Upton Sinclair: Şikago Mezbahaları

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Upton Sinclair'in Şikago Mezbahaları isimli kitabı ile devam ediyor.

03 Mayıs 2024 - 09:30

UPTON SINCLAIR (20 Eylül 1878- 25 Kasım1968)

1878’de Baltimore’da doğdu. Satış temsilciliği yapan babası bir alkolikti ve kazandığı tüm parayı alkol için kullanıyordu. Sinclair, devam ettiği okulda tanesini bir dolara sattığı fıkralarıyla yazarlık kariyerine çok küçük yaşlarda başlamış oldu. 1897-1900 yılları arasında devam ettiği Columbia Üniversitesi’ndeki edebiyat eğitimini yazdığı gençlik öykülerinden kazandığı parayla finanse etti.

1904’te Manassas isimli iç savaş romanı yayımlandı. Upton Sinclair, aynı yıl içinde Şikago Mezbahaları adlı romanına hazırlık yapmak amacıyla mezbaha işçiliği yapmaya başladı. İki yıllık çalışma sonucunda ortaya çıkan Şikago Mezbahaları, büyük umutlarla Amerika’ya gelip insanlık dışı koşullarda Şikago mezbahalarında çalışmak zorunda kalan Litvanyalı bir göçmenin öyküsünü anlatır. Bu romanıyla büyük bir başarı kazandı.

Kitaplarına büyük ölçüde yirminci yüzyıl başlarındaki toplumsal ve ekonomik koşulları, yoksul kesimin ve ezilenlerin verdikleri mücadeleleri konu etti. Yazdığı birçok romanın yanı sıra Sergei Eisenstein ve Charlie Chaplin'le birlikte çeşitli film projelerinde de yer aldı.

Upton Sinclair’in Sel Yayınları tarafından yayımlanan Şikago Mezbahaları isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.

ŞİKAGO MEZBAHALARI

Jurgis olayları hafife alırdı çünkü çok gençti. Şikago mezbahalarında çöküp giden adamların ve sonradan yaşadıklarının hikâyelerini anlatmışlardı ona; insanın tüylerini ürperten ama Jurgis’in gülüp geçtiği hikâyeler. Daha dört ay önce gelmişti ama gencecik, üstelik dev gibiydi. İçinden sağlık fışkırıyordu. Yenilmenin nasıl bir şey olduğunu hayal dahi edemezdi. “Tam sizin gibi adamlara göre,” derdi, “silpnas, çelimsiz adamlar sizi; benim sırtım yere gelmez.”

Jurgis bir çocuk gibiydi, köylü bir çocuk. Patronların bulmak istediği, bulamadıkları için sızlandıkları türden bir adamdı. Bir yere gitmesi söylendiğinde, oraya koşarak giderdi. O an yapacak bir işi yoksa, içindeki enerji fazlasıyla, olduğu yerde duramaz, dans ederdi. Bir grup adamla birlikte çalışıyorsa, gruptakiler ona göre hep fazla yavaş kalırdı ve onu sabırsızlığından, hareketsiz duramayışından tanıyabilirdiniz. En zor anlarından birinde fark edilmiş olmasının nedeni de buydu; Şikago’ya gelişinin ikinci gününde, Brown şirketinin “Orta Saat Dilimi İstasyonu” önünde en fazla yarım saat beklemişti ki patronlardan biri tarafından çağrılmıştı Jurgis. Bununla çok gururlanıyordu ve bu yüzden karamsarları tiye almaya eskisinden de meyilli olmuştu. Birlikte beklediği kalabalığın içinde orada bir aydır –hatta aylardır– bekleyen ve henüz çağrılmamış adamlar olduğunu söylemeleri boşunaydı. “Evet,” diyordu, “ama nasıl adamlar? Bütün paralarını içkiye yatıran, daha da içmeye doymayan, içi geçmiş serserilerle beş para etmez tipler. Bende bu kollar varken,” diyerek sıktığı yumruklarını havaya kaldırır, dalgalanan kaslarını gözler önüne sererdi, “bu kollar varken açlıktan ölmeme izin vereceklerine inanmamı mı bekliyorsunuz cidden?”

 “Taşradan geldiğin,” diye yanıtlıyordu adamlar da, “hem de ücra bir köyden geldiğin o kadar belli ki.” Doğruydu da, çünkü Jurgis servet yapıp Ona’yla evlenebilmek için dünyaya yelken açmadan önce bırakın herhangi bir şehri, normal büyüklükteki bir kasabayı bile görmüş değildi. Babası, ondan önce de babasının babası ve efsaneye göre bütün ataları Litvanya’da İmparatorluk Ormanı olarak bilinen Brevolicz bölgesinde yaşamıştı. Burası bilinmeyen bir zamandan beridir soyluların özel avlanma alanı olan elli bin dönümlük bir araziydi. İçinde eski zamanlardan beri yerleşik olan çok az sayıda çiftçi vardı; onlardan biri de balta girmemiş ormanın ortasında açılmış üç dönümlük bir arazide hem kendini hem de çocuklarını ayakta tutmayı başarmış olan Antanas Rudkus’tu. Jurgis’ten başka, bir oğlu, bir de kızı vardı. Öteki oğlu askere alınalı on yılı geçmiş ve o günden beri ondan haber alan olmamıştı. Kızı evlenmiş ve yaşlı Antanas oğluyla birlikte gitmeye karar verince araziyi onun kocası satın almıştı.

