Nikos Kazancakis: Zorba

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Nikos Kazancakis'in Zorba romanı ile devam ediyor.

07 Temmuz 2023 - 09:24

NİKOS KAZANCAKİS (18 Şubat 1883- 26 Ekim 1957)

1883’te Girit’in Heraklion kentinde doğdu. Atina Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra hukuk doktorasını verdi. Mezun olduktan sonra 1907 yılında felsefe üstüne çalışmak için Paris'e gitti. Kazancakis, felsefi açıdan ünlü düşünür Henri Bergson’dan etkilendi. Paris’te üç yıl yaşayan yazar Birinci Dünya Savaşı çıkınca ülkesine döndü. Üniversitede hukuk asistanı oldu. Gönüllü olarak savaşa katıldı. Savaş sonrasında hükümetin danışma kurulunun başkanlığını yaptı. 1922 yılından ölümüne kadar birçok ülkeyi dolaşarak gezi yazıları formatında eserler yazdı. Berlin'de bulunduğu dönemlerde komünizm ile tanıştı ve Lenin hayranı oldu. 1945 yılında Yunanistan'da küçük bir sol partinin başkanı oldu ve Yunan hükumetinde bakan olarak görev yaptı. Bir yıl sonra ise bu görevinden istifa etti. 1946 yılında yazdığı Zorba isimli romanı Zorba the Greek ismiyle Mihalis Kakoyannis tarafından uyarlanıp yönetildi. Anthony Quinn'in başrolunü oynadığı film en çok gişe yapan filmlerden biri oldu. 

Lenin Barış Ödülü’ne değer görülen Kazancakis, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir oy farkla kaybetti. Goethe ve Dante’nin yapıtlarını Yunancaya çevirdi; Homeros’un Odysseia destanına 33.333 dizelik bir devam yapıtı yazdı. 1957’de öldüğünde, doğduğu kent Heraklion’daki kale burçlarından birinin altına gömüldü. Mezar taşında, “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm,” yazıyor.

ZORBA

Onu ilk kez Pire'de tanıdım. Girit'e gidecek vapura binmek üzere limana gelmiştim. Neredeyse sabah olacaktı. Yağmur yağıyordu. Güçlü bir siroko rüzgârı esiyor, denizin serpintileri küçük kahveye kadar geliyordu. Camlı kapılar kapalı olduğu için hava, insan soluğu ve adaçayı kokmaktaydı. Dışarısı soğuktu; camlar, insan soluklarından buğulanmıştı. Keçi kılından kahverengi fanilalar giymiş ve burada sabahlamış birkaç denizci, kahve ve adaçayı içiyor, buğulu camlardan denize bakıyorlardı.

(…) çok uzun boylu, kuru, patlak gözlü, altmış beşlik bir ihtiyar, yüzünü cama yapıştırmış, bana bakıyordu. Koltuğunun altında küçük, yassı bir bohça vardı.

En çok dikkatimi çeken şey, alaycı, üzgün, huzursuz ve alev alev yanan gözleriydi. Bana öyle görünmüştü gözleri.

Bakışlarımız bir an birleşince, aradığının ben olduğuma inanmış gibi, kararlı bir tavırla elini uzattı ve kapıyı açtı. Hızlı, kıvrak bir yürüyüşle masaların arasından geçerek önümde durdu.

“Yolculuk mu?” diye sordu. “Hayrola, ne yana?”

“Girit'e. Neden sordun?”

“Beni de götürür müsün?”

Dikkatle ona baktım. Çukurlaşmış yanaklar, kalın bir çene, kabarık favorili kırlaşmış kıvırcık saçlar, kıvılcımlanan gözler.

“Neden? Seni ne yapayım?”

Omuz silkti, alaylı, “Neden? Neden?” dedi. “İnsan nedensiz bir şey yapamaz mı? Şöyle keyfi için! Beni yanına aşçı olarak al, diyelim; çorba yapmasını bilirim.”

(…)

“Adın ne senin?”

“Aleksi Zorba. Çok uzun boylu bir keşişe benzediğim ve başım yamyassı olduğu için, kızdırmak istedikleri zaman 'Fırıncı Küreği' diye de çağırırlar. Ne derlerse desinler. Bir zamanlar kavrulmuş kabak çekirdeği sattığımdan ötürü bana 'Çakaçuka' da derlerdi. Sözde nereye gidersem zarar verip tünediğim için bağ kütüklerine dadanan 'Pas Hastalığı' adını da takanlar oldu bana. Başka takma adlarım da var ama, onları da başka zaman anlatırım.”

(…)

“Anlaştık Zorba, benimle geleceksin. Girit'te bir linyit madenim var. Sen işçilerle uğraşırsın. Akşamları ikimiz birlikte kumsala uzanırız. Benim ne karım ne çocuklarım ne de köpeklerim var; birlikte yer içeriz. Sonra sen santur çalarsın.”

