Susan Sontag: İyiliksever

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Susan Sontag ile devam ediyor

20 Haziran 2025 - 10:57

SUSAN SONTAG (16 Ocak 1933- 28 Aralık 2004)

Amerikalı yazar, düşünür, denemeci, aktivist ve film yönetmeni olan Susan Sontag, 20. yüzyılın en etkili entelektüellerinden biri olarak kabul edilir.1933’te New York’ta doğdu. Çocukluğu Tucson, Arizona ve Los Angeles’ta geçti. On beş yaşındayken California Üniversitesi’ne girdi. Bir yıl sonra Chicago Üniversitesi’ne geçiş yaptı ve 1951’de mezun oldu. Çalışmalarını Harvard Üniversitesi’nde sürdürdü ve felsefe doktorası yaptı. 1957-1958 yıllarında Paris Üniversitesi’nde çalıştı. Daha sonra Amerika’ya dönerek New York Koleji’nde felsefe dersleri verdi ve Columbia Üniversitesi’nde öğretmenlik yaptı. Sontag'ın ilk romanı 1963'te yayımlandı.

Film senaryoları yazan ve yönetmenlik de yapan Susan Sontag’ın denemeleri arasında Sanatçı: Örnek bir Çilekeş, Fotoğraf Üzerine ve Başkalarının Acısına Bakmak sayılabilir. 2003'te Alman Yayıncılar Birliği'nin Geleneksel Barış Ödülü’nü kazandı.

Susan Sontag, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda feminist hareketten, insan haklarına, savaş karşıtı politikalardan sanatın dönüşümüne kadar geniş bir yelpazede eserler üreten bir aktivistti. Vietnam Savaşı, Bosna Savaşı ve ABD dış politikaları gibi konularda açık sözlü eleştirilerde bulundu. 1990’larda Saraybosna kuşatması sırasında şehre giderek Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununu yönetmesi, onun sanatı direniş biçimi olarak gören yaklaşımının örneğidir.

2004 yılında hayatını kaybeden yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan “İyiliksever” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

İYİLİKSEVER

Keşke size o günlerden bu yana ne kadar çok değiştiğimi anlatabilsem! Değiştim ama yine de aynıyım, sadece şimdi eski zihinsel uğraşlarıma daha serinkanlı bakabiliyorum. Geçen otuz yılda bu uğraş biçim değiştirdi, deyim yerindeyse tersyüz oldu. Bir başlayınca büyüyüp serpildi ve içimi boşalttı. Başta görmezden geldim, sonra kendime itiraf ettim, sonra arkadaşlarımda teselli aradım, daha sonra boyun eğdim ve nihayet onu kendi bilgeliğim için kullanmayı öğrendim. Zihinsel uğraşım artık içimde değil, benim içinde yaşadığım bir ev o; bir odasından ötekine gezinerek iyi kötü rahatça yaşayabildiğim bir ev. Bazı kışlar ısıtıcıyı açmıyorum. O zaman deri ceket, kat kat hırka ve kaşkoluma sıcacık sarınmış, ayağımda çizmelerle hep aynı odada oturup o sıkıntılı günleri anımsıyorum. Kendini zararsız hayır işlerine vermiş, iyice huysuz ve yaşlı bir adam olup çıktım. Birkaç dostum, bana eşlik etmekten büyük keyif aldıkları için değil de yalnız olduklarından, arada ziyaretime gelir. Kuşkusuz, gitgide daha az ilgi uyandıran birine dönüştüm.

Çocukken bile beni oyun arkadaşlarımdan farklı kılan huylarım vardı. Sıradan bir kökene sahibim: Büyük taşra kentlerinden birinde yaşayamaya devam eden varlıklı bir aileden geliyorum. Üç çocuğun en küçüğü olarak doğduğumda, annem ve babam orta yaşlarını sürüyorlarmış. Annem ben beş yaşındayken öldü. Bu sırada ablam çoktan evlenmişti ve yurtdışında yaşıyordu. Abim rüştünü henüz ispatlamış ve babamın yanında çalışmaya başlamıştı; erken yaşta (annem öldükten hemen sonra) itidalli bir evlilik yaptı ve çok geçmeden birkaç çocuğu oldu. Onu yıllardır görmüyorum. Dolayısıyla çocukken yalnız kalmak için bol bol fırsat buldum ve yalnızlığın tadını biraz vaktinden önce aldım.

(…)

Kısacası hayatımı kendi sınıfıma ve yaşıma uygun faaliyetlerle dolduruyordum. Utangaç veya suratsız olmadığımdan, akrabalarımda ağırbaşlı ama sevimli bir çocuk izlenimi bırakmayı başarmıştım.

