Vasconcelos: Şeker Portakalı

José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı kitabından bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz

22 Mayıs 2020 - 10:01

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

JOSE MAURO DE VASCONCELOS (6 ŞUBAT 1920 - 24 TEMMUZ 1984)

José Mauro de Vasconcelos, 26 Şubat 1920’de Brezilya'da Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu bucağında doğdu. Yarı Kızılderili yarı Portekizli, yoksul bir ailede doğan Vasconcelos iki ayrı kültürün de izlerini taşıdı. Oldukça yoksul olan ailesi, onu öğrenimini devam ettirmesi amacıyla Natal kasabasındaki amcasının yanına gönderdi. Liseyi Natal'da bitirdikten sonra 2 yıl tıp öğrenimi gördü ve öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro'ya gitti. Tarım işçiliğinin yanı sıra balıkçılık da yapan yazar, yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı. Bu durum, ona yazdığı roman ve hikâyeler için önemli kaynak sağladı.

Genellikle romanlarında, roman karakterlerinin yaşamlarındaki zorlu yaşam koşullarını, yoksulluğu ve şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatan yazarın ilk eseri Yaban Muzu (1942)'dur. Kayığım Rosinha (1961) ile ününün doruğuna çıkan yazarı dünya çapında tanıtan eseri Zéze'nin maceralarını anlatan üçleme romanın ilk kitabı olan Şeker Portakalı olmuştur.

Vasconcelos’un Can Yayınları tarafından yayımlanan Şeker Portakalı kitabından bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.

 

Sevgiyi oluşturan ufak tefek şeyler

“Ve hiçbiri konuşmuyordu, hem de üstlerine bile binemiyordun demek, Portuga?”

       “Evet.”

       “Oysa çocuktun, değil mi?”

       “Evet. Ama bütün çocuklarda sendeki gibi ağaçları anlama talihi yoktur. Hem bütün ağaçlar da konuşmayı sevmez.”

       Sevgiyle güldü ve devam etti:

       “Gerçek ağaç değildi bunlar, asmaydı. Sen sormadan anlatayım bari: Asmalar, üzüm ağaçlarıdır. Sarmaşık gibi tırmanan bir çeşit büyük bağdır bunlar. Bağbozumu zamanı çok güzel olurlar (nasıl olduğunu bana anlattı) ve üzümü ezerek yapılan şarap (yeniden anlattı)…

       Konuştukça, bana pek çok şeyi en iyi biçimde anlatmayı başarıyordu. Edmundo Dayı kadar iyiydi.

        “Daha çok anlat,” dedim.

       “Hoşuna gidiyor mu?”

       “Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum.”

       “Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?”

       “Gider gibi yaparız.”

       Sonra bana, kışın kuruyup samana dönüşen otları ve peynirin nasıl yapıldığını anlattı. ‘Piynir’ diyordu. Sözcükleri değiştiriyordu konuşurken, ama bunu daha da güzel buluyordum.

       Sustu, derinden bir iç çekti.

       “Yakın gelecekte oraya dönmek isterim. Sakin, tatlı bir yerde yaşlılığımı beklemek isterim. Monre-al yakınında, Folhadela’da, o güzelim Trâs-os-Montes’imde.”

       Geniş yüzü daha gergin ve hep pırıl pırıl olduğu halde, Portuga’nın babamdan daha yaşlı olduğunu o güne kadar fark etmemiştim. Garip bir şey oldu duygularımda.

       “Ciddi mi konuşuyorsun?”

       O zaman sezdi hayal kırıklığımı.

       “Aptal, buna daha çok zaman var. Belki oraya hayatımda bir daha dönmeyeceğim.”

       “Ya ben?.. İstediğin gibi olmam için o kadar uğraştım!”

       Elimde olmadan, gözlerim yaşlarla dolmuştu.

       “Bazen benim de hayal kurabileceğimi kabul etmelisin.”

       “Ama hayalinde bana yer vermedin.”

       Keyifle güldü.

       “Ben sana bütün hayallerimde yer veriyorum, Portuga. Tom Mix ve Fred Thompson’la yemyeşil geniş çayırlara doğru yola çıktığımda, fazla yorulmadan yolculuk edebilmen için sana bir posta arabası tuttum. Gittiğim bütün yerlerde sen de varsın. Zaman zaman, okulda kapıya bakıyorum ve senin görünüp bana günaydın diyeceğini düşünüyorum…”

           “Tanrım! Hiç bu kadar sevgiye susamış bir küçük yürek görmedim… Ama biliyor musun, bana bu kadar bağlanman doğru değil.

Minguinho’ya anlattıklarım bunlardı işte. Minguinho benden de beter bir gevezeydi.

