KAREL ÇAPEK (9 Ocak 1890- 25 Aralık 1938)
Çağdaş Çek yazarlarından olan Karel Çapek 1890 yılında Bohemya kasabasında doğdu. Prag, Berlin ve Paris’te felsefe okudu. 1917’de yerleştiği Prag’da gazeteciliğe başladı. 1920’lere kadar yazdığı kitapları kardeşi Josef resimledi.
Daha sonraki yıllarda yazdığı, dışavurumcu bir tarzla ahlakçı hümanizmaya yakınlık gösteren öyküler Dünya Savaşı'nın derin izlerini taşıdı. 1920 yılına ait "Haydut" adlı lirik tiyatro komedisi bu tür bir "doğru" arayışının izlerini taşır. Capek'e büyük ün kazandıran eserleri, "robot" sözcüğünün ilk kez kullanıldığı tiyatro oyunu olan "R.U.R.: Rossum'un Evrensel Robotları" (1920), "Makropulos Olayı" (1922), "Mutlak Fabrikası" (1922) ve "Krakatit" (1924) adlı romanları oldu. İki dünya savaşı arasında yazdığı, büyük ölçüde gerçekçi ve sivri mizah anlayışı taşıyan eserler arasında "İtalya'dan Mektuplar" , "İngiltere'den Mektuplar" , "Bir Cepten Öyküler, İkinci Bir Cepten Öyküler" , "Apokrifler" (1934) ve bir felsefi görececilik üçlemesi olan Güvercin (1933)-Meteor-Sıradan Yaşam (1934) yer alır.
Karel Çapek’in Yordam Yayınları tarafından yayımlanan Kaybolan Bacak isimli öykü kitabından aynı isimli öyküyü paylaşıyoruz
KAYBOLAN BACAK
BAY Timih:
“Şu insanların kimi zaman nelere katlanmak zorunda kaldıklarına inanmak gerçekten de çok güç,” dedi. “Anlatacağım olay, Birinci Dünya Savaşı’nda benim bulunduğum 35’inci alayda geçmişti. Alayımızda kendi halinde bir er vardı. Durun bakayım adı neydi onun? Yanılmıyorsam Dinda veya Otagel ya da Peterka gibi bir şeydi. Ama ne olursa olsun, alayımda onu Pepek diye çağırırlardı. Pepek genel olarak iyi bir çocuktu. Ama, işte nedense acinacak bir hali vardı. İnsan ona bakınca ağlayacağı gelirdi. Eğitime çıktığımız zaman, elinden gelen her şeyi yapardı Pepek. Bir koyun gibi uysaldı. Her şeye katlanırdı. Alayımızı cepheye gönderdikleri zaman, bizi Krakovi yakınlarında çok tehlikeli, çok biçimsiz bir kesime sürmüşlerdi. Rus topçusu bizi sürekli olarak ateş altında tutuyordu. Pepek buna da boş veriyor, yalnız gözlerini kırpıştırmakla yetiniyordu. Ama bir mermi rastlamasıyla karnı yarılmış, durmadan kişneyen ve kalkmaya çabalayan, can çekişmekte olan bir at görünce, Pepek’in yüzü kireç gibi oldu. Kasketini çıkarıp yere çaldı. İmparator’a okkalı bir küfür savurdu. Sonra da tüfeğini omuzundan, çantasını sırtından çıkarıp yere attı ve hiçbir şey söylemeden köyüne yollandı. Onun beş yüz kilometrelik bir yolu aşıp evine nasıl ulaştığına aklım bir türlü ermiyor.
Pepek şu veya bu biçimde bir gece yarısı evine vardı. Kulübesinin pencereciğini vurup karısını uyandırdı:
‘Karıcığım, kalk da kapıyı aç, ben geldim,’dedi. ‘Artık bir daha geri dönmeyeceğim. Beni bulup yakalarlarsa hapı yuttuğum gündür. Çünkü ben artık asker kaçağıyım.’
Oturup bir süre birlikte ağladılar. Sonra karısı kocasına dönüp:
‘Hiç korkma,’ dedi. ‘Seni yakalatmam. Seni gübre çukuruna saklarım. Orasını aramak kimsenin aklına gelmez.’
Kadın dediğini yaptı. Pepek’i boğazına kadar, sıvı halindeki gübre çukuruna gömdü. Üstüne de bir tahta kapattı. Pepek bu çukurda tam beş ay kaldı. Hiçbir çilekeş, bir inanç uğruna böyle bir şeye katlanmazdı. Sonra, komşularından biri, bir tavuk yüzünden onu ele verdi. Jandarmalar geldi. Binbir zorlukla onu o çirkef çukurundan çıkardılar, bağladılar.