Jurgis, Ona’ya bir buçuk yıl önce, evden yüz elli kilometre kadar uzaktaki bir at panayırında rastlamıştı. Jurgis’in evleneceği filan yoktu; evlilik fikrine ancak budala bir erkeğin düşebileceği bir tuzak gözüyle bakarak gülerdi; fakat bu kez daha iki çift laf bile etmeden, en fazla beş altı kez karşılıklı tebessüm edildikten sonra, kendini utanç ve dehşetten mosmor olmuş bir yüzle Ona’nın annesiyle babasından onu başlık parası karşılığında kendisine eş olarak vermelerini isterken bulmuştu; babasının satması için panayıra gönderdiği iki atı teklif etmişti. Ama Ona’nın babası çetin ceviz çıkmıştı: Kızı daha çocuk yaştaydı, kendisi zengin bir adamdı ve kızını elde etmenin yolu bu olamazdı. Böylece Jurgis kırık bir kalple evine dönmüş, o ilkbahar ve yaz boyunca kendini işe verip Ona’yı unutabilmek için elinden geleni yapmıştı. Sonbaharda, hasat alındıktan sonra, bu işin böyle olmayacağını anlamış ve Ona’yla arasındaki tam iki haftalık yolu yürüyerek aşmıştı.

Orada beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı; çünkü bu arada kızın babası vefat etmiş ve adamın malı mülkü alacaklıların elinde kalmıştı. Zaferin artık ulaşılabilir olduğunu gören Jurgis’in kalbi yerinden fırlamıştı. Ona’nın üvey annesi, Teta ya da Teyze dedikleri Elzbieta Lukoszaite ve onun farklı yaşlardaki altı çocuğu vardı. Bir de çiftlikte çalışan, kavruk bir adamcağız olan erkek kardeşi Jonas. Ormandan yeni çıkmış olan Jurgis’e hepsi de çok mühim insanlar gibi geliyordu. Ona, okumayı ve Jurgis’in bilmediği daha birçok şeyi biliyordu; şimdiyse çiftlik satılmış ve aile sahipsiz kalmıştı. Dünyada tek sahip oldukları yaklaşık yedi yüz rubleydi ki üç yüz elli dolar ediyordu. Aslında bunun üç katı olacaktı ama mahkemeye çıkmışlar ve hâkim onların aleyhine karar vermiş, kararını değiştirmesi de aradaki farka mal olmuştu. Ona evlenip yanlarından ayrılabilirdi ama bunu yapmazdı çünkü Teta Elzbieta’yı seviyordu. Arkadaşlarından birinin orada zengin olduğunu söyleyen, hep birlikte Amerika’ya gitmelerini öneren Jonas olmuştu. Kendi payına, o çalışırdı, çocuklar ve şüphesiz çocuklardan birkaçı da çalışırdı; bir şekilde geçinip giderlerdi işte. Amerika’yı Jurgis de duymuştu. Söylediklerine göre, insanın günde üç ruble kazanabileceği bir yerdi; üç rublenin değerini yaşadığı yerdeki fiyatlara göre biçen Jurgis derhal Amerika’ya gidip evlenmeye, üstüne üstlük bir de zengin olmaya karar vermişti. O ülkede zenginin de fakirin de özgür olduğu söyleniyordu; ne askere gitmek zorunda kalacaktı ne de aşağılık memurlara rüşvet vermek; orada canının istediğini yapabilir ve kendini herkesle eşit sayabilirdi. Amerika âşıkların ve gençlerin hayalini kurduğu bir yerdi. Yol parasını ödeyebildiğiniz takdirde bütün sorunlarınızı bitmiş sayabilirdiniz.

(Syf 27-29)