“Keyfim olursa, duyuyor musun? Keyfim olursa. Sana istediğin kadar çalışır, esirin olurum! Ama santur başkadır. Canavardır o, özgürlük ister. Keyfim olursa çalarım; şarkı da söylerim. Sana zeybek, kasap havası ve pentozali de oynarım; ama peşin pazarlık: Keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin. Unutma ki ben de insanım.”

“İnsan mı? Ne demek istiyorsun?”

“Yani özgürüm”

Bağırdım:

“Kahveci, bir rom daha getir!” Zorba atıldı:

“İki rom! Sen de iç ki, tokuşalım. Adaçayı ile rom kafadar olamaz; sen de rom içeceksin. Kafadarlığımızın kurtuluşuna!”

Kadehleri tokuşturduk; gün artık iyice ağarmıştı. Vapur düdük çalıyordu. Valizlerimi vapura götüren sandalcı gelip bir işaret yaptı. Kalkıp Zorba'nın omzuna dokundum.

“Gidiyoruz,” dedim, “Tanrı yardımcımız olsun!” Zorba yavaşça ekledi:

“Şeytan da!”

Eğildi, santurunu kolunun altına aldı, kapıyı açtı ve önce kendi çıktı.

                                                                                              

                                                                                                                         (Syf 15-29)

Sabaha karşı uyandığımda adaların Büyük Arhont'u (Eski Grek cumhuriyetlerinde başyargıç), engebeli ve çok belirli bir halde sağımızda görünüyordu; dağlar da, sabah güneşi altında sakindi ve buğular içinde sanki gülüyorlardı. Çivit mavisi deniz çevremizde kaynıyordu.

Kalın, kahverengi bir battaniyeye sarınmış olan Zorba, doymaz gözlerle Girit'e bakıyordu. Gözleri dağdan ovaya atlıyor, sonra inceleye inceleye kıyı boyunca gidiyordu. Sanki bütün bu toprakları daha önce tanıyordu da, şimdi onların üzerinde, aklı başındayken bir daha yürümekten sevinç duymaktaydı.

Yaklaşıp Zorba’nın omzuna dokundum.

“Sanırım Girit'e ilk kez gelmiyorsun Zorba,” dedim. “Ona eski dostunmuş gibi bakıyorsun”

Zorba, tembel tembel esnedi; hiç de söyleşiye girişecek keyfi yoktu.

Güldüm.

“Konuşmaya üşeniyor musun Zorba?”

“Üşenmiyorum patron, ama güçlük çekiyorum, “dedi.

“Güçlük mü çekiyorsun?”

Hemen karşılık vermedi. Gözlerini yine kıyılarda dolaştırdı. Güvertede yatmıştı, kıvırcık, gri saçlarından nem akıyordu. Şu an güneş vurduğu için, yanaklarındaki, çenesindeki ve boynundaki bütün derin buruşuklar diplerine kadar aydınlanmıştı.

(…)

Saçlarım kendi has bir boyalarına sahipti. Otuz iki dişim vardı ve sarhoş olduğum zaman mezeleri, arkasından da meze tabaklarını yerdim. İşte, tam o sırada şeytanın aklına esti de Girit yeniden ayaklandı: O zamanlar gezgin satıcıydım. Makedonya'da köy köy dolaşıyor, ufak tefek şeyler satıp karşılığında para yerine peynir, yün, sadeyağ, adatavşanı, mısır alıp satıyor ve iki katını kazanıyordum. (…) Girit yine silaha sarıldı. ‘Tüh!’ dedim. ‘Lanet olsun şansıma be… Şu Girit bir türlü bizi rahat bırakmayacak mı?’ Yumaklarla dulları bıraktım, bir tüfek aldım, öbür başıboşlarla birleştim ve Girit yolunu tuttuk.”

“Patron,” dedi, “Sen şimdi sanıyorsun ki, oturup sana, adet olduğu üzere Girit’te kaç Müslümanın kafasını koparıp kaçının kulağını kestiğimi anlatacağım. Bunu aklından çıkar, ben bunu yapmaya üşeniyor, utanıyorum. Aklımın başımda olduğu şu sırada, sana hiçbir şey yapmamış olan başka bir insana saldırıp onu ısırmanı, burnunu koparmanı, kulağını kesmeni, karnını deşmeni ve bu arada Tanrı'yı da yardıma çağırmanı gerektiren bu kudurganlık nedir diye düşünüyorum; bu, Tanrı da gelip burun ve kulak kessin ve işkembe deşsin mi demektir?.. Ama, o zaman kanım kaynıyordu patron; düşünecek kafa nerde bende? Tam ve namuslu düşünceler, sessizlik, ihtiyarlık ve dişsizlik ister. Dişsiz olduğun zaman: 'Ayıp çocuklar, ısırmayın!" demek kolaydır. Ama, otuz dişin olunca... İnsan gençliğinde canavardır, evcilleşmek bilmez canavardır ve insan yer.”

Başını salladı.