(…)
Pepek’in üzerindeki pis kokular biraz olsun hafifleyince, onu askerî mahkeme önüne çıkardılar. Oranın askerî yargıcı Dillinger adlı bir kişiydi. Kimisi ona bir köpek, kimisi de bir centilmen gözüyle bakardı. Ama bu Dillinger öylesine küfretmeyi bilirdi ki... Hakçasını söylemek gerekirse, eski Avusturya-Macar ordusunda çok güzel küfretmeyi bilirlerdi. Bu işte eski geleneklerin rolü büyüktü. Şimdi kimse gerektiği gibi küfretmeyi bilmiyor, şimdi bilinen şey yalnız hakarettir.
Yargıç Dillinger, sanık Pepek’i içeri almadı da, avluda bulundurulmasını emretti. Kendisi de onu pencereden yargıladı. Çünkü kokudan ötürü sanığın yanına yaklaşmak istemiyordu. Pepek’in işi kötü idi: Siz de bilirsiniz ki savaş sırasında kaçanlar kurşuna dizilirdi. Bu duruma düşenleri Allah bile kurtaramazdı. Dillinger’e gelince, o kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Bu durumlarda tam bir köpek kesilirdi. Yargılama bitmiş, kararı bildirme zamanı gelmişti. Ama Dillinger, sırf merak yüzünden, pencereden sanığa bir soru sordu:
‘Hey, bana bak Pepek,’ dedi. ‘Şu gübre çukurunda bulunduğun sıralarda, çıkıp senin kocakarı ile yatmayı canın çekmedi mi?’ Pepek utancından ayak değiştirmeye koyuldu. Nihayet bir istakoz gibi kızararak;
Dillinger pencereyi kapadı, ‘Hay Allah belanı versin!’ diye söylendi. Sonra başını sallayarak odanın içinde dolaşmaya başladı. Biraz yatıştıktan sonra kararını verdi: ‘İsterlerse beni emekliye ayırsınlar, ben bu adamı kurşuna dizdiremem! Hiç değilse onu bu halinde bile koynuna alan karısı yüzünden kurşuna dizdiremem!.. Hay Allah belasını versin! Karı koca aşkı diye buna derler işte!’
Dillinger işi kitabına uydurdu, Pepek’i topu topu üç yıl hapse mahkûm etti.
Cezasını çektiği yerde Pepek’i Albay Babka’nın bahçesine bakmakla görevlendirdiler. Albay Babka’nın sonraları anlattığına göre, bahçesindeki sebzeler hiçbir zaman Pepka’nın bahçeye baktığı sıralarda olduğu kadar iyi yetişmemişti. Babka:
‘Kerameti nedir bilmiyorum,’ diyordu. ‘Şu Pepek’in diktiği, ellediği bütün sebzeler ne kadar da iyi yetişti!”
II
Sözün burasında Bay Karl lafa karıştı.
“Birinci Dünya Savaşı’nda ne beklenmedik, ne eşsiz olaylar oldu. İnsanların, Avusturya-Macar ordusu saflarında savaşmamak için neler yaptıklarının hepsini yazmak mümkün olsaydı, Dominik papazlarının yayımladığı, Ermişlerin Hayatı’nı anlatan eserlerden daha büyük ciltler meydana gelirdi.
Benim bir yeğenim var. Adı da Loyzik. Bu yeğenim Radlitsa’da bir fırın tutar. Birinci Dünya Savaşı’nda onu askere çağırdıkları zaman, telaş içinde yanıma geldi:
‘Bana bak amca,’ dedi, ‘beni askere alıyorlar. Ama Avusturya fareleri uğruna savaş etmektense bacağımı kesmeyi tercih ederim.’
