Radi Fiş: Ben de Halimce Bedreddinem

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Radi Fiş'in "Ben de Halimce Bedreddinem" kitabı ile devam ediyor.

30 Eylül 2021 - 10:28

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Radi Fiş ile devam ediyor.

RADİ FİŞ (28 Ekim 1924- 6 Eylül 2000)

Usta yazar Nazım Hikmet’in dostu olan Rus yazar Radi Fiş 1924 yılında Leningrad'da doğdu. Moskova Şarkiyat Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okudu. Çevirileriyle Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Fahri Erdinç ve Ataol Behramoğlu gibi yazar ve şairleri Rus diline kazandırdı. Aynı zamanda gemicilik yapan yazar Manş’tan Mexico Körfezi’ne, Orkinos Adaları’ndan Küba’ya kadar nice denizler aştı, insanların yaşamlarına tanık oldu.

Türkiye’ye ilk kez 1965 yılında gelen yazar, pek çok yazar ve ozanımızla da tanıştı. Radi Fiş’in, yakın dostu Nâzım Hikmet'in yaşam serüvenini yazdığı Nâzım'ın Çilesi adlı kitabı Moskova'da 1968'de yayımlandı. Nâzım'ın 1950'de Moskova'ya ayak bastığı günlerden ölümüne kadar her an birlikte olmuş bir kişi olarak kaleme aldığı yapıt, 1969'da Gün Yayınları tarafından yayımlandı.

Radi Fiş’in Evrensel Basım Yayın tarafından okurla buluşturulan “Ben de Halimce Bedreddinem” isimli kitabından bazı bölümleri paylaşıyoruz.

BEN DE HALİMCE BEDREDDİNEM

Ayaklarının dibinde uzanan ve genellikle Yeşil Cami’nin çinilerinin renginde olan göl, bu kez gökyüzünü baştan aşağı kaplamış olan bulutların rengini almıştı. Ne yukarda bir yıldız görülüyor, ne de şafak sisleri içinde yitip gitmiş gölün kıyı çizgisi seçiliyordu. Belirli aralıklarla bir o yana bir bu yana salınan kamışların ölçülü hışırtısından başka kendini duyuran hiçbir şey yoktu. Dört bir yan külrengi pamuk yığınları içindeydi sanki.

Sultan Mehmed Çelebi’nin de istediği tam bu değil miydi: Tutsağından yükselebilecek inlemeleri kimseler duymamalıydı.

Bedreddin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, bir yandan da kendisine ulufe olarak üç bin akçe aylık bağlamıştı. Ah! Keşke hemen başını uçursalar, ya da bir zindana atsalardı!

Besbelli buna cesaret edememişlerdi. Kitapları İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’da saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup böyle bir insanın başını vurmak; çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak, kulların padişahın hakseverliğine duydukları güveni sarsabilirdi. Mehmed Çelebi gibi yemininden dönenler ve kardeş katilleri içinse, iktidarı ele geçirdiklerinde, hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildir.

Ama yağma yok! Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacak! Suskun bir boyun eğme bekliyorlar ondan; böylece Sultanın arzu ettiği söylentilerin yayılması kolaylaşacak, hesapları bu! Ama sökmeyecek bu hesap!

Elli beş yaşını geride bırakmıştı artık Bedreddin. Ve inananların, dünyanın sonuyla karıştırdıkları o an, onun için çok, çok yakındı. Ama zihni hiçbir zaman şu anda olduğunca açık ve özgür, ruhu şu anda olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı. Kalın bir kütle olarak, duvar dediğin nedir ki? Bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyor o.

Bir yıldan fazla bir zamandır şu dört duvarın arasında oturup duruyor işte.

(…)

Öğrencileriyle avluda dolaşırken Bedreddin onların tekkeye ulaşan haberlere ilişkin görüşlerini öğrenirdi. Haberlerse pek de iç açıcı değildi. Sultan Beyazıd’ın Ankara önlerinde Aksak Timur karşısında bozguna uğraması, devleti perişan etmişti. Timur istilasının yangın yerine çevirdiği Şam, Bağdat, İzmir, Bursa, Sivas gibi kentlerde insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa yitirmişler, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Ticaret tümüyle durmuştu, çünkü kimsenin elinde ticarete konu olabilecek bir şey kalmamıştı. Dağlar, düzler eşkiyadan geçilmiyor, şurdan şuraya hırsız-uğursuz saldırısına uğrama tehlikesini göze almaksızın gidilemiyordu.

Timur çekip gitmiş, ama istila ettiği toprakların başına birer bey bırakmayı da unutmamıştı. Eskiden bir kişinin sözünün geçtiği topraklarda şimdi üç dört kişinin sözü geçer olmuştu. Beylerle mirasçıları ya da halefleri arasında kanlı kavgalar sürüp gidiyor, ekinler yakılıyor, köyler boşalıyor, kentler yerle bir ediliyordu. Halkın artık şurasına gelmişti.

