Simone de Beauvoir: Özgürlüğü yazmak

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Simone de Beauvoir ile devam ediyor

14 Nisan 2022 - 12:42

Simone de Beauvoir (9 Ocak 1908-14 Nisan 1986)

1908’de Paris’te doğan Simone de Beauvoir anne-babası ve kız kardeşi arasında çok mutlu bir çocukluk geçirir. Yakın dostu Zaza’yla da özel bir dershanede başarılı bir öğrenciyken orada tanışır. Yeniyetmelik çağında bir günlük tutar; bu günlük, genç kızın bağımsızlık için verdiği zorlu mücadelenin kanıtıdır. 1929’da felsefe agregasyon sınavına (lise öğretmeni ya da üniversite öğretim üyesi olarak çalışmaya yeterli sayılmak amacıyla adayların girdiği özel bir sınav) hazırlanır ve Jean-Paul Sartre’la tanışır. İkisinin yaşamları kesin bir biçimde birbirine bağlanır. 1939 Eylülü’nde savaşın ilan edilmesi Beauvoir ve Sartre’nin evrenini altüst edecektir.

Yazar Simone de Beauvoir’ın doğum tarihinin 1943 Ağustosu olduğu söylenebilir. İlk kitabı ‘Konuk Kız’ın yayımlanmasıyla gençliğinden beri heves ettiği o edebiyat dünyasına girer. 1949’da rahatsız edici olan ama parlak bir gelecek vaat eden yapıtı ‘İkinci Cins’ yayımlanır. 

Birçok romanın yanı sıra bir tiyatro oyunu yazan, eleştiriler ve felsefi denemeler kaleme alan Beauvoir, 1954’te Goncourt Ödülü kazanır. 

Simone de Beauvoir, ellisine yaklaşırken gençliğinden beri aklında olan projeyi sonunda gerçekleştirir: Kendisi hakkında yazmak. 1958’den 1964’e kadar anılarını üç cilt olarak yayımlar, annesinin ölümünü anlattığı metinle noktalanır bu yapıt. 

Yaşamının son dönemecinde Beauvoir, tekniğinde ve üslubunda araştırma, değiştirme ve yenileştirme yapmak arzusuyla romana geri döner. Yeni bir deneme kaleme alır. Şöhreti ona birçok görev yaratır: Dünya çağında feminizmin başvuru kaynağı haline gelen yazar kadınların yeni ve bağımsız bir hareketine, Kadın Özgürlüğü Hareketi’ne (MLF) dahil olur, bütün mücadelelerde MLF’nin yanında yer alır. 1980’de en çok korkulan şey gerçekleşir: Sartre ölür. 

1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni yazar. 1986’da yaşamını yitiren Beauvoir da, Paris’te Cimetière du Montparnasse Mezarlığı’na, Sartre’ın yanına gömülür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır. 

Ölümünden sonra ünü yayılmaya devam eder. Sadece 1968’lerin post-feminizminin kurucusu olduğu için değil aynı zamanda akademisyen olarak ve varoluşçu Fransız düşün insanı olarak da ünü gelişerek yayılır. Sartre’ın üzerindeki etkisi her zaman görülür. Felsefe üzerine yazdığı birçok eserde de Sartre’ın varoluşçu etkisi görülebilir. Paris’te Seine Nehri üzerine yapılan bir köprüye yazarın adı verilmiştir.

Ölümünün 36. yıl dönümünde Simone de Beauvoir’ı, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Jacques Deguy ve Sylvie Le Bon De Beauvoir’ın birlikte kaleme aldıkları, yazarın hayatına ve çeşitli makalelerine yer verilen ‘Simone de Beauvoir / Özgürlüğü Yazmak’ kitabından derlediğimiz yazılarıyla anıyoruz. 

...
 

