Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Doğu Galiçya’daki Brody’de dünyaya geldi. Viyana ve Lemberg’de edebiyat ve felsefe öğrenimi gördü. Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşü, Roth’un hayatında belirleyici bir rol oynadı. Savaştan sonra Viyana’ya dönerek sol eğilimli gazetelerde muhabirliğe başladı. Bu dönem, yazarın Habsburg monarşisine eleştirel yaklaştığı yazılarıyla Kızıl Roth olarak tanındığı dönemdir. 1920’de Berlin’e geçerek gazeteciliğe devam etti. 1923-1932 yılları arasında liberal Frankfurter Zeitung’un muhabirliğini yaptı; bu dönemde SSCB, Polonya, İtalya ve Arnavutluk gibi ülkelere seyahat etti.
Nasyonal Sosyalizmin Avrupa için oluşturacağı tehlikeyi bir kehanet gibi sezinleyen ilk romanı Örümcek Ağı, bu dönemin eseridir, ancak pek ilgi görmedi. Roth ironik bir şekilde asıl başarısını dönemin savaş sonrası toplumunu odağa alan ve güncelin nabzını tutan eserleriyle değil, Orta Avrupa’ya özlem duyan ve melankolik bir nostaljinin çekim alanına kapılan eserleriyle 1930’dan sonra yakaladı. 1930’lu yılların başında önce Eyub adlı romanıyla, ardından da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşünü anlattığı, edebiyat tarihine başyapıtı olarak geçen Radetzky Marşı’yla uluslararası çapta ün kazandı. 1933’te Hitler’in iktidara geldiği gün Fransa’ya göçtü. Kitapları Naziler tarafından kara listeye alındı ve yakıldı. Kendisiyle aynı durumda olan pek çok yazarın aksine Roth, sürgündeyken kitaplarını Hollanda ve Belçika’da yayımlatma olanağı buldu. Yine de son yıllarını mali kaygılar, gelecek tasaları ve yoğun alkol tüketiminin hızlandırdığı hastalıklarla boğuşarak geçirdi. Roth, 1939’da sürgün yaşamı sürdüğü Paris’te sefalet içinde öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan İsyan isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
İSYAN
XXIV numaralı askeri hastanenin barakaları şehrin bir ucundaydı. Bedeni sağlam bir adamın tramvayın son durağından hastaneye ulaşması için çevik adımlarla yarım saat yürümesi gerekirdi. Tramvay dünyaya, büyük şehre ve hayata gidiyordu. Ama XXIV askeri hastanede kalan hastalar tramvaya erişebilecek durumda değillerdi.
Kör ve kötürümdüler. Topallıyorlardı. Omurgaları paramparçaydı. Ya kollarıyla bacaklarının kesilmesini bekliyorlardı ya da uzuvları zaten kesilmişti. Savaş uzak bir geçmişte kalmıştı artık. Talimleri unutmuşlardı; başçavuşu, yüzbaşıyı, bölüğü, vaizi, imparatorun doğum gününü, sefertasını, siperleri ve taarruzu da. Düşmanla kendi kişisel barışlarını sağlamışlardı. Şimdiyse kendilerini yeni bir savaşa hazırlıyorlardı; acıya, yapay uzuvlara, kötürümlüğe, kamburluğa, uykusuz gecelere, sağlıklı ve sağlam olanlara karşı bir savaşa.
Sadece Andreas Pum bu durumdan memnundu. Bir bacak kaybedip bir madalya almıştı. Birçok insanın, tek bir bacaktan fazlasını kaybetmiş olmasına rağmen madalyası yoktu. Kollarını ve bacaklarını kaybetmişlerdi. Ya da omur iliklerindeki bir bozukluktan dolayı ömür boyu yatağa bağlı kalacaklardı. Andreas Pum, başkalarının ıstırap çektiğini gördükçe sevinç duyuyordu.
O adil bir Tanrı’ya inanırdı. Bu Tanrı kimine şarapnel ve amputasyon, hak edene de madalya dağıtırdı. Doğru açıdan bakılırsa, bir bacak kaybetmek o kadar da kötü değildi, öte yandan bir madalya almış olmanın mutluluğu büyük bir mutluluktu. Bir harp malulünün dünyadan saygı beklemeye hakkı vardı. Madalya sahibi bir malulününse devletten.
Devlet, insanın üzerinde olan bir şeydi, tıpkı göğün üzerinde oluşu gibi. Ondan gelen hayır ya da şer olabilirdi, fakat ne gelirse gelsin ancak muazzam ve mutlak, bilinmez ve gizemli olurdu; bazen sıradan insanlarca anlaşılabilir olsa da.
Bazı yoldaşları devlete lanet ediyordu. Kendilerine hakkaniyetli davranılmadığını söylüyorlardı. Sanki savaş bir gereklilik değilmiş gibi! Sanki sonuçları kaçınılmaz şekilde acı, uzuv kaybı, açlık ve hastalık değilmiş gibi! Ne istiyorlardı ki? Ne Tanrıları ne imparatorları ne de vatanları vardı. Kafirlerden farklı değillerdi.
(…)
Neden lanet okuyorlardı? Neden yakınıyorlardı? Geleceklerinden mi endişeleniyorlardı? Böylesine inatçılık etmeye devam ederlerse, geleceklerinden endişe etmekte çok haklı olacaklardı. Kendi mezarlarını kendileri kazıyorlardı! Devlet ne diye düşmanlarına sahip çıksın ki? Oysa kendisine, Adreas Pum’a kesinlikle sahip çıkacaktı.
Güneş bulutsuz gökyüzündeki zirvesine doğru hızla ve kararlılıkla ilerlerken, sürekli daha da ısınıp insana handiyse yazı çağrıştırırken Andreas Pum önündeki yılları düşünüyordu. Devlet ona ufak bir posta pulu bayiliği vermiş ya da gölgelik bir parka veya sakin bir müzeye bekçi olarak atamış. İşte orada, göğsünde madalyası oturuyor, askerler onu selamlıyor, oradan geçen bir general sırtını sıvazlıyor, küçük çocuklarsa ondan korkuyorlar. Elbette onlara bir kötülüğü dokunduğundan değil; sadece çimenlerin üzerinde koşturmalarını engelliyor. Ya da müzeye gelen insanlar ondan katalog ve kartpostal alıyorlar, yine de ona sıradan bir esnaftan ziyade bir devlet memuru gözüyle bakıyorlar artık. Çocuksuz ya da tek çocuklu bir dulun veya bir kız kurusunun ona yaklaşması da hayli olası. Hali vakti yerinde, emekli maaşı olan bir savaş malulü hiç de fena bir eş değil, ne de olsa savaştan sonra erkek zor bulunur.
(…)
Andreas uyumadan önce başhekimin ona vaat ettiği protezi düşünüyor. Yüzbaşı Hainigl’inki gibi kusursuz bir protez olacak bu. Kimse bir bacağını kaybettiğini fark etmeyecek bile. Yüzbaşı hiç değnek kullanmadan odada gezinebiliyor, sadece bir bacağı ötekinden daha kısaymış gibi görünüyor. Yapay uzuvlar, devletin ve alimlerin biraz pahalıya mal olan harika bir icadı. Bu kadarını kabul etmek lazım.
II
Protez gelmedi. Onun yerine kargaşa, ayaklanma ve devrim geldi. Andreas Pum ancak iki hafta sonra gazetelerden, olanlardan ve insanların söylediklerinden, cumhuriyetle yönetilen ülkelerde de ülkenin kaderini tayin eden bir iktidar olduğu sonucunu çıkarınca rahatlayabildi. Büyük şehirlerde sorun çıkaranlar vuruluyorlardı. Kafir Spartakistler rahat huzur vermiyorlardı. Muhtemelen iktidarı devirmek istiyorlardı. Sonrasında ne olacağını kendileri de bilmiyordu. Kötü veya aptaldılar, vurulup hak ettikleri cezayı buluyorlardı. Sıradan insanların akıllı adamların işlerine burunlarını sokmaması gerekir.
Bir sağlık kurulunun gelmesi bekleniyordu. Hastanenin devamlılığına, hastaların iş göremezliklerine, hastalara ayrılacak ödeneklere ilişkin bir karara varacaklardı. Öteki hastanelerden kendilerine ulaşan dedikodulara bakılırsa yalnızca “savaş nevrozu” geçiren hastaların burada kalmasına izin verilecekti. Diğer herkese biraz para, belki de bir laterna lisansı verilecekti. Posta pulu bayiliği ya da park veya müzede nöbetçi kulübesi ihtimali ortada yoktu.
Andreas, savaş nevrozu olmadığı için üzülmeye başlamıştı. XXIV numaralı askeri hastanenin yüz elli altı hastasından sadece birinin savaş nevrozu vardı. Diğer herkes onu kıskanıyordu. Bossi adında bir demirciydi bu; İtalyan kökenli, esmer, geniş omuzlu ve asık suratlıydı. Saçı, gözlerinin önüne sarkıyordu, tüm yüzünü kaplayacak, dar alnına yayılıp koyu sakalıyla güçlerini birleştirerek, yanaklarını bile kaplayacak gibiydi.
Bossi’nin hastalığı, onun vahşi görüntüsünün korkutucu etkisini azaltmak bir yana, onu daha da ürkütücü kılıyordu. Dar alnı kırışıyor, çalı gibi kaşlarının ve saç diplerinin arasında iyice görünmez oluyordu. Yeşil gözleri pörtlüyor, sakalı titriyor, dişlerinin takırtısı bile duyulabiliyordu. Güçlü kuvvetli bacakları öyle bir çarpılmıştı ki dizkapakları bazen birbirine değiyor, bazen de ters yönlere gidiyordu, omuzları kasılıp kalıyor, sonra yeniden düşüyordu, koca kafası da yaşlı kadınların dermansız kafalarında sıklıkla görülen türden daimi, hafif bir titremeye tutuluyordu. (…) Böylesine yabani görünümlü, güçlü kuvvetli bir adamın titremeye mahkum oluşu, herkesçe bilinen bu hastalığın halihazırda olduğundan daha da korkunç görünmesine neden oluyordu. Titreyen demirciyi gören herkesi büyük bir üzüntü sarıyordu. Sağlam olmayan bir temelin üzerinde sendeleyen devasa bir heykel gibiydi.
(…)
Onu gören herkes bir yandan yardım etme isteği, bir yandan da kati bir çaresizlik duyuyordu. Yapılabilecek hiçbir şey olmadığını bilmek acı ve utanç vericiydi. Bu utanç yüzünden kendileri de titriyordu. Hastalığı onu izleyenlere sirayet ediyordu sanki. Sonunda geri çekilip sıvışsalar da titreyen devin imgesi akıllarından çıkmıyordu.
Kurulun gelişinden üç gün önce, Andreas özenle kaçındığı Bossi’nin barakasını ziyarete gitti. Sakat, tek bacaklı adamlardan oluşan yirmi kişilik bir grup, demircinin etrafında toplanmış, sessiz bir şefkatle adamı izliyordu. Belki de titremesinin onlara da bulşamasını istiyorlardı. O esnada kâh biri kâh diğeri dizinde, dirseğinde, bileğinde şiddetli bir seğirme hissetmeye başladı. Bunu birbirlerine söylemediler. Birere birer gizlice sıvışıp kendi başlarına kalınca yeni yetenekleriyle alıştırma yaptılar.
Kendisinin de pek bilmediği nedenlerden ötürü Bossi’ye üzülmeye yanaşmayan şüpheci Andreas, başlangıçta onun durumuna kuşkuyla yaklaştı. Sonra kıskançlığa kapıldı, sadece savaş nevrozu olanlara iltimas geçme kararından dolayı ilk kez sinir oldu devlete. Hayatında ilk defa yönetenlerin ve hükmedenlerin de haksızlık yapabileceğini kavrıyordu. Aniden kaslarının kasıldığını hissetti, ağzı yamuldu, sağ göz kapağı seğirmeye başladı. Mutluluk verici bir ürperti hissetti. Topallayarak uzaklaştı oradan. Kasları kendi kendilerine gevşedi. Göz kapağı da seğirmeyi bıraktı.
Andreas uykuya dalamadı. Karanlıkta giyinip diğerlerini uyandırmamak için koltuk değneklerini almadan, yatağın başından ve masadan destek alarak bacağını, peşinden de gövdesini pencereye doğru kaydırdı. Karanlıkta kalmış çimenliğin bir kısmını ve parıldayan, beyaz boyalı çiti görüyordu. Orada, bir saatten fazla durdu öyle, laternasını düşündü.
Yazın güneşli bir ikindi vakti. Andreas, büyükçe bir evin bahçesinde bol yapraklı bir ağacın gölgesinde duruyor. Belki de bir ıhlamur ağacının. Andreas, laternasının manivelasını çevirip “Ich hatt’ einen Kameraden” (Bir Silah Arkadaşım vardı) ya da “Draussen vor dem Tote” (Kapının Dışında) veya ulusal marşı çalıyor. Üniforması üstünde. Madalyası boynunda. Tüm açık pencerelerden kâğıt mendile sarılmış madeni paralar uçuşup aşağı iniyorlar.
(…)
Sağlık kurulu geldi. Her hasta tek tek huzurlarına çağrıldı. Heyeti, bekleyen hastaların gözlerinden saklayan perdenin önünde bir adam duruyordu. Adam, her seferinde perdeyi çekip bir ismi çağırıyordu. Her seferinde çelimsiz bir gövde ötekilerin arasından çıkıp sallanarak, yalpalayarak veya topallayarak perdenin ardında gözden kayboluyordu.
Muayene edilen savaş malulleri bir daha geri dönmediler. Odadan farklı bir çıkış kullanarak çıkmaları gerekiyordu. Ellerine bir parça kâğıt tutuşturuluyordu, onlar da barakalarına dönüyor, eşyalarını toplayıp sürüne sürüne tramvayın son istasyonuna gidiyorlardı.
Andreas diğerleriyle birlikte bekledi, fısıltıyla sürdürdükleri sohbete katılmadı. Kendisini ele vermek istemeyen, dikkatsizce söylenmiş bir sözün iyi korunan sırrını açık edeceğinden korkan bir adamın sessizliğini taşıyordu.
Adam perdeyi çekti, salona doğru Andreas Pum ismini haykırdı. Andreas Pum’un koltuk değneği yerde birkaç kez tıngırdayıp sessizliğin içinde yankılandı.
Andreas aniden titremeye başladı. Altın rengi yakası ve sarı sakalıyla heyetin başında duran kıdemli memuru gördü. Sakalı, yüzü ve üniformasının yakası, altın rengi ve beyazdan oluşmuş tek bir kütle gibiydi. “Başka bir savaş nevrozu vakası daha,” dedi biri. Andreas’ın elindeki koltuk değnekleri kendi kendilerine yerde zıplamaya başladılar. İki yazıcı, ona yardımcı olmak için ayağa fırladı.
“Lisans!” diye bağırdı kıdemli memur. Yazıcılar Andreas’ı bir sandalyeye oturtup işe koyuldular. Adamlar hışırdayan kâğıtların üzerine eğilmiş otururlarken kalemleri dans ediyordu.
Sonra Andreas, titreyen elinde bir tomar kâğıtla beraber topallayarak kapıdan çıkıp gitti.
Eşyalarını toplamaya geldiğinde titremesi geçti. Tek düşüncesi, “Bir mucize gerçekleşti!” oldu. “Bir mucize gerçekleşti!”
Tüm yoldaşları gidene kadar tuvaletin içinde bekledi. Sonra parasını saydı.
Tramvayda insanlar ona yer verdi. O da kendisine teklif edilen yerlerin içinde en güzelini seçti. Girişin karşısına oturdu, değneği yanındaydı, değneğini bir sınır bariyeriymiş gibi trenin ortasına doğru uzattı. Herkes Andreas’a bakıyordu.
Bildiği bir düşkünler evine gitti.
(Syf 9-20)
Hayat onun zannettiğinden çok başka olmalıydı. (…) Neydi inandığı? Tanrı mı, adalet mi hükümet mi? Savaşta bacağını kaybetmişti. Bir madalya almıştı. Bir protez bile vermemişlerdi ona. Madalyasