SOLOMON NORTHUP (1807 –1863)
Solomon Northup, 19. yüzyılda Amerika’da yaşamış, özgür doğmuş bir Afro-Amerikalı kemancı ve yazardır. 1807 yılında New York’ta dünyaya gelen Northup, eğitimli ve ailesine bağlı bir adam olarak, ailesini müzikten kazandığı gelirle geçindiriyordu. 1841 yılında keman çalması için kandırılarak Washington D.C.’ye götürüldü, burada kaçırıldı ve Güney eyaletlerinde köle olarak satıldı.
Louisiana'da 12 yıl boyunca çeşitli plantasyonlarda zorla çalıştırıldı. Bu yıllar boyunca hem fiziksel hem psikolojik şiddete maruz kaldı. 1853 yılında, Samuel Bass adlı bir marangozun yardımıyla özgürlüğüne kavuştu.
Yaşadıklarını Twelve Years a Slave (On İki Yıllık Esaret) adıyla kitaplaştırdı. Eser, kölelik karşıtı hareketin önemli metinlerinden biri olarak tarihe geçti. Solomon Northup’un özgürlüğüne kavuştuktan sonraki hayatı hakkında net bilgi bulunmasa da, hikâyesi 2013 yılında Oscar ödüllü bir filme konu oldu. Steve McQueen’in yönettiği filmde Northup rolünü Chiwetel Ejiofor oynadı.
Northup’un Maya Kitap tarafından yayımlanan 12 Yıllık Esaret isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
12 YILLIK ESARET
Özgür bir adam olarak doğmamın, otuz yıldan fazladır hür bir eyalette özgürlüğün nimetlerinin tadını çıkarmamın ve ardından kaçırılıp on iki yıllık bir esaret sonrası 1853 yılının o talihli Ocak ayında azat edilene kadar köle tüccarlarına verilmemin ardından bana, hayatımın ve talihimin insanlar için hiç de yavan bir hikâye olmayacağı söylendi.
Tekrar özgür oluşumdan bu yana, Kuzey Eyaletleri’nde kölelik konusuna giderek artan ilgi gözümden kaçmadı. Köleliği bir yandan hoş bir yandan da itici yönleriyle tasvire kalkan kurmaca eserler, eşi benzeri görülmemiş bir hızla yayıldı ve anlayabildiğim kadarıyla da bereketli bir tartışma alanı açtı.
Ben kölelikten yalnızca kendi gördüğüm kadarıyla söz edebilirim; ondan sadece benliğimin bildiği ve deneyimlediği kadarıyla bahsedebilirim. Benim amacım, yaşananların samimi ve dürüst bir ifadesini ortaya koymak. Gayem, hayat hikayemi abartmadan ortaya koymak ki başkaları karar verebilsin kurmaca eserlerin sayfaları bile canice yanlışları veya daha ağır bir esareti gözler önüne serebiliyor mu, seremiyor mu.
Geçmişe dönük saptayabildiğim en eski bilgi baba tarafından atalarımın Rhode Island’da köle olmaları. Northup adındaki bir aileye aitlermiş ve aileden biri, yanına babam Mintus Northup’ı da alarak New York eyaletine gelip Rensselaer vilayetinde bulunan Hoosic’e yerleşmiş. Yaklaşık elli yıl önce gerçekleşmiş olması muhtemel olan bu beyefendinin ölümünün üzerine, vasiyetindeki bir beyanla, babam özgür kalmış.
Mevcut hürriyetimi ve karımla çocuklarıma yeniden kavuşmamı borçlu olduğum, Sandy Tepesi’nden seçkin bir avukat olan Henry B. Northup Beyefendi, atalarımın hizmet ettiği ve benim şu an taşıdığım adı aldığım ailenin bir akrabasıymış. Tabii özgürlüğüme kavuşmamda benim adıma gösterdiği yoğun çabaların etkisini de unutmamak lazım.
Babam, özgür kalmasından bir süre sonra, New York’taki Essex vilayetinde bulunan Minerva’ya taşınmış. Ben 1808’in Temmuz ayında burada doğmuşum.
(…)
Temmuz ayında yirmi bir yaşına girmiş, daha yeni reşit olmuştum. Babamın tavsiyeleri ve desteğinden mahrum, geçim için elime bakan bir eşle çalışma hayatına atıldım. Ten rengi engeli ve düşük konumuma rağmen gerçekleşeceğine inandığım hoş hayaller kurmaya başladım: Emeklerim boşa çıkmazsa, etrafında birkaç hektar toprağın bulunduğu küçük, gösterişsiz bir evle birlikte gelen mutluluk ve rahatlık…
(…)
1841’de Mart ayının sonlarına doğru işimin olmadığı bir sabah Saratoga Springs kasabasında geziniyor ve yoğun sezon başlayana kadar nasıl bir iş bulurum diye kendi kendime düşünüyordum. Anne, genelde yaptığı gibi duruşma döneminde Sherrill’in Kahve Evi’nde aşçılık yapmak için otuz kilometre kadar mesafedeki Sandy Tepesi’ne gitmişti. Sanıyorum ki Elizabeth de ona eşlik etmişti. Margaret ve Alonzo, Saratoga’da teyzeleriyle birlikteydiler.
