Nihal Yeğinobalı: Sitem

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Nihal Yeğinobalı ile devam ediyor.

28 Ekim 2022 - 08:38

Tam adı Zeynep Nihal Yeğinobalı olan yazar ve çevirmen 1927’de Manisa’da doğdu. İstanbul'a geldiğinde 8 yaşındaydı. Orta ve lise öğrenimini şimdiki adı Robert Kolej olan Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinde tamamladı. Daha sonra Amerika’ya gitti. New York Eyalet Üniversitesinde edebiyat öğrenimi gördü.

1953’te ABD elçiliğinde kültür ataşesi olarak görevli Morton Schindel’le evlenip Amerika’ya gitti ve New York Eyalet Üniversitesi’nde edebiyat eğitimine başladı; ancak 1955’te kızı Sim’in doğumuyla okuldan ayrıldı.

Sayısız klasik ve çağdaş edebiyatçıyı, romanları ve öyküleriyle dilimize kazandıran Yeğinobalı’nın ilk  çevirisi “Allah’ın Bahçesi” (R. Hichens’ten), 1946’da yayımlandı. 

Genç Kızlar adlı ilk romanını, Vincent Ewing adını verdiği Amerikalı bir yazarın imzasıyla yayımladı. 1950’de yayımlanan bu kitap, bir çeviri roman kandırmacasıyla yıllarca yeni basımlar yaptı. Ardından Sitem, Mazi Kalbimde Bir Yaradır, Belki Defne, Gazel adlı romanları ve Cumhuriyet Çocuğu adlı anı kitabını yayımladı.

Bazı dergilerde yayımlanmış şiirleri de bulunan Yeğinobalı, Jane Austen, Charles Dickens, Oscar Wilde, Mark Twain, John Steinbeck ve Mihail Şolohov gibi isimlerin bulunduğu yazarlardan 50’den fazla çeviri yaptı. 14 Mart 2020’de İstanbul’da hayatını kaybeden yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Sitem” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SİTEM

Sana bu mektubu yazarken yanımda kim var, bil bakalım, diyeceğim ya, onu çoktan unutmuşsundur belki de, zavallı Latife Nisyanımızı, öyle ya, şaka maka, şimdi 1973’te olduğumuza göre nerdeyse kırk yıl geçti aradan! Gene de o hâlâ olduğu gibi duruyor: Sandığa kaldırılalı sanki anca birkaç gün falan olmuş, kırk yıl değil! O gül yanakları biraz solmuş, organdi elbisesinin o baygın eflatununa birkaç sandık lekesi düşmüş ama gözler hâlâ o uzun, kıvırcık kirpikli masmavi gözler (çakır mı derlerdi?), saçlar hâlâ o sapsarı saçlar (hani “lepiska” denirdi o zamanlar) ve yatırıp kaldırdığın zaman hâlâ, “Mam... maa” diyor, duyunca dilimizi yutmuştuk hani, hatırlıyorsun, değil mi onu, güzelliğiyle görkemine iki ad anca yeten, biricik Latife Nisyan...

Cenan, Dalya’nın mektubunu elinden bıraktı, parmağını dişlerinin arasına sıkıştırıp tırnağını dişleyerek kısık, kinayeli bir gülüşle güldü… Hatırlamak mı? Elbet hatırlıyordu, nasıl unutmuş olabilirdi, bütün bir yaz boyunca, çocukluğun o bitip tükenmek bilmez yazlarında biri (galiba da sonuncusu) boyunca Dalya’nın övüncüyle gönenci; kendisininse özlemi ve hüsranı olan o hasır şapkalı, siyah rugan iskarpinli “ağlayan bebek”i elbet unutamazdı! Öyle güzel bir bebekti ki! Güzel olmanın ötesinde inanılmaz! Yatırılınca o kıvırcık, uzun kirpikli gözkapaklarını indirir, karnından gelen, insan sesine benzemediği halde onun inanılmazlığıyla kusursuzluğuna yaraşan o duru, ırak sesle, “Mam… ma,” derdi. Kaldırılınca  da gene, “Mam.. maa,” diyerek gözlerini, o masmavi, duru cam gözlerini açardı.

Kurtuluş Savaşı’nın ve Yunan yangınının üzerinden daha ancak bir on yılın geçmiş olduğu o yalın, yokluk döneminde, savaştan bir yangın yeri olarak çıkmış o küçük Ege kentinde, bu Avrupa yapımı taş bebek, bir yeni zamanlar harikası, büyüklerin bile gönül verip ellerinde, dillerinde gezdirdikleri bir güzellik, varlık simgesiydi. Hayır, Cenan, Latife Nisyan’ı unutmamıştı. Şimdi bile gözlerini kapayınca Latife Nisyan’ı bütün ihtişamıyla yeniden görür gibi oluyor, onu kucağına alıp bağrına basmak, o gül pembe boyalı, serin, taş yanakları, hafifçe kıvrık duran o kusursuz taş parmakları okşamak özlemiyle yüreği yeniden burkuluyordu. Şimdi, bunca uzun yılın ardından Dalya, mektubunda, “Latife Nisyanımız!” diyordu ama o zamanlar Cenan’ın Latife Nisyan’ı kucağına almasına izin vermezdi ki! Yalvarsın diye mi beklerdi acaba? Ama Cenan hiçbir zaman yalvarmaz, ağlamamak için yutkunur ve o düzgün, tombul bacakların dantelli pembe soket çoraplarını düzeltmekle yetinirdi. Dalya çok zaman bunu bile fazla görür, bebeği Cenan’ın elinin altından çekip alıverirdi.

