritası çıkar. Benim için bu unsurlar birbirini dışlamaz. Bilim inancı sınar, inanç bilimi sorgular, tarih ise ikisine ayna tutar. Aralarındaki gerilim, insanlığın gelişiminin motorudur aslında. O yüzden bu üçgen benim romanlarımın temel manyetik alanıdır.
Son yüzyılda ise bu döngüde de enteresan bir kırılma olduğunu görüyorum. Bilim öylesine büyük bir hızla ilerliyor ki, artık eskiden sadece masallarda olan şeyler hayatın içinde bir bir gerçekleşmeye başladı. Sanki bu baş döndürücü gelişimle birlikte artık masallar bilime, bilim de masallara dönüşüyor gibi hissetmeye başladım. Romandaki “Golem” hikayesi de aslında biraz bunu sembolize ediyor aslında. Henüz okumamış olanların okuma keyfini kaçırmamak için daha fazla detay vermiyorum.
Mimar Sinan’ın eserleri gibi, gözümüzün önünde duran ama hâlâ fark edemediğimiz başka sırlar gizleniyor olabilir mi? Ve sizce insanlık böylesi mutlak bir bilgiye hazır mı?
Mimar Sinan gibi 100 yıl yaşamış ve bu yüzyılın yarısını da Osmanlı’nın en görkemli çağında başmimar olarak yaşamış birinden bahsettiğimizde, itiraf etmeliyim ki bütün sırlarına vakıf olduğumu söyleyemem. Gizlenen romanında tespit edebildiğim 13 Mimar Sinan eseri üzerinden bir bilmece çözüyoruz. Bunu da okurla birlikte, sayfa sayfa ilerleyerek yapıyoruz. Yaklaşık 500 sayfalık bir romanda Mimar Sinan’ın ancak 13 eserine yer verebildim. Ama onun 360’ın üzerinde eseri var. Kim bilir, başka ne sırlar taşıyordur hepsi. Belki bir taşın yüzeyinde, belki bir sesin yankısında, belki bir binanın gökyüzüne göre konumunda nice sırlar saklı. Ama asıl mesele onları çözmek değil; onları anlayacak bilince ulaşmak. Çünkü bilgiye sahip olmak başka, ona layık olmak başkadır.
Bence insanlık hâlâ “hazırlık sınıfında.” O yüzden bazı sırlar, hâlâ sessiz kalmayı tercih ediyor.