Congress Sokağı ve Broadway’in köşesinde, o zamanki tavernanın (ki bildiğim kadarıyla hâlâ sahibi Bay Moon) yakınında iyi giyimli, daha önce karşılaşmadığım iki adamla tanıştırıldım. Hatırladığım kadarıyla bir tanıdık, keman üstadı olduğumu söyleyerek beni onlarla tanıştırmıştı ama kim olduğunu tam çıkaramıyorum.
Her neyse, hemen o konuda konuşmaya başlayıp yeterli olup olmadığımı test eden sorular sormaya başladılar. Cevaplarım tatmin edici olunca, tam işlerine yarayacak kişi olduğumu söyleyerek benimle kısa süreliğine çalışmak istediklerini belirttiler. Bana daha sonra söyledikleri üzere adları, Merrill Brown ve Abram Hamilton’dı ama bunlar gerçek kimlikleri miydi, ciddi şüphelerim var. Merrill Brown görünüşte kırk yaşlarında, biraz kısa ve kalın yapıda, kendisini açıkgözlü ve zeki gösteren bir yüze sahip bir adamdı. (…) Bana söylediklerine göre o zamanlar Washington’da bulunan bir sirk şirketiyle iş yapıyorlardı. Gezip görmek için kısa bir süre kuzeye doğru yolculuk yapmışlar şimdi tekrar sirke dahil olmak üzere yola çıkmışlardı. Masraflarını ise arada sırada sahneledikleri bir gösteriden çıkarıyorlardı. Eğlencelerinde kullanacakları müziği bulmada çok zorlandıklarını da ayrıca vurgulayıp onlarla New York’a kadar gelirsem günlük hizmetim için bir dolar, gösterilerinde çalacağım her gece içinse fazladan üç dolar ödeyeceklerini ve New York’tan Saratoga’ya dönüş masraflarımı da karşılayacaklarını söylediler.
Hem vadedilen ücretten, hem de metropolü görme arzumdan ötürü hemen bu cazip teklifi kabul ettim.
(…)
Özgürlüğün belgesi elimde, New York’a vardığımızın ertesi günü Jersey Şehri’ne giden feribota binip Philadelphia’ya doğru yola düştük. Burada bir gece kaldıktan sonra sabah erkenden Baltimore’a doğru yolculuğumuza devam ettik.
(…)
O andan itibaren hislerimi yitirmiştim. Ne kadar süre o halde kaldım, sadece o gece mi, yoksa devam eden günler ve gecelerde de mi, bilmiyorum ama bilincim yerine geldiğinde kendimi yalnız, tamamen karanlıkta ve zincirlenmiş buldum.
Başımdaki ağrı bir nebze olsun gitmişti ama kendimi yorgun ve zayıf hissediyordum. Sert tahtadan yapılmış bir ranzanın üzerinde ceketsiz ve şapkasız oturuyordum. Ellerim kelepçelenmişti. Bileklerim de zincirlenmişti.
(…)
Sonradan sonraya, karanlık ve şaşkın zihnimi toplayınca kaçırılmış olduğumu anladım. Fakat inanılır bir durum değildi! Bir yanlış anlaşılma, kötü bir hata olmalıydı. Kimseye yanlış yapmamış veya yasa ihlal etmemiş, New Yorklu, özgür bir vatandaş böyle insanlık dışı bir muamele görmemeliydi.