(…)

Avlu kapısını açıp tekkeye girdi. Yemek odasından, tabaklara vuran kaşık sesleri geliyordu. Öğrenciler, öğretmenlerinin geciktiğini görünce her sabahki soğan çorbalarını içmeye başlamışlardı.

Hayır, acele etmemeliydi. Önce her şeyi bütün ayrıntılarıyla inceden inceye düşünmeli, ancak ondan sonra öğrencileriyle, özellikle de bugün yarın İznik’e gelmesini beklediği Börklüce Mustafa’yla tartışmalıydı. İşin bundan sonrası için ardından gelecek olanları bekleyen tehlike çok, çok büyüktü.

Öylesine sevecenlikle dolup taştı ki yüreği, oluğu tıkanacak gibi oldu. Yıllardır kendisini izleyen insanlaraydı bu sevecenlik. Onlarsız kendisi bir hiçti, “hakikat”se bir ölü: Çünkü hakikat, ancak insanlar aracılığıyla var olurdu, kendilerini sonuna dek ona adamış insanlarla... Tıpkı şu anda İznik’in Yakup Çelebi tekkesinin yemek odasında oturmakta olan şu insanlar gibi…

(Syf  11-18)

(…)

Gece yarısına doğru Cafer, öğretmenin hücresine ona en bağlı öğrencilerden dokuzuyla Âşık Şeyhoğlu Satı’yı çağırdı. Herkes yerine oturunca Bedreddin:

  • Bildiğiniz gibi, dedi, son yapıtımız olan “Teshil”i Mekke’ye gitmekliğimize izin vermesi dileğiyle Osmanlı Sultanı Mehmed Çelebi’ye sunmuş idik. Ancak Börklüce Mustafa dışında hiçbiriniz bu dileğimizin altında yatan şeyin ne olduğunu bilmiyorsunuz...

Bedreddin sustu. Öğrenciler gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Sezmişlerdi:
Olağanüstü bir şeyler olacaktı.

Bedreddin sözlerini sürdürdü:

  • Başkentten dönen ulaklarımızın anlattıkları, daha önce duyduklarımızın tümünü doğruluyor. Yani: Rençber, bey haracından; zanaatkar, düşük ücretten; asker, gâvurlara cenk açmaya isteksiz sultanın zayıf kişiliğinden ve korkaklığından şikayetçidir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi sultanın kardeşi Mustafa, taht için yeni bir dalaşa tutuşma niyetiyle ortaya çıkmış bulunuyor. Sözün kısası, çöktüm, çöküyorum diyen bir halde Osmanlının iktidarı.

(…)

Bedreddin İznik’in tekkesinin ona ait hücresinde toplanmış öğrencileriyle konuşmaya devam ediyordu:

  • Sanırım hepimiz için açık ve anlaşılır bir durumdur: Bizim varlığımızı dolduran, var oluşumuza anlam veren hakikat, Osmanlı sultanı olsun, Bizans imparatoru olsun; İslam beyleri olsun, Hıristiyan prensleri olsun; ve ulema olsun, papazlar olsun; rahipler, hahamlar olsun, bunların hepsi için aynı ölçüde iğrençtir, ürkünçtür ve kabul edilemezdir. Çünkü hakikat, birliktedir; onlara güç veren, zenginlik veren iktidar ise, bölünmüşlüğün üzerinde yükselir.
  • (…)

Bedreddin gözleriyle öğrencilerini taradı. Kımıldamadan oturuyorlardı. Bir tek, şu, adı Mecnun olan uzun boylu, ateşli Ankaralının kamış kalemi kâğıt üzerinde gıcırdayıp duruyordu.

  • Bütün bu söylediklerimiz bizi, on yıldır beklediğimiz günün, toprak içinde kökler salarak, bize yeni yandaşlar kazandırarak, yandaşlarımız arasındaki ilişkileri güçlendirerek gelip çattığı inancına getirmiştir. Eğer bu fırsatı kaçırırsak, yüreğimizi dolduran güzellikler, on yıl daha, hatta kim bilir, belki de yüz yıl daha gün yüzü göremeyecek!... 
  • (…)

Mecnun heyecanla atıldı:

  • Geç başımıza, mürşidimiz, sür götür bizi! Senin şanın bizim şanımız, senin yaşamın bizim yaşamımız! Hepimiz hakikat uğruna ölmeye hazırız!
  • Sağ olasın Mecnun, dedi Bedrettin. Ne var ki, bugüne dek nice bin insan ölmüş ama ölümleriyle bir şeyi değiştirememişlerdir. Hakikatin olanca canlılığıyla ortaya çıkabilmesi için ölmek değil, muzaffer olmak gereklidir. Zafer içinse güç gereklidir.
  • Mürşidimiz, müsaaden var mı?

Börklüce Mustafa’ydı. Bedreddin gülümseyerek başını sallayınca, sürdürdü:

  • Güç başağa benzer, olgunlaşabilmesi için zaman gereklidir. Başağı bize kazandıracak zamanı elde etmek için başvurulacak her kurnazlık güzeldir. Bizim kurnazlığımız başarılı olmadığına göre ne yapmalıyız?