Jurgis ertesi sabah tam yedide işteydi. Ona gösterilen kapıya gidip yaklaşık iki saat boyunca orada bekledi. Patron içeri girmesi gerektiğini ima etmiş ama bunu söylememişti ve Jurgis'i ancak başka bir adam bulmak için dışarı çıkarken görebildi. Görünce de sövüp saydı ama tek kelimesini anlamayan Jurgis sesini çıkarmadı. Gündelik giysilerini nereye koyacağını gösteren, sonra da eskiciden alıp bir bohçaya koyarak yanında getirdiği iş giysilerini giymesini bekleyen patronun peşinden gitti; sonra da patron onu “ölüm yataklarına” götürdü. Jurgis'in burada yapacağı iş basitti ve öğrenmesi birkaç dakika sürdü. Eline sokaktaki çöpçülerin kullandığı türden sert bir çalı süpürgesi verildi ve görevinin sığır karkaslarının içinden buharları tüten bağırsakları çıkartan adamları takip etmek olduğu gösterildi; bağırsakları olduğu gibi, kapakları kimse içlerine düşmesin diye hemen kapatılan deliklere doğru süpürecekti. Jurgis içeri girerken günün ilk sığırları da gelmeye başlamıştı; böylece, etrafa bakınacak, birileriyle konuşacak zamanı bile bulamadan işe koyuldu Jurgis. Bunaltıcı bir temmuz günüydü ve yerlerde buharı tüten sıcak kanlar akıyordu; kanlara bata çıka yürüyordunuz. Koku neredeyse dayanılmazdı ama Jurgis tınmadı bile. Ruhu sevinçten dans ediyordu; nihayet çalışıyordu işte! Çalışıyor ve para kazanıyordu! Gün boyu aklından hesaplayıp durdu. Saatine on yedi buçuk sent gibi müthiş bir ücret alıyordu; yoğun bir gün olduğu ve akşam yediye kadar filan çalıştığı için, eve gittiğinde aileye o gün bir buçuk dolardan fazla kazandığı havadisini verdi!

(Syf 51)

Jurgis'in karşılaştığı sorunlardan biri de sendikalardı. Sendikalarla hiç deneyimi olmamıştı ve insanların hakları için savaşmak üzere bir araya geldiklerini ona anlatmak zorunda kaldılar. Jurgis hak diyerek neyi kast ettiklerini sorarken gayet samimiydi çünkü iş aramak, bulduğunda da söyleneni yapmak dışında ne gibi hakları olduğuna dair bir fikri yoktu. Ancak bu zararsız soru çoğu zaman meslektaşlarının öfkelenerek ona budala demelerine neden oluyordu. Kasap yardımcıları sendikasından bir delege gelip Jurgis'i üye yapmak istedi; bunun parasından birazını feda etmek anlamına geldiğini anlayan Jurgis'in kanı donunca, Írlandalı olan ve sadece birkaç kelime Litvanca bilen adam öfkelenip onu tehdit etmeye başladı. Sonunda Jurgis bayağı bir küplere binip adama kendisini sendikaya üye yapmak için tek bir İrlandalının yetmeyeceğini uygun bir dille izah etti. Zamanla adamların esas yapmak istediğinin "tempo artırma" olayına bir son vermek olduğunu anladı; hızı azaltmak için ellerinden geleni yapıyorlar çünkü bazılarının bu hıza yetişemediğini, onlar için bunun ölüm gibi bir şey olduğunu söylüyorlardı.

(Syf 69)

Jurgis de anlayacaktı; patronlar işçilerden de, birbirlerinden de rüşvet alıyordu; bir gün müfettiş de ne yaptıklarını fark edip patronlardan rüşvet almaya başlıyordu. (…) Aynı sınıftan olan herkes birbiriyle yarışıyordu; muhasebeleri aynı ayrı tutuluyor ve her biri işini kaybetmekten, başka birinin rakamlarının kendininkilerden yüksek olmasından ölesiye korkuyordu. Yani burası baştan aşağı fokur fokur kaynayan bir kıskançlık ve nefret kazanından ibaretti; burada sadakate ve ahlaka yer yoktu, tek bir dolar bile bir adamdan daha önemliydi. Ahlakın olmamasından da fenası, dürüstlükten eser olmayışıydı. Nedeni mi? Kim bilir. Herhalde işi ilk başlatan Durham'a kadar giden bir şeydi; işe sıfırdan başlayan işadamının milyonlarıyla birlikte oğullarına miras bıraktığı bir şey olsa gerekti.

Orada yeterince uzun zaman kalırsa, bütün bunları Jurgis de görecekti; bütün pis işleri yapan işçilerin gözünü boyamanın hiç- bir yolu yoktu; zamanla onlar da ortama uyuyor ve ötekiler gibi davranmaya başlıyordu. Jurgis oraya gelirken bir işe yarayacağını, yükselip elinde mesleği olan bir adam olacağını düşünmüştü; ama çok geçmeden yanıldığını anlayacaktı; çünkü Packingtown'da işini iyi yaparak yükselmek mümkün değildi. Bunu kural sayabilir- diniz; Packingtown'da yükselmiş birine rastlarsanız, üçkâğıtçının teki olduğundan emin olabilirdiniz. Patronun Jurgis'in babasına yolladığı o adam yükselirdi; bülbül gibi öten ve arkadaşlarını gammazlayan biri yükselirdi; ama etliye sütlüye karışmadan kendi işini yapanlar yükselemezdi; onun leşini çıkartana kadar “temposunu artırır" ve sonra da yol kenarına atıverirlerdi.

(Syf 71)

 


ARŞİV