(…)
Acı içinde düşüncelere dalmış oturuyordum alçak ranzanın üzerinde; bu halde bir üç saate yakın kalmış olmalıydım. (…) Sonra dışarıdan gelen ayak seslerini duydum. Anahtar, kilidin içinde döndü. Büyük bir kapı geriye doğru açıldı; içeriye iki adamla birlikte büyük bir ışık seli girdi. Adamlardan biri büyük, güçlü, kırk yaşlarında, aralarda hafif griliklerle beraber koyu kestane rengi saçları olan biriydi. Yuvarlak bir yüzü, kırmızı bir teni, bir de zulüm ve kurnazlıktan başka bir şey ifade etmeyen oldukça kaba saba bir vücudu vardı. Yaklaşık 1,80 metre boylarındaydı. Bütün görünümüyle sinsi ve tiksindirici olduğunu söylemem gerekir. Daha sonra öğrendiğime göre Washington’da iyi tanınmış James adında bir köle tüccarıymış. Ya o zamanlar ya da daha sonra New Orleanslı Theophilus Freeman’la iş ortağıymış. Ona eşlik edense Ebenezer Radburn adında basit bir yalakaydı. Gardiyanlık yapıyordu. Bu iki adam da hâlâ Washington’da yaşıyor olmalılar. (…)
Burch açık kapıdan girerken “Evet, evlat, şimdi nasıl hissediyorsun bakalım?” diye bana seslendi. Hasta olduğumu söyledim ve hapsedilmemin sebebini sordum. Benim onun kölesi olduğumu, beni satın aldığını ve beni New Orleans’a göndermek üzere olduğunu söyledi. Yüksek sesle ve net bir biçimde özgür bir insan olduğumu, Saratoga vatandaşı olduğumu ve orada yine özgür olan bir eşimin ve çocuklarımın olduğunu, adımın da Northup olduğunu söyledim. Bana yapılan garip muameleden ötürü feryat ettim ve özgür kaldıktan sonra bu yanlışın bedelini ödeteceğime dair tehditler savurdum. Özgür olduğumu inkar edip kesin bir dille Georgia’dan geldiğimi belirtti. Tekrar tekrar kimsenin kölesi olmadığımı, zincirlerimi bir an önce çıkarmasını söyledim. Sesimi başkaları duyabilir diye korkarak beni susturmaya çalıştı. Ama susmuyordum; her kimse onlar, esaretime neden olanları tek kelimeyle cani ilan ettim. Baktı ki beni susturamıyor, hırsla bana sövmeye başladı. Küfrederek bana yalancı bir zenci, Georgia’dan gelmiş bir kaçak olduğumu söyledi ve ancak en edepsiz hayal gücünün üretebileceği o kirli ve adi hakaretleri sıraladı.
Tüm bu süre zarfında Radburn sessizce bekliyordu. Onun işi bu insan ahırına gözcülük etmek, köle almak, onları besleyip kırbaçlamaktı. Günde bir kafaya iki şilin alıyordu. Burch ona dönüp tokacı ve dokuz kamçılı kırbacı içeri getirmesini emretti. (…)
Bu iki ürpertici alet gelir gelmez ikisi de beni tutup hunharca üstümdekileri çıkardılar. (…) Burch tokaçla beni dövmeye başladı. Çıplak bedenime darbe üstüne darbe iniyordu. Acımasız kolu yorulunca durakladı ve hâlâ özgür bir adam olma konusunda ısrar edip etmediğimi sordu. Ben ısrara devam ettikçe darbeler bir öncekinden daha hızlı ve esaslı bir şekilde yenilendi. Bir daha yorulunca aynı soruyu soruyordu ve aynı cevabı alınca zalim, çalışmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Tüm bu süre zarfında, insan bedeninde hayat bulmuş bu şeytan, en gaddar küfürleri ediyordu. Yine de pes etmiyordum. Bütün o yabani vuruşları ağzımdan bir köle olduğum yalanını zorla çıkarmaya yetmiyordu. Delirmiş gibi tokacın kırılan tutamağını yere atıp kırbacı aldı. Bu diğerinden çok daha fazla can yakıyordu. Bütün gücümle dayanmaya çalıştım ama nafile. Biraz merhamet için dua ettim ama duama cevaben sadece lanet ve darbe geliyordu. Vahşi adamın vuruşlarının beni öldüreceğini sandım. Şu an bile o sahneyi hatırladığımda tüylerim ürperiyor. Yanıyordum. Acılarımı cehennem alevlerinden başka hiçbir şeyle kıyaslayamam.
Sonunda onun tekrar eden sorularına cevapsız kaldım. Cevap vermiyordum. Hatta neredeyse konuşamaz hale gelmiştim. Yine de kamçıyı zavallı bedenime esirgemeden indiriyordu ta ki her vuruşta yırtılmış derimin kemiklerimden sıyrıldığı görülene kadar. Ruhunda merhametin zerresi bulunan bir adam, köpeği bile böyle zalimce dövmezdi.
(…)
Hayat, yaşayan her canlının kıymetlisidir; yerin üzerinde sürünen solucan bile onun için mücadele edecektir. O anda benim için kıymetliydi, her ne kadar köleleştirilmiş ve tehdit edilmiş olsam bile.
(…)
Bir insanın başka bir insanın tutsak edilmesine müsade eden kanun veya anayasa, ne akla mantığa ne de adalete sığar…!