Kate Chopin: Bir saatin öyküsü

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Kate Chopin ile devam ediyor.

03 Mart 2022 - 12:25

KATE CHOPIN (8 Şubat 1850- 22 Ağustos 1904)

8 Şubat 1850’de Missouri, ABD’de Catherine O’Flaherty olarak dünyaya geldi. Annesi, St. Louis’deki Fransız ailelerden birine mensuptu. İrlanda kökenli babasının erken ölümü nedeniyle annesi ve anneannesi tarafından büyütüldü. Fransızca konuşan, açık görüşlü ve gururlu bir kadın olan anneanne torununu birçok yönden etkiledi. Chopin, kadınların yönetimindeki bir evde büyüdü. Anneannesi onun yaşantısında bilhassa önemli bir rol oynadı, güçlü ve bağımsız bir kadın figürü olarak muazzam bir örnek teşkil etti.

Katolik bir akademide eğitim aldı. Yirmi yaşındayken, varlıklı bir adam olan Oscar Chopin’le evlendi. Çiftin altı çocukları oldu. Kocasının önce işleri sonra da sağlığı bozuldu. Chopin, kocasının ölümünden sonra geçinebilmek için, çocuklarını alıp kendi doğup büyüdüğü kente, St. Louis'e yerleşti ve oradan hiç ayrılmadı. Yazmaya ciddi anlamda bu süreçte başladı.

İlk romanı At Fault’u (Kusurlu) 1890’da yazdı. Bundan dokuz yıl sonra, ailesini terk eden ve sonunda intihar eden bir kadının cinsel ve sanatsal uyanışı hakkında gerçekçi bir roman olan Uyanış'ı yayımlandı. Uyanış’la tüm tepkileri üzerine çekti ve sansüre uğradı. Chopin’in cesareti edebiyat eleştirmenleri tarafından kırıldı ve yazar olarak kabul edilmedi, bu yüzden sadece kısa öykü yazmaya başladı.

Öykü ve romanlarında kadınlık ve annelik meselelerini yaşadığı dönemden beklenmeyecek bir açık sözlülükle ele alan Chopin, 22 Ağustos 1904’te yaşama veda etti. 

Eserleri, günümüzde kadın özgürleşmesi bağlamında yeniden keşfedilen yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan Bir İpek Çorap isimli kitabından “Bir Saatin Öyküsü” isimli öyküyü paylaşıyoruz.

BİR SAATİN ÖYKÜSÜ

Bayan Mallar’ın kalp sorunları olduğu bilindiğinden kocasının ölüm haberi ona son derece temkinli bir dille iletildi.

Kesik kesik cümlelerle, yarı saklı yarı açık ipuçlarıyla ona kocasının öldüğünü söyleyen kız kardeşi Josephine olmuştu. Kocasının arkadaşı Richards da orada, Josephine’nin yanındaydı.  Demiryolu felaketinin bilgisi, “ölenler” in listesiyle birlikte gazete ofisine ulaştığında Richards oradaydı ve Brently Mallard’ın ismini listenin en tepesinde görmüştü. Richards sadece haberin doğruluğunu ikinci bir telgrafla teyit edecek kadar beklemiş ve üzücü haberi daha az ihtiyatlı daha az hassas bir arkadaştan evvel vermek için acele etmişti.

Bayan Mallard aynı hikâyeyi dinleyen çoğu kadının aksine, insanı felce uğratıp kendisine anlatılanların anlamını kabullenmesini engelleyen bir acz içinde değildi. Derhal, aniden ve ölçüsüzce kendini bırakıp kız kardeşinin kollarında ağlamaya başlamıştı. Yas fırtınası kendini tükettiğinde yalnız başına odasına gitmiş, peşinden kimsenin gelmesine izin vermemişti.

Açık pencerenin önünde rahat, geniş bir koltuk duruyordu. Bayan Mallard bedenini aşağı çeken ve ruhuna da sirayet etmişe benzeyen fiziksel bir tükenmişlikle koltuğa gömüldü.

Evinin önündeki açık meydanda ilkbaharın canlılığıyla kıpırdanan ağaçların tepelerini görebiliyordu. Havada yağmurun lezzetli esintisi vardı. Aşağıdaki sokakta bir seyyar satıcı bağırarak sattığı malları duyuruyor, sayısız serçe saçaklarda ötüşüyordu. Bayan Mallard uzaklarda söylenen bir şarkının notalarını hayal meyal duyabiliyordu.

Batıda, penceresinin karşısına toplanmış birbiri üzerine yığılı bulutlara rağmen yer yer mavi gökyüzünün göründüğü boşluklar vardı.

Başı arkaya, koltuğun minderine dayalıydı, tıpkı ağlayarak uykuya dalan ve rüyasında hıçkırmaya devam eden bir çocuk gibi ara ara boğazını yoklayıp onu sarsan hıçkırıklar haricinde oldukça hareketsiz oturuyordu.