Cenan bunun haksızlık olduğunu biliyordu. Kendisi babasının çarşıdaki marangoza yaptırtıp sallangaçlı tahtadan atını (Marangoz Ramazan Amca bu yavuz al atın perçemine bir sap menekşeli oya takıp adına Zeybek demişti) Dalya’yla paylaşmamış mıydı? Hatta Dalya atı kırbaçlayıp “Güzel Zeybek, yaman Zeybek!” dedikçe Cenan, kendisi övgülenmiş gibi koltukları kabararak sevinirdi. Öyle ki emektarları Haççe Teyze, Zeybek’e Cenan’dan çok Dalya’nın bindiğini söyleyerek homurdanırdı.

Sonradan Cenan hemen her yerde, her toplulukta böyle sözünü ve kaprisini çevresindekilere hemen kabul ettiren birer Dalya bulunduğunu anlayacak, kendisini onların doğal kurbanı yapan uysallığını törpüleyecekti: Ama kendisiyle Dalya’nın on iki yaşlarında oldukları o 1934 yılında, elinden yalnızca Latife Nisyan’a uzaktan tapmak, çok üzüldüğü zaman da avunmak için Sitem’e, Sitem’in sevgisine ve korumasına sığınmak geliyordu. Gerçi Sitem’in de elinden, Dalya’ya uzaktan uzağa köpürmekten başka bir gelen yoktu ama Cenan’a bu bile yetiyordu: Sitem’in kendinden yana olduğunu biliyordu ya!

Cenan ayağa kalktı. Ne yaptığını pek bilmeden pencereye yürüdü, aşağıdaki caddeden akan trafiğe, baktığı şeyleri pek görmeden baktı. Hayır, Latife Nisyan’ı unutmuş olması imkânsızdı. Olsa olsa sonraki yıllarda onu belleğinin bir kara deliğine gömmüş ve bunca zaman orada bekletmiş olabilirdi, hatırlamanın vereceği acıdan kaçınmak için, çünkü, öyle ya, Latife Nisyan ölmüş değil miydi, ölmüş, daha doğrusu öldürülmüş ve gömülmüş? Küçük Yeşilce kentinin cinayete kurban giden ilk ve (belki de tek) taş bebeği. Cenan bunu kendi gözleriyle görmüş değil miydi? Latife Nisyan’ın öldürülüşünü değilse bile gömülüşünü?

“Çopur tarla”nın en uzak ucunda, kör kuyunun karşısındaki morsalkım çiçekli ayıt çalılarının insan boyu seddi önünde. Dolunaylı bir yeşilce gecesinin sabaha yaklaşan saatlerinde. Böyle ayaydın gecelere, “gündüz gibi” derlerdi ama yanıltıcı bir benzetmeydi bu, çünkü ay ışığının büyüsü, vurduğu yerleri ve şeyleri aydınlattığı oranda gizeme büründürür, asılsızlaştırırdı. Ay ışığı insanların kanlarına da karışır, göksel bir iksir gibi baş döndürüp sarhoşluk verirdi. O gece dolunayın altındaki en başı dönmüş en ay sarhoşu kişi de herhalde Cenan’dı. Gene de gördüklerini ve yaşadıklarını çok açık anımsıyordu. Eşber’in arkaya yatırmayı hiçbir zaman başaramadığı o dalgalı, gür, simsiyah saçları ay ışığında parıl parıldı, yerde sapı kırık bir bahçe küreği vardı ama o, Eşber, toprağı elleriyle düzeltiyor, elini oynattıkça parmağındaki iri, kabartmalı yüzüğün üstündeki iki minik kırmızı taş ışıyıp sönüyordu…

 (…)

O gece, daha sonra, Cenan gölgelerden sıyrılıp ay ışığında kendini gösterdiği zaman Eşber, demin toprağa gömdüğü şeyin zavallı Latife Nisyan’ın kırık dökük porselen cesedi olduğunu söylemişti. “Öfkemden çocuklar gibi davrandım!” demişti, utanmış, pişman bir sesle. “Ya annemi öldürecektim ya âşığını ya da kendimi! Hiçbirini yapamayınca hıncımı bu zavallı oyuncaktan çıkardım!”
On sekizinde miydi o zaman? Bu yaptığı gülünç şey duyulursa herkese alay konusu olacağından korkuyordu. Ömür boyu kimseye söylemesin diye Cenan’a yemin ettirmişti: “Karım olacaksın. Kadınlar kocalarının sırrını açığa vurmaz!” demişti.

… On üçünde Cenan inanıyor muydu o gece bile, gerçekten inanıyor muydu, gün gelip büyüyeceğine, Eşber’le evleneceğine, Eşber’in çopur tarlaya gömdüğü şeyin Latife Nisyan olduğuna?