       “Doğru bu. Xururuca, babam olduğundan beri çocuklarına kanat geren bir ana kuş gibi. Bütün yaptıklarımı beğeniyor. Ama kendine göre beğeniyor. Bu çocuk çok yükselecek, diyen ötekiler gibi değil. Yükseleceğim, ama Bangu’dan hiç çıktığım yok.”

       Minguinho’ya sevgiyle bakıyordum. Sevginin ne olduğunu gerçekten keşfedeli beri, bütün sevdiklerimi sevgiye boğuyordum.

       “Biliyor musun, Minguinho; on iki çocuğum ve ardından bir on iki çocuğum daha olsun istiyorum, anladın mı? İlk on ikisi hep çocuk kalacak; kimse de onları dövmeyecek. Ötekiler büyük insanlar olacaklar. Onlara soracağım: Ne iş tutmak istiyorsun, yavrum? Oduncu mu olmak istiyorsun? Peki, işte sana baltayla kareli gömlek. Sen bir sirkte hayvan eğiticisi mi olmak istiyorsun? Peki, işte sana kırbaç ve giysi…”

       “İyi ama, Noel’de bu kadar çocukla ne yapacaksın?”

       Ah şu Minguinho! Böyle bir anda hiç insanın sözü kesilir mi?..

       “Noel’de çok param olacak. Bir kamyon dolusu kestane ve fındık alacağım. Bol bol ceviz, incir ve kuru üzüm. O kadar çok oyuncakları olacak ki, başkalarına verecekler; yoksul komşu çocuklarına dağıtacaklar… Şimdiden sonra zengin olacağım; piyangoda kazanmak istediğim büyük ikramiyeden de çok param olacak.”

       Minguinho’ya meydan okurcasına baktım, böylece sözümü kesmesini başına kakmış oluyordum.

       “Bırak da arkasını anlatayım. Daha çok çocuk var. Peki, sen kovboy olmak mı istiyorsun oğlum? İşte sana eyer ve kement. Mangaratiba’nın makinisti mi olmak istiyorsun? İşte sana kasketle düdük…”

       “Düdük niçin, Zezé? Tek başına konuşmaktan kafayı üşütüyorsun.”

       Totoca gelmiş yanıma oturmuştu. Dostça bir gülümsemeyle, şeritler ve bira kapaklarıyla süslü şeker portakalı fidanımı seyrediyordu. Bir istediği vardı.

            “Zezé, bana dört yüz reis borç verir misin?”

       “Hayır.”

             “Ama bu kadar paran var, değil mi?”

       “Var.”

       “Nedenini bile sormadan bana bu parayı borç vermeyeceğini söylüyorsun, değil mi?”

       “Trâs-os-Montes’e gidebilmek için çok zengin olmak istiyorum.”

       “Bu da nesi şimdi?”

       “Söylemem.”

       “Öyleyse kendine sakla.”

       “Kendime saklıyorum ve sana dört yüz reis borç vermiyorum.”

       “Sen sıçan gibi beceriklisin, iyi nişanlarsın. Yarın bilye oynar satabileceğin kadarını kazanırsın. Birkaç dakikada da dört yüz reis’ini geri alabilirsin.”

       “Yine de sana dört yüz reis borç vermememe engel değil bu. Benimle kavga etmeye de kalkma. Uslu uslu oturmak istiyorum, kimseyle ilgilendiğim yok.”

       “Kavga etmek istemiyorum. Ama sen benim en sevdiğim kardeşimsin. Ve şimdi kalpsiz bir canavar olmuşsun…”

       “Ben canavar değilim. Kalpsiz bir mağara adamıyım.”

       “Ne?..”

       “Bir mağara adamı… Edmundo Dayı bana bir dergideki fotoğrafını gösterdi. Elinde kalın bir sopasıyla kıllı bir adamdı fotoğraftaki. Mağara adamı, dünyanın ilk çağlarında yaşayan, mağaralarda oturan, şey mağaralarında, Nem… Nem… Nem bilmem ne işte. Adım ezberleyemedim, çünkü yabancı ve çok karışık bir addı.”

             “Edmundo Dayı’nın, kafana bu kadar saçmalık sokmaması gerekir. Hadi, veriyor musun parayı?”

       “Bilmem bu kadar param var mı?

Pışşşşık!.. Pabuç boyamaya çıktığımızda sen bir şey kazanamadığın zaman, ben kazancımı ikiye bölmüyor muyum, Zezé? Yorulduğun zaman sandığını taşımıyor muyum?”

       Doğruydu. Totoca bana çok seyrek kötü davranırdı. Sonunda bu parayı ona borç vereceğimi biliyordum.

       “Verirsen, sana iki harika şey anlatırım,” dedi.

       Ses çıkarmadım.

       “Portakal fidanının, benim demirhindi ağacımdan çok daha güzel olduğunu da söylerim.”