Bayan Mallard gençti, hatlarında kendini ve hatta bir miktar direncin izleri okunan güzel ve sakin bir yüzü vardı. Ama şimdi, uzaktaki mavi gökyüzü parçalarından birine sabitlenmiş gözlerine donuk bir bakış yerleşmişti. Bu, düşünceli değil, tersine zekânın yönlendirdiği düşüncenin askıya alındığını anlatan bir bakıştı.

Bir şey yaklaşıyor ve bunu korkuyla bekliyordu. Neydi bu? Bilmiyordu, isimlendiremeyeceği kadar muğlak ve uçucuydu. Ama onu hissediyordu, gökyüzünden sızıyor, seslerin, kokuların, havayı dolduran renklerin arasında ona uzanıyordu.

Şimdi göğsü düzensiz, telaşlı bir ritimle inip kalkıyordu. Onu ele geçirmek üzere yaklaşan bu şeyi tanımaya başlamıştı ve onun iradesiyle geldiği yere geri yollamaya çabalıyordu beyaz narin ve kudretsiz elleriyle.

Kendini bıraktığında, hafifçe aralı dudaklarının arasından fısıltıyla bir kelime döküldü: Tekrar tekrar mırıldandı: “Özgür, özgür, özgür!” Gözlerindeki boş bakış ve korku ifadesi yok oldu. Gözleri keskin ve parlaktı. Nabzı süratle atıyordu ve damarlarında av peşindeki tazılar gibi dolaşan kan, bedeninin her santimini ısıtmış ve gevşetmişti.

Onu saranın canavarca bir sevinç olup olmadığını merak dahi etmedi. Berrak ve yüksek algısı sayesinde bu düşünceyi abes buldu ve zihninden uzaklaştırdı.

Biliyordu ki o şefkatli, yumuşak elleri ölümle kavuşmuş görünce yeniden ağlayacaktı; ona sevgiden başka hiçbir hisle bakmamış o yüzü hareketsiz, gri ve cansız görünce yeniden ağlayacaktı ama Bayan Mallard, o acı anın ötesinde, mutlak olarak ona ait uzun yıllarla dolu bir gelecek gördü ve onu kucaklamak için kollarını açtı.

Önündeki o yıllar boyunca başka birisi için değil kendisi için yaşayacaktı. Erkeklerin ve kadınların bir benzerine kendi iradelerini dayatmayı hak görmelerinden doğan o kör ısrar, onun güçlü iradesini bükemeyecekti. Bu kısa aydınlanma anında gördü ki iyi niyet ya da zulmetme niyeti, eylemin suç niteliğini değiştirmiyordu.

Yine de onu sevmişti zaman zaman. Genellikle sevmemişti. Ne önemi vardı! Aşk, o çözülmemiş gizem kendi kendinin efendisi olmanın karşısında neydi ki! Apansız fark etmişti ki ödün vermeyen bir benliğe sahip olmak varlığın en güçlü dürtüsüydü.

“Özgür, ruhen ve bedenen özgür!” diye fısıldamaya devam etti.

Josephine kapalı kapının önünde diz çökmüş dudaklarını anahtar deliğine dayamış, içeri girebilmek için ona yalvarıyordu. “Louise, kapıyı aç! Yalvarırım, kapıyı aç kendini hasta edeceksin. Ne yapıyorsun Louise? Tanrı aşkına kapıyı aç.”

“Git buradan. Kendimi hasta etmiyorum”

Hayır, Bayan Mallard, o açık pencereden hayat iksirinin ta kendisini içine çekiyordu.

Arzuları kontrolden çıkmış, önündeki günlere yayılıyordu. Bahar günleri, yaz günleri, her türden gün ona ait olacaktı. Uzun bir ömrü olması için kısa bir dua etti. Daha dün hayatının uzun olabileceğini bir ürpertiyle düşünmüştü.

Nihayet ayağa kalktı ve kız kardeşinin bıktırıcı ısrarlarına boyun eğerek kapıyı açtı. Gözlerinde alev alev bir utku vardı. Zafer tanrıçası gibi kayıtsızca yürüyordu. Kız kardeşinin belini kavradı ve ikisi beraberce merdivenleri indiler. Aşağıda Richards onları bekliyordu.

Birisi anahtarla ön kapıyı açıyordu. Kapıdan giren seyahatten yorgun düşmüş, bavulunu ve şemsiyesini ağırbaşlılıkla taşıyan Brently Mallard’dı. Kaza mahallinde değildi, hatta bir kaza olduğunu bilmiyordu dahi. Josephine’in tiz çığlığına ve karısı onu görmesin diye Richard’ın hızla önüne atılışına hayretle bakmıştı.

Ama Richards geç kalmıştı.

Doktorlar geldiğinde, Bayan Mallard’ın bir kalp hastalığından öldüğünü söylediler- ölümcül bir sevinçten.

(Sayfa 85-88)


ARŞİV