Loyzik akıllı ve kurnaz bir çocuktu. Onu askere alıp eğitime çıkardıkları zaman, amirlerinin gözüne girmek için ne yapmak gerekirse yaptı. Öyle ki, amirleri onun kişiliğinde geleceğin bir kahramanını, hatta bir onbaşısını görmeye başladılar. Ama eğitim sona yaklaşıp da cepheye gönderilmek ihtimalleri baş gösterince, Loyzik ateşini yükseltti. Karnının sağ yanını tutarak acı acı inlemeye başladı. Onu hemen hastaneye kaldırdılar. Kısa bir ameliyat sonunda da kör bağırsağını aldılar. Artık Loyzik’in bütün umudu, yarasının elden geldiğince geç kapanmasında idi. Ama bütün çabalarına rağmen bu işi ancak altı hafta sürdürebildi. Altıncı haftanın sonunda yara kapandı. Oysa savaşın sonu bir türlü görünmüyordu. Ben bu sıralarda onu hastanede ziyarete gitmiştim. Loyzik beni görür görmez:
Amcacığım,’ diye dert yanmaya başladı. ‘Artık beni başçavuş bile kurtaramaz. Her dakika, taburcu edilerek cepheye gönderilmemi bekliyorum.’
O zamanlar karargâh başhekimi ünlü Oberhuber’di. Sonraları bu adamın şifasız bir deli olduğu anlaşıldı. (…)
Oberhuber koğuşlara girdiği zaman, karyolaların baş tarafındaki tabelaları okumayı bile gerekli görmeden, ‘Cephede ödev yapabilir, taburcu!’ teşhisini kordu. Tabii hakkında bu kararı verdiği hastaları hiç kimse kurtaramazdı.
Loyzik yazgısını belirtecek kararın verilmesini beklediği sıralarda Oberhuber hastaneyi teftişe geldi. Alışıldığı üzere, Oberhuber’in sesi daha kapıdan duyulur duyulmaz, ölüler söz dışı, bütün hastalar kendi karyolalarının önünde sıraya dizilirlerdi. O gün de öyle oldu. Ama Oberhuber’in koğuşa girmesi biraz uzadı. Loyzik ayakta durmaktan yorulduğu için bir bacağını bükerek diziyle karyolaya dayandı ve bir ayağı üzerinde durmaya başladı. İşte tam bu sırada Oberhuber içeri girdi. Öfkeden yüzü mosmordu. Daha kapıdan girer girmez:
‘Haydi bakalım cepheye!’ diye bir nara attı...
Bu arada gözü, bir ayak üstünde durmakta olan Loyzik’e ilişti. Müthiş bir öfke içinde:
‘Hey, tek bacak!’ diye bağırdı. ‘Hemen bu herifi taburcu edin! Böyle topalları ne cesaretle burada tutuyorsunuz! Şimdi hepinizi cepheye süreceğim!’
Bu halden fevkalade ürkmüş olan hastanenin başhekimi ile öteki doktorlar:
‘Başüstüne efendim, hemen şimdi...’ gibilerden birkaç söz mırıldandılar. Oberhuber geçip gitmiş, daha bir gün önce ameliyat olan bir hastanın başucunda bağırıp çağırmaya ve bu hastanın hemen taburcu edilerek cepheye gönderilmesi için emirler vermeye başlamıştı.
İşte Loyzik böyle bir olayın sonunda, doğrudan doğruya Oberhuber’in imzasını taşıyan ve tek bacaklı bir sakat olduğunu bildiren bir raporla hastaneden taburcu edildi.
Loyzik çok akıllı bir gençti. Bir dilekçe ile hükümete başvurarak, sakat olmak niteliğiyle askerlikten kaydının silinmesini, fırıncılığın iki ayağa ihtiyaç gösteren bir meslek olduğunu, kendisinin ise, resmî rapordan da anlaşılacağı üzere, tek bacaklı bulunmasından ötürü bu işte çalışamayacağını, kendisine sakat maaşı bağlanmasını istediğini belirtti. Bu işlerde tabii olan bir gecikme ile dilekçesine cevap geldi. Cevapta, yüzde 45 oranında bir sakatlık kabul olunduğu ve buna uyan bilmem kaç kronluk bir sakatlık maaşı bağlandığı bildiriliyordu.
İşte bu andan itibaren Loyzik’in kaybolan bacağının hikâyesi başladı.
Loyzik bir yandan sakatlık maaşı alıyor, öte yandan da fırında babasına yardım ediyordu. Hatta daha sonra evlendi bile... (…)
Nihayet savaş bitti. Çekoslovakya’da cumhuriyet ilan olundu. Ama Loyzik, namuslu ve düzen sever bir insan olmak niteliğiyle maluliyet maaşını almaya devam etti. Bu sıralarda bir gün ziyaretime geldi. Halinde bir üzgünlük vardı. Hal ve hatır sorduktan sonra:
‘Amcacığım, bana öyle geliyor ki, bu bacağım hem kısalıyor, hem kuruyor,’dedi ve pantolonunun paçasını kıvırarak bacağını gösterdi.