Farklı olduğum hissini ilk kez, okulu bitirip devlet üniversitesine gitmek üzere doğduğum şehirden ayrıldığımda bastırmayı beceremedim.

(…)

O zamanlar ülkemin hırslı gençleri üniversitelerde bir araya gelirdi.  Herkes işinde başarılı olmaya hazırlanıyordu; kimi tıp, hukuk, sanat ve bilim alanlarında, kimi kamu görevinde, kimisi de devrimde. Benim kalbim ise kişisel hırslardan yoksundu. Hırs beslenirse, başkalarının hırsıyla beslenir. Ben yaşıtlarımla bu tarz –kısmen entrika kısmen kıskançlık üzerine kurulu– bir ilişki kurmadım. Tek başıma olmaktan her zaman keyif almışımdır. Başkalarının varlığı, kendi içimde, rüyalarımda ve düşüncelerimde bulduğum uzun doyum süreçleri arasına serpiştirilirse, benim için daha keyiflidir.

Okul arkadaşlarımı kışkırtan türde alışılagelmiş hırslardan –hatta kuşaklar arası büyük bir gerilimin yaşandığı bu dönemde ailemi kızdırma hırsından bile– yoksun olduğum halde, becerikli ve azimli bir öğrenci olarak kendimi kanıtladığıma gerçekten inanıyorum. Eğitimli biri olma gayesiyle çeşit çeşit ders aldım. Ama sonradan beni meşgul edecek araştırmalara yönelten bu bilgi açlığı, üniversitenin fakülte ve bölümlerinde tatmin edici bir karşılık bulamadı.

(…)

Bu şekilde üç yıl okudum. Bu sürenin sonunda ilk ve tek felsefi makalemi yayımladım. Makalemde, çok da önemli olmayan bir konuda önemli fikirler ileri sürdüm. Makale tartışmalara yol açarak genel edebiyat dünyasında bazı münakaşaları kızıştırdı ve onun sayesinde, yabancı asıllı ve yeni zengin olmuş, banliyöde malikâne sahibi olup etraflarına ufuk açıcı insanlar toplamış orta yaşlı evli bir çiftin çevresine kabul edildim.

(…)

Frau Anders’in konuklarının hepsi -kendini beğenmiş yakışıklı balet bile– usta konuşmacılardı. Başta sohbetlerinin serbestliği, her konuda bir fikir öne sürmeye hazır olmaları beni sinirlendirip afallattı. Bu şatafatlı akşam yemeği söyleşileri, okul arkadaşlarımın kafelerdeki entelektüel açıdan sorumluluk taşımayan sert tartışmalarından çok da farklı gelmiyordu bana. Salon’un kendine özgü meziyetlerini takdir etmem biraz zaman aldı. Fikir sahibi olmak işin yalnızca bir kısmıydı. Daha önemli olan kısmı, kişiliğin sergilenmesiydi. Frau Anders’in misafirleri özellikle bu sergilemede başarılıydılar; şüphesiz bu yüzden bir araya gelmişlerdi. Fikirlerden ziyade kişiliğe yapılan bu vurguyu dinlendirici buluyordum. Fikirlerimde belirgin bir azalma olduğunu çoktan fark etmiştim. İnsan olmanın az çok kalıcı bir dizi fikir edinmek anlamına geldiğini biliyordum; belli ki başkaları bunu becerebiliyordu ama onlara kıyasla bu bana daha zor geliyordu. Bu ne entelektüel uyuşukluktan ne de umuyorum ki– kibirden kaynaklanıyordu. Aklım kendimle ilgili keşfettiklerimi işlemekle fazlasıyla meşguldü. Zamanla Frau Anders’in çevresindekileri, sırf onlara kıyasla kendimden daha az eminim diye kıskanmamayı öğrendim.

(…)

Bu yeni arkadaş çevresine girdikten sonra üniversitedeki derslere girmeyi bıraktım ve kısa süre sonra resmen okuldan ayrıldım.  (Syf 13-18)

Katlanmak, değiştirmekten kolay. Ama insan bir kere değişti mi, katlandığı şeyi hatırlaması zor oluyor. (Syf 19)

İnsanlar başkalarını kırmak ya da incitmekten kibar oldukları için değil, hakikati umursamadıkları için korkarlar.