  • Peki Mehmet Çelebi’ye mürşidimizin kitabını göndermemiz ille de gerekli miydi? -Kemal Torlak’tı soruyu soran.- Şimdi şöyle düşünmezler mi: Önce Sultandan bağış dilediler, onun kalbini kazanmaya çalıştılar, kazanamayınca da ona başkaldırdılar? Özellikle de bizden sonra gelecek olanlar, gerçeği anlayabilecekler mi? Biraz kaba bir deyimdir, Şeyhim, bağışlayın, ama bizim Manisa’da bir söz vardır: “Hamamın paklığını herkes görüp bilmeli” derler.

Bedreddin işte bu yüzden onları çok severdi. Börklüce Mustafa’yı akıllılığı, telaşsızlığı ve yürekliliği için; Kemal Torlak’ı ise doğruluğu, titizliği için: Dürüstlüğe, onura ilişkin her şeyi, kuyumcu terazisinde tartardı Kemal. Uzağı görmede de üstüne yoktu.

  • Kitabımızı göndermemiz amaçsız değildi, dedi Bedreddin. Kurnazlığımız sökmedi. Ama başarıya ulaşsaydık, şu anda özgür olacaktık. Bizden sonra geleceklere, çocuklarımıza, torunlarımıza gelince... Herhalde onlar bizden daha aptal olmayacaklar. Kitabımızın önsözünde Mehmed Çelebi’ye sesleniş diye bir yer var, burada Sultanı öven tek bir sözcük bile bulunmuyor. Hatta, tam tersine, bir isteğimiz yer alıyor, - onu da ondan değil, Cenabı Haktan istiyoruz- zalimlerin zulmünden kurtar bizi, diyoruz. Ardımızdan gelecek olanlar bu sözlerle kimleri kastettiğimizi herhalde anlayacaklardır. Asıl terslik başka yerde, Kemal Torlak. Öğretmeninize gözlerini dört açmış bakıyorlar artık... Aslında yüreğimin sesini dinleyecek olsam, Mecnun’u yani, hemen bu gece sizinle birlikte şu İznik’ten kaçar giderdim. Ama aklım - Börklüce Mustafa yani-  bana, buradan yok oluşumuzun düşman tarafından hemen fark edileceğini ve peşimize düşeceklerini söylüyor. Bu, bizi harekete geçiren hakikatin, daha ana rahmindeyken, bir dölüt halindeyken, dünya yüzü göremeden yok olup gitmesi demektir. Aklımın önerisi şu: Önce Börklüce Mustafa harekete geçsin. Olay
    iyice köklenip güçlenince de ben başa geçeyim.

Bedreddin başını önüne eğdi. Avucuyla boynunu sıvazladı. Aşırı heyecanlı olduğuna işaretti bu. Sonra gözlerini yerden kaldırıp:

  • Nice zamandır ilk kez aklımla yüreğim arasında denge kuramıyorum, dedi. Sizin düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum…

Öğrenciler susuyorlardı. Suskunluk uzadıkça da, öğretmenlerini burada, kalede bırakıp, kendilerinin tek başına harekete geçmeleri gözlerine olanaksız görünüyordu.

Çocukların ana babalarının koruyuculuğuna alışmaları gibi, onlar da Bedreddin aklının ve etkinliğinin her an arkalarında olmasına alışmışlardı. Bir an hepsi öksüz kalmış gibi duydu kendini.

  • Yokluğun bize pahallıya mal olacak, mürşidim! -Abdüsselâmdı bu.- Ama
    madem ki başka çare yok, ne yapalım... Yalnız, bir dileğim var senden: Beni
    Börklüce’yle gönder. Sakız’da, Ayaslug’da, eski dindaşlarımın bulunduğu yerlerde ona çok yardımım dokunur.
  • Münasiptir!
  • Hayır, mürşidim, diye atıldı Torlak Kemal. Börklüce’yi tek başına bırakmam. Börklüce Aydın’a gitsin, bildiği yerdir. Ben de kendi bölgeme, Manisa’ya gideyim. Birlikte başlayalım.
  • Münasiptir! Yalnız, yine Börklüce baş olacak. Sen ondan alacağın işaretle başlayacaksın. Ve birbirinizle sürekli ilişki içinde olacaksınız.

(…)

Bedreddin başka konuşacak var mı diye biraz daha bekledi. Baktı konuşan yok:

  • Madem bu kadar tez karar verdik, dedi, yolu gün batımına olanlar, Börklüce Mustafa’yla Kemal Torlak yarın şafakla yola çıksınlar. Size gelince, Ahi Mahmud, Akşemseddin, hemen geceyarısı yola çıkmanız münasiptir. Silistre’de, Zagor’da, Sultanın burnunun dibinde size yardım edecek, davamıza inanmış kişileri arayıp bulun. Dağ keçileri denli dikkatli, temkinli ve tilkiler denli kurnaz olun. Bizi hayırla yadedenlere, “Şeyh Bedreddin geliyor!” deyin.

(Syf 72-80)


ARŞİV