En mutlu çocuklukların bile bir karabasan boyutu vardır: Eşyanın karanlık bir aynaya yansıması gibi, diye benzeti yapılır çoğunlukla. Ya da fotoğraf negatifine benzetebiliriz, hani o yıllarda, Yeşilce’nin tek fotoğrafçısı Pertev’in leğenindeki suyun içine bıraktığı o gizemli ve biraz da ürkütücü negatifler gibi, kara ten üzerinde bembeyaz dudaklar ve bembeyaz gözlerle hem biz hem de bizden başkası olan suretler. Ya da en doğru benzeti, belki de çocukların resimli boyama kitaplarındaki bilmeceler olacak: Bu resimde bir çobanla iki kuzusu saklı; bakalım bulabilecek misiniz? Ve gerçekten de uzun çabalardan sonra çocuk gözler çobanla kuzularını seçer, sayfadaki çiftlik manzarasının en olmayacak köşelerine, en olmayacak açılarda sıkıştırılmış olarak.

“Bu da tıpkı işte öyle, alın size bir resim,” diye Cenan, caddedeki kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçen telaşlı insanlara seslendi: bir kır manzarası, üç- beş ev, birkaç bağla tarla, ağaçlar, kır yolları… Bakın bakalım, Latife Nisyan’ı bulabilecek misiniz? Bu resimde bir ayıt Seddi var, gri yeşil yaprakları, morsalkım çiçekleriyle insan boyu çalılardan bir duvar, bir kör kuyu, başında meyveleri yenmeyen bir incir ağacı var; bakın bakalım, seçebilecek misiniz? Sitem var bu resimde; Eşber var, Tomurcuk Bey var, görebilecek misiniz?

Eşber kaybolmuş değildi aslında. Oralarda bir yerde, Cenan’ın belleğinin kurcalamamayı yeğlediği bir köşesinde hep var olmuştu ve Dalya’nın mektubunda dediği üzere şu sırada Cenan’ı görmeye geliyordu, hiç görüşmedikleri onca yılın ardından. Görünmez mürekkeple çizilmiş bir imge gibi, silik kalma süresini doldurmuş, şimdi yeniden belirginleşiyordu. Latife Nisyan da, Cenan’ın ölmüş, gömülmüş sandığı Latife Nisyan, bunca yıl sonra işte yeniden bulunmuştu. Ama Sitem ile Tomurcuk Bey... Onlar bir türlü bulunamamışlardı. O yaz sonu, harman mevsiminde bütün Yeşilce aramıştı onları, aramadıkları yer kalmamıştı ama on dört-on beş yaşlarındaki (nüfus cüzdanı olmadığından yaşını kesin olarak bilen de yoktu) Sitem’le iki aylık Tomurcuk Bey kayıplara karışmışlardı.

Sanki yer yarılmış, içine girmişlerdi, diye düşündü Cenan, sonra birden dudağını dişledi. Yıllar yılı işte aynen buna inanmıştı ya kendisi: “Yer yarıldı, içine girdi,” ama Latife Nisyan için düşünmüştü o bunu. Latife Nisyan’ın öldürülüp gömüldüğüne inanmıştı, Sitem ile Tomurcuk Bey’in değil... Onların yitimi için ne düşüneceklerini hiçbiri bilememişlerdi. Hiçbir zaman.

… Biliyor musun Cenan, şimdi sana, hatırlıyor musun, diye sorup duruyorum ya, aslında Latife Nisyan’ı unutup giden bendim. O ilk yaz, onu kutusuyla birlikte sarıp sarmalayıp sandığa kaldıran annem olmuş ya da Zühre Teyze. Oysa ona nasıl vurgundum, biliyorsun. Utanmasam iki değil, on iki ad takacaktım ona, hem de en ağdalılarından! Sevgili Cenan, sen bu harika bebeği görünce, “Adı Sitem!” olmalı demiştin de ben nasıl kızıp dudak bükmüştüm, hatırlıyor musun? Seninle alay etmiş, esip yağmıştım. Ben kucağımda Yeşilce’nin gördüğü (hiç değilse Yangın’dan sonra) ilk “ağlayan bebeği” tutuyordum; hem de inanılmayacak kadar kocaman ve şatafatlı bir bebek ve sen ona hiç de tumturaklı olmayan, kısacık bir ad  yakıştırıyordun, üstelik bir hizmetçinin, dağdan inme Yörük evlatlığınızın adı!...

Oysa Cenan, yalnızca bu lüle lüle sarı saçlı taş bebeğe, kendisinin şimdiye dek tanıdığı en güzel sarı saçlı kızın adını uygun gördüğünü söylemek istemişti. Dalya’nın alaylı küçümsemesi de onu düşüncesinden caydırmamıştı. Onun gözünde Sitem, canlı, cansız herkesten daha güzeldi. Gözleri, örneğin, öyle Latife Nisyan’ınkiler gibi düz mavi değildi; kimi zaman yeşile, kimi zaman laciverde çalıyor, içinde altın renkli ışık serpintileri yanıp sönüyordu.

 


ARŞİV