(…)

Hakikatin sadece onu dile getirdiklerinde var olduğunu anlasalar, hakikati umursamak insanlar için daha kolay olurdu. (Syf 24)

Ne mutlu kendini kişisel hoşnutsuzluklardan başka şeylerle meşgul edebilen zihne. Ama zihnin ara sıra anlama ödülüne de ihtiyacı vardır. Rüyayı anlamak için sarf ettiğim nafile çabalardan bitkin düşmüştüm, nihayet anladığımda da ne yapacağımı bildiğimden bile şüpheliydim.  (Syf 36-37)

Rüyalarımın hayatımı yorumlamasından ziyade, hayatımın rüyalarımı yorumlamasını bekliyordum. Ama arık bunun sandığımdan daha zorlu bir iş olacağını anlamıştım. (Syf 55)

Güneş her sabah doğuyormuş numarası yapmıyor. Neden biliyor musun? Çünkü güneş, görevleri konusunda takıntılı. Doğada düzen adı altında hayran kaldığımız her şeyin ve onun düzenli hareketlerine dayandırdığımız güvenin temeli takıntıdır. (Syf 73)

Kişilik, başkaları için var olma yöntemimizdir. Başkalarının bizimle iyi kötü orta yolu bulacağını, ihtiyaçlarımızı gidereceğini, bizi dinleyip korkularımızı yatıştıracağını umarız. (Syf 110)

Çoğu insan, rüyaları o günün çöp kutusu olarak düşünür: Zapt edilemez, verimsiz, asosyal bir uğraş. Anlıyorum. Çoğu insanın neden rüyalarına pek önem vermediğini anlıyorum. Rüya görmek için fazla hafifler; oysa insanların çoğu ciddiyeti ağırlıkla tanımlar. Gözyaşları ciddidir; kişi onları kavanozda biriktirebilir. Ama rüya, bir tebessüm gibi saf havadır. Rüyalar, tebessümler gibi hemen kaybolur gider. ( Syf 111)

Kurban ancak yaraları iyileşmeye başladıktan sonra konuşmak ister. Olay geçmişte kaldıkça, iyileşmiş ve ailesinin kucağına dönmüş olan kurban ona dramatik bir form kazandırır. Anlatısını güzelleştirerek besteler. (Syf 131)

Bir gün babamdan sağlığının kötülediğini ve bilinci henüz tamamen yerindeyken beni görmek istediğini bildiren bir mektup aldım. Hemen eve gittim, kentten uzaklaşmaya bahane bulduğum için rahatlamıştım. (…)

On yıl önce başkente yerleşmek üzere ayrıldığımdan beri evi ilk ziyaret edişimdi bu. Babam yatalak değildi ama büyük bir enerjiyle kendi kendine kullandığı bir tekerlekli sandalyeye mahkûmdu. Mecburi emekliliğinden bu yana mizacının değiştiğini fark etmiştim. Güçlü kuvvetli, gerçekçi ve neşeli bir adam olarak aklımda kalmıştı; şimdi ise aksiydi ve kafası kolayca karışabiliyordu. Hastalığı bende acıma duygusu uyandırmıştı; ziyaretimi uzatmayı kabul ettim.(…)

Başta ihtiyarın dostluğu sıkıcı geldi. Hissettiği ölüm korkusunu ve nasıl birine dönüştüğünü anlamıyordum. Görevlerim basitti. Günde birkaç saat ona kitap okuyordum. Bu okumalar artık son derece özelleşmiş beğenisinin sınırları dahilindeydi çünkü sadece gelecekte geçen romanları seviyordu. Böyle bir düzine kitap okumuşumdur. Ağzında bir ölümsüzlük tadı bıraktıklarını ve aynı zamanda acımasız kehanetleriyle onu avuttuklarını sanıyorum: Betimledikleri geleceği kaçırmak o kadar da kötü bir şey sayılmazdı.

Bir öğleden sonra, otuzuncu yüzyıldaki yaşamla, bu yazara göre kentlerin camdan inşa edilmiş ve buralardaki insanların rahip-zanaatkârlar tarafından bitkilerden meydana getirilmiş olduğu bir dönemle ilgili bir roman okurken sözümü kesti: “Oğlum,” dedi, dizlerinin üstünde tuttuğu bastonu sağa sola sallayarak, “sana miras olarak ne bırakmamı istersin?”

Bu soru benim için acı vericiydi; ama babamı kaybetme fikrini dayanılmaz bulduğumdan değil, sohbetin kaçınılmaz biçimde ölüme sövüp saymakla devam edecek olması ödümü kopardığı için. (Syf 164-165)

Yaşam bir filmdir. Ölüm ise bir fotoğraf. (Syf 232)

Etiketler; Susan Sontag

ARŞİV