       “Söyler misin bunu?”

       “Söyledim bile.”

       Elimi cebime attım ve bozuklukları salladım.

       “Ya öbür iki şey?”

       “Biliyor musun, Zezé, yoksulluğumuz artık sona erecek. Babam, Santo Aleixo fabrikasında idare amirliği buldu. Yeniden zengin olacağız. Sevinmedin mi?”

       “Elbette. Babam adına sevindim. Ama Bangu’dan ayrılmak istemiyorum. Dindinha’yla kalırım. Buradan ancak Trâs-os-Montes’e gitmek için ayrılırım…”

       “Anlıyorum. Bizimle gelmektense Dindinha’yla kalmayı ve her ay bir müshil almayı yeğliyorsun, öyle mi?”

       “Evet, ama nedenini hiçbir zaman öğrenemeyeceksin… Peki, ikincisi?”

       “Burada söyleyemem. Duymaması gereken ‘biri’ var.”

       Onunla ‘kulübe’nin yanına kadar gittim. Bu önleme karşın alçak sesle konuştu:

       “Seni uyarmam gerek, Zezé; alışman için… Belediye, yolları genişletecek. Lağım akıtan bütün hendekler kapatılacak, bahçenin bu ucu da gidecek.”

       “Ne önemi var?”

       “Sen ki çok zekisin, anlamadın mı?.. Yolu genişletmek için burada ne varsa ortadan kaldıracaklar.”

       Bana şekerportakalı fidanımın yerini gösterdi.

       Ağlamak üzereydim.

       “Yalan söylüyorsun, değil mi Totoca?”

       “Böyle üzülmene gerek yok. Daha çok zaman var.”

       Parmaklarım cebimdeki paraları sinirli sinirli sayıyordu.

       “Doğru söylemedin, değil mi Totoca?”

       “Söyledim. Gerçek bu. Erkek değil misin sen canım?”

        “Öyle…”.

       Ama gözyaşları yanaklarıma utanmasızca akıyordu. Yalvararak kardeşimin karnına yapışıyordum.

       “Benimle birlik olursun, değil mi Totoca? Savaşmak için bir sürü insan bulurum. Kimse küçük portakal fidanımı kesemez…”

“Tamam. Onlara engel oluruz. Şimdi parayı veriyor musun?”

       “Ne yapacaksın?”

   “Bangu Sineması’na giremeyeceğine göre… Bir Tarzan filmi oynuyor. Ben gider, görürüm, sana sonra anlatırım.”

       Gözlerimi gömleğimin eteğiyle silerek cebimden beş yüz reis çıkarıp verdim.

       “Üstü kalsın. Şekerleme alırsın…” Şekerportakalı fidanımın yanına döndüm. Canım konuşmak istemiyordu. Tarzan filmini düşünüyordum. Önceki gün görmüştüm filmi. Daha önce Portuga’ya sözünü etmiştim filmin.

“Gitmek mi istiyorsun?”

       “Gitmek isterdim ama, Bangu Sineması’na giremem.”

       Nedenini anımsadı. Güldü.

       “Küçük kafanda kötü şeyler kurmuyorsun ya?”

       “Yemin ederim, Portuga. Ama bir büyük benimle gelirse bir şey söylemeyeceklerini sanıyorum.”

       “Ya o büyük ben olursam… Bunu mu istiyorsun?”

           Yüzüm sevinçle aydınlandı.

       “Ama çalışmam gerek, yavrum,” dedi.

       “Bu saatte hiçbir yerde, hiç kimse olmaz. Oturup gevezelik edeceğine ya da otomobilinde uyuklayacağına gel; Tarzan’ın leoparlarla, timsahlarla, gorillerle nasıl boğuştuğunu gör. Kim oynuyor, biliyor musun? Frank Merrill.”

       Hâlâ kararını verememişti.

       “Sen küçük bir şeytansın. Her şeye bir kulp buluyorsun.”

       “Saat daha iki. Nasılsa çok zenginsin, Portuga. Bugün de çalışma.”

       “Peki, gidelim. Ama yürüyerek gideceğiz. Arabayı olduğu yerde bırakacağım.”

       Ve sinemaya gittik. Ama gişedeki genç kız beni bir yıl süreyle sinemaya sokmamak için kesin emir aldığını söyledi.

       “Sorumluluğunu ben üstleniyorum. Eskidendi o, şimdi uslandı,” dedi Portuga.

       Kız bana baktı, gülümsedim. Parmaklarımın ucuna bir öpücük kondurdum ve ona doğru üfledim.

       “Bana bak, Zezé, yaramazlık yaparsan işimden olurum,” dedi.

       Minguinho’ya anlatmak istemediğim buydu. Ama fazla dayanamadım ve sonunda ona anlattım


ARŞİV