“Kuzular, tavuklar ve domuz yavruları da yer ama, hayır, insan yemezse doymaz!” dedi ve sigarasını kahve tabağında ezdi.

(Syf 34-36)

Günlerden pazardı, işçiler yarın çevre köylerden gelip iş tutacaklardı, yani, gezintiye çıkıp talihin beni hangi kıyılara attığını görecek vaktim vardı. Şafakla birlikte dışarı fırladım, bahçeleri geçtim, biraz kıyıda dolaştım, bu yerlerin suyu, toprağı ve havasıyla şöyle üstünkörü bir tanıştım, kokulu yabanıl otlar topladım, avuçlarım kekik, adaçayı, nane kokusuna bulandı.

(…)

Dönünce arkamda bütün yüzüyle gülen Zorba'yı gördüm.

“Nedir bunlar patron!” diye bağırdı. “Seni saatlerdir arıyorum, ama bir türlü bulamıyorum!”

Beni sessiz ve hareketsiz görünce sesini yükseltti: “Öğle vakti geçti, tavuk kaynadı, erimiştir zavallı! Anladın mı?”

“Anladım, ama karnım aç değil.”

Zorba, ellerini bacaklarına vurarak, “Aç değil misin?” dedi. “İyi ama, sabahtan beri bir şey yemedin ki. Vücudun da canı vardır, acı ona! Ver ona yesin, patron, ver yesin! Bizim zavallı eşeğimizdir o; onu yedirmezsen seni yarı yolda bırakır sonra.”

Ben bedenin bu zevklerini küçümserdim. Becerebilsem, ayıp bir şey yapıyormuş gibi, yemeğimi gizli yiyecektim; ama Zorba bağırmasın diye, “Peki,” dedim, “geliyorum!”

Köyün yolunu tuttuk. Saatler, kayaların arkasındaki âşıkların zamanı gibi şimşek hızıyla geçmişti. Floransa'nın ateşli soluğunu hâlâ üzerimde hissediyordum. Zorba çekinerek sordu:

“Linyiti mi düşünüyordun?”

Gülerek karşılık verdim:

“Başka neyi olacak? Yarın işe başlıyoruz, birtakım hesaplar yapmam gerekiyordu.”

Zorba, gözucuyla bana bakıp sustu. Hâlâ beni tartmakta olduğunu anlıyordum; bana inanması gerekip gerekmediğini daha kestirememişti. Yine sakınarak sordu: “Peki nasıl bir sonuca vardın?”

“Masrafı karşılamak için, üç ay sonra, günde on ton linyit çıkarmamız gerektiği sonucuna.”

Zorba yine bana baktı, ama bu kez huzursuzdu. Biraz sonra, “Peki ama”, dedi, “Hesap yapmak için neden deniz kıyısına gittin? Sorduğum için beni bağışla patron ama anlamıyorum. Ben rakamlara bulaştım mı, toprak içindeki bir deliğe saklanmak, kör olmak, görmemek isterim. Gözlerimi kaldırıp da denizi, bir ağacı ya da ihtiyar da olsa bir kadını gördüm mü hesaplar şeytanın yanını boylar. Sayılar kanatlanır, Tanrı kahretsin, kanatlanır ve uçarlar!”

Onu kızdırmak için , “Neden Zorba?” dedim. “Çünkü kabahat sende. Aklını toparlayacak güçte değilsin.”

“Haklı olabilirsin patron. Yoruma göre değişir bu. Öyle şeyler vardır ki, yaşlı bilge Süleyman bile... Bak, bir gün, küçük bir köyden geçiyordum. Çok ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. ‘Ee, dede,’ dedim, badem ağacı mı dikiyorsun?’ O, eğilmiş olduğu halde bana baktı ve ‘ben, oğlum,’dedi, ‘ölümsüzmüşüm gibi hareket ederim.’ Karşılık verdim: ‘Bense her an ölecekmişim gibi davranırım!’ İkimizden hangimiz haklıydık patron?”

Zorba zafer kazanmış gibi baktı bana:

“Haydi söyle bakalım?” dedi.

Susuyordum. İki yol da sarp ve çetindi; ikisi de insani doruğa çıkarabilirdi. İnsanın ölüm yokmuş gibi hareket etmesiyle, aklında her an ölüm olduğu halde hareket etmesi, belki aynı şeydi, ama, o zaman bunu bilmiyordum daha.

Zorba, alaycı bir tavırla sordu:

“Evet? Üzme kendini patron, ucunu bulamazsan, başka sözler edelim be yahu! Ben şu anda yemeği, tavuğu ve tepesinde tarçınıyla pilavı düşünüyorum; bütün beynim pilav gibi buram buram tütüyor. Önce yemek yiyelim, önce safra alalım, sonra düşünürüz. Her şey sırayla. Şimdi önümüzde pilav var, öyleyse aklımızda pilav olmalı. Yarın önümüzde linyit olacak, aklımızda da linyit. Yarım yarım olmaz bu iş anladın mı?”

(Syf 47-53)

 


ARŞİV