Bacağı gerçekten de bir sopa gibi incelmişti. Loyzik üzüntülü bir eda ile ekledi:
‘Bu bacağımı kaybedeceğimden korkuyorum, amca!’
‘Hay aptal hay!’ diye çıkıştım. ‘ Bir doktora göstersene!...’
Loyzik içini çekerek:
‘Bana öyle geliyor ki amcacığım, bunun hastalıkla falan bir ilgisi yok. Ben öyle sanıyorum ki, bu bacağı taşımaya hakkım olmadığı için bu bacağım kuruyor. Raporda, çok açık olarak, bacağımın dizkapağından kesilmiş olduğu yazılıdır. Bacağımın kurumasının bu işle ilgisi olabileceğini tahmin etmiyor musunuz?’
Aradan bir süre daha geçti. Bir gün Loyzik yine ziyaretime geldi. Ama bu sefer bir bastona dayanarak yürüyordu. Büyük bir korkuyla halini anlatmaya başladı:
‘Amcacığım, ben gerçekten kötürüm oldum. Bu ayağımın üzerine hepten basamıyorum. Doktor ayağımda, kökeni asabi bir adale körelmesi başladığını söyledi ve dinlenmemi öğütledi. Ama bana öyle geliyor ki, bu ayağımın iyileşeceğine doktorun da aklı yatmıyor. Ayağımı bir elle de bak, amcacığım! Ölü ayağından hiç farkı var mı? Buz gibi... Doktor bu halin, fena bir kan dolaşımından ileri geldiğini söylüyor. Acaba ayağım kopar mı dersiniz, amcacığım?..’
Yeğenime:
‘Bana bak Loyzik,’ dedim, ‘sana bir öğütte bulunacağım: İlgili makamlara bir dilekçe ile başvur ve bacağının yerinde olduğunu bildir, dosyandaki “tek bacaklı” kaydının silinmesini iste! Bunu yaparsan bacağının iyileşeceğini umarım.’
Loyzik benim bu düşünceme karşı çıktı:
‘Aman amcacığım,’ dedi, o zaman da yıllardan beri kanunsuz maluliyet maaşı aldığımı, yığınla devlet parası zimmetime geçirdiğimi iddiaya kalkarlar... Bacaktan vazgeçtik, üstelik de beni borçlu çıkarırlar...’
Bu cevap beni kızdırdı:
‘Mademki paracıklarını bu kadar seviyorsun,’dedim, ‘o halde bacağınla vedalaş!.. Bir daha da öğüt almak için yanıma uğrama!.. Bir hafta bile geçmeden Loyzik yine damladı. Daha kapıdan:
‘Amca!’diye bağırdı. ‘Hiçbir makam bacağıma sahip çıkmıyor, kimse bacağımın kaydını yapmak istemiyor. Nereye başvurduysam, nasıl olsa bacağımın kuruduğunu, artık onun bir işe yaramadığını söylediler. Bilmem ki şimdi ne yapayım?’
İki bacağı olduğunu kabul ettirmek için Loyzik'in ne kadar emek harcadığına sizi inandıramam. Tabii bundan sonra da, Loyzik'in fazladan aldığı maluliyet maaşıyla hazineyi zarara soktuğu ortaya çıktı. Hatta iş bununla da kalmadı. Askerlik ödevini yapmaktan kaçtığı için Loyzik'i mahkemeye vermeye kalkıştılar. Zavallı Loyzik'in o daireden bu daireye koşmaktan canı çıkıyordu. Ama ne dersiniz, çocuğun bacağı iyileşmeye başlamasın mı? Belki de bu iyileşme, Loyzik'in oradan oraya koşması dolayısıyla, güzel bir idman yapmış olmasından ileri gelmiştir. Ama bana öyle geliyor ki, bu iyileşmenin başlıca nedeni, bacağın resmen tanınmış olmasıdır. Kim ne derse desin böyle bir kararın çok önemli bir etkisi olmuştur. Ya da bunun tersi; bacağına kanunsuz olarak sahip olduğu için bacağı kurumaya başlamıştır. Çünkü onun bacağı tamamıyla kanun dışı bulunuyordu. Bu gibi şeyler ise insanlar üzerinde büyük bir etki yapar. Size şunu söyleyebilirim:
Namus ve vicdan, sağlığın en güzel birer garantisidir. İnsanlar namuslu ve vicdanlı olsalar, belki de hiç ölmezlerdi”