"Onlara her şeyi öğretecektim"

Felsefe agrejesi Beauvoir 1931’den 1943’e kadar, Marsilya, Rouen ve Paris’te birçok liseliyi bakaloryaya, sonra da Sevres sınavına hazırlayacaktır. Bazı öğrencileri Beauvoir’ın yakın dostu olur; sınıfta ne kadar değişik, hiç kimselere benzemeyen bir genç kadına karşılaştıklarını anlatacaklardır.

Derslerde çok eğleniyordum; ders vermek hiçbir hazırlık gerektirmiyordu çünkü bilgilerim hala taptazeydi ve rahatlıkla konuşuyordum. Büyük öğrencilerle disiplin sorunu yoktu. Ele aldığım konular hakkında, hiçbir eğitim onlar üzerinde belirgin bir iz bırakmamıştı, onlara her şeyi öğretecektim: bu düşünceyle içim içime sığmıyordu. Onları birtakım önyargılardan kurtarmak, sağduyu denilen şu karman çorman yığına karşı uyanık olmalarını sağlamak, onlara gerçeğin tadını aşılamak bana önemli görünüyordu. Başlangıçta onları içine ittiğim kafa karışıklığından çıktıklarını görmek bana büyük zevk veriyordu; yavaş yavaş derslerim zihinlerinde bir düzene kavuşuyordu ve sanki ben ilerleme kaydetmişim gibi, neredeyse aynı ölçüde sevinç duyuyordum onların ilerlemesinden. Yaşça daha büyük görünmüyordum: İlk zamanlarda gözetmenler beni de liseli sanıyordu çoğunlukla. Galiba onlara gösterdiğim sempatiye de duyarlıydılar: Onlar da bana sempati besliyormuş gibiydi. İki üç kez aralarından en iyi üçünü eve davet ettim. Bu çiçeği burnunda hocalara özgü didinme, meslektaşlarımın kıs kıs gülmelerine yol açıyordu ama ben bu tereddüt içindeki koca kızlarla sohbet etmeyi deneyimlerinin içinde hapsolup kalmış olgun kadınlarla konuşmaktan daha çok seviyordum. 

Olgunluk Çağı, 1960


 

‘İkinci Cins’, modern feminizmin kurucu yapıtı

Kuşaklar boyu birçok kadın okur, toplumsal olay boyutuna erişen bu kitabın şöhret kazanmasını sağladı. İster övgüyle ister eleştiriyle karşılansın, bu kitap yayımlandığı birçok ülkede, toplumda kadının yerine ilişkin düşünceler konusunda göz ardı edilemez bir başvuru kaynağına dönüştü.

(…)

Her halükârda bu kitabı içimden geldiği gibi yazacaktım; ama kahramanlık aklımın köşesinden bir an bile geçmemişti. Çevremdeki erkekler – Sartre, Bost, Merleau-Ponty Leiris, Giacometti ve Les Temps Modernes ekibi- bu noktada da gerçek birer demokrattı: Aklım fikrim sadece onlarda olmasaydı, havanda su dövdüğümü düşünebilirdim. Zaten öyle yaptığım yönünde eleştirildim: Uydurduğum, çarpıttığım, saçmaladığım, sayıkladığım da ileri sürüldü. Öyle çok şeyden dolayı eleştiri aldım ki: Her şeyim eleştirildi! Öncelikle uygunsuzluğum. (…) Benim müstehcenliğimi eleştirmek bahanesiyle öyle bir müstehcenlik furyası esti ki! O eski bildik açık seçik şakalar sel gibi akıtıldı. İmzalı ya da imzasız mektuplar, iğnelemeler, taşlamalar, paylamalar. Örneğin ‘birinci cinsin çok aktif üyelerinden’ davetler aldım. Doyumsuz, frijit, fallus meraklısı, nemfoman, lezbiyen ve yüz kere kürtaj geçirmiş oldum, her şey oldum, anası belli değil bile dendi. Cinsel soğukluğumu iyileştirmeyi, gulyabani iştahımı bastırmayı öneriyorlardı, tarafımdan yakışıksızca talan edilen gerçekliğin, güzelliğin, iyiliğin, sağlığın, hatta şiirin adına bana bir takım beklenmedik ve önemli açıklamalar vaat ediliyordu. Peki.

(…)

Sağ, kitabımdan ancak nefret edebilirdi, zaten Vatikan kara listeye aldı yapıtımı. Aşırı sol tarafından iyi karşılanacağını umuyordum. Komünistlerle aramız kötüydü; yine de denemem Marksizm’e çok şey borçluydu ve ona öyle iyi bir yer veriyordu ki solculardan biraz olsun tarafsızlık bekliyordum! Marie- Louise Barron, Les Letters Françaises’de İkinci Cins’in, Billancourt’taki işçi kadınları epey güldüreceğini söylemekle yetindi: Colette Audry, Combat’ta yayımladığı ‘eleştirmenlerin değerlendirmesi’ yazısında ‘Billancourt’taki işçi kadınları küçük görmektir bu’ şeklinde bir yanıt verdi. Action, bir kadınla bir maymunu sarmaş dolaş gösteren bir fotoğrafla süslediği, imzasız ve anlaşılmaz bir makale ayırmıştı bana.

Stalin’e yakınlık duymayan Marksistler de daha rahatlatıcı değildi. Ecole Emancipee’de bir konferans verdim, bana Devrim tamamlandığında kadın sorunu diye bir şey kalmayacağı yanıtı verildi. Peki, dedim, ama ya o zamana kadar ne olacak? Şimdiki zaman onları pek ilgilendirmiyor gibiydi.

Rakiplerim İkinci Cins çevresinde birçok yanlış anlama yaratıp sürdürdüler. Özellikle anneliğe ilişkin bölümle ilgili çok eleştiri aldım. Birçok erkek, çocuk doğurmadığım için kadınlardan söz etmeye hakkım olmadığını ilan etti: Ya onlara ne demeli? Birçok donmuş fikirle karşı çıkıyorlardı bana. Annelik duygusu ve aşka verilen bütün değerleri reddediyormuşum: Hayır. Ben kadının bunları gerçekten ve özgürce yaşamasını istedim oysa çoğunlukla bu duygular oyalama işlevi görüyor ve kadın onlardan öyle soğuyor ki, yürek çoraklaşıyor, yabancılaşma kalıcı oluyor.

Koşulların Gücü, 1963



 

Yeryüzünü sözcüklerle kaplamak

Çocukluğundan beri başlıca kaygısı yazmak olan Beauvoir roman, otobiyografi, deneme, gazetecilik, eleştiri alanlarında parladı, bir tiyatro oyunu ve bir film senaryosu kaleme aldı. Projelerine en uygun anlatım biçimini seçmekten de, aynı tür içinde kalarak yazma tekniğini değiştirme olasılığından da mahrum bırakmak istemiyordu kendisini. Özgürlük arayışının estetik somutlaşması olan bu ‘açık’ edebiyat uygulaması konusunda kendisini defalarca sorguladı.

(…)

Bir iki istisna dışında, tanıdığım bütün yazarlar müthiş zahmet çeker: Ben de onlar gibiyim. Hem sanıldığının tersine, roman ve otobiyografi beni bir denemeden çok daha fazla içine çeker; bana daha çok neşe de verirler. Önceden uzun uzun düşünürüm. Les Mandarins’deki (Mandarinler) kişileri varolduklarına inanmaya varacak kadar çok düşledim. Anılarım için, mektupları, eski kitapları, mahrem günlüklerimi, günlük gazeteleri yeniden okuyarak geçmişimle hemhal oldum. Kendimi hazır hissettiğimde durmadan üç yüz dört yüz sayfa yazarım. Zahmetli bir uğraşır bu; Yoğun bir konsantrasyon gerektirir, üstelik biriktirdiğim karmakarışık yığın tiksindirir beni. Bir iki ayın sonunda işi sürüdüremeyecek kadar midem bulanmış olur. Yeniden sıfırdan başlarım. Elimdeki malzemelere rağmen, sayfa yeniden boştur ve içine dalmadan önce tereddüt geçiririm. Genellikle, sabırsızlık gösterir, kötü başlangıç yaparım; her şeyi bir anda söylemek isterim: Anlattığım şey tatsız, tuzsuz, düzensiz, cılız olur. Yavaş yavaş, acele etmemeye rıza gösteririm. Ben tatmin eden mesafeyi, tonu, tempoyu bulduğum an gelir. Müsveddemin yardımıyla bir bölümü ana hatlarıyla kaleme alırım. Birinci sayfayı baştan alır, en alta ulaşınca cümle cümle yeniden kurarım; daha sonra sayfanın bütününe göre her cümleyi, bölümün tamamına göre de her sayfayı düzeltirim; sonra kitabın bütününe göre her bölümü, her sayfayı, her cümleyi düzeltirim. 

Baudelaire, ressamlar her aşamada bütün tabloyu resmederek eskizden bitmiş yapıta gider, derdi; benim de yapmaya çalıştığım budur. Dolayısıyla her yapıtım iki-üç yılımı alır – Les Mandarins (Mandarinler) dört yılımı aldı. Bu sırada her gün altı yedi saatimi masamın başında geçirdim.

Çoğunlukla edebiyat konusunda daha romantik bir düşünceye sahiptir insanlar. Ama edebiyat bana bu disiplini dayatır, çünkü bir meslekten başka bir şeydir zaten: Bir tutku ya da bir aşırı düşkünlük diyelim. Uyanınca, bir kaygı ya da bir iştah hemen dolmakalemimi elime almaya zorlar beni; her şeyden kuşkulandığım karanlık dönemlerde sadece, soyut bir talimata boyun eğerim: O zaman talimat bile çatırdayıp çökebilir. Ama, yolculukta olduğum ya da olağandışı olayların meydana geldiği zamanlar dışında, yazmadan geçirdiğim bir gün kül tadı bırakır ağzımda.

Elbette esin de rol oynar: onsuz titizlik hiçbir işe yaramazdı. Bazı şeyleri, belli bir tarzda, dile getirme tasarısı doğar, zenginleşir, dönüşüme uğrar kararsızca. Küçük bir olayın, bir ışığın içindeki yankıları, bir anın parıltısı tasarlanmış değildir, bir imgenin ya da sözcüğün olasılığı da. Bir yandan planıma tamı tamına uyarken ruh halimdeki iniş çıkışları da göz önünde bulundururum: Eğer canım birdenbire bir sahne anlatmayı, bir konuya girişmeyi istiyorsa, yerleşik düzenin boyunduruğuna girmeden yaparım istediğimi. Kitabın çatısı bir kere kuruldu mu, seve seve rastlantıya bırakırım kendimi: Düş kurarım, sayıklarım, sadece kağıdımın önünde de değil, bütün gün boyunca, hatta geceleyin. Uykuya dalmadan önce ya da uykum kaçtığında aklımdan bir cümle geçtiği olur sık sık, kalkıp not ederim cümleyi. Les Mandarins’deki (Mandarinler) ve anılarımdaki birçok pasaj bir çırpıda bir duygunun etkisiyle yazıldı: Bazen ertesi gün rötuşlarım onları, bazen dokunmam.

En sonunda, altı ay, bir yıl, hatta iki yıl sonra, sonucu Sartre’a gösterdiğim zaman hala hoşnut kalmamışımdır ama soluğum kesilmiş hissederim kendimi: yeniden harekete geçmek için onun sertliğine ve yüreklendirmelerine gerek duyarım.

(…)

Gerçek şu ki ben bir yazar kadınım: Bir yazar kadın, yazı yazan bir ev kadını değildir, bütün varoluşu yazının buyruğu altında bulunan kadındır. Böylesi bir ömür her ömre bedeldir. Kendi nedenleri, kendi düzeni, kendi amaçları vardır, bu yaşamı çılgınca diye nitelemek için onlardan hiçbir şey anlamamış olmak gerekir.

Koşulların Gücü, 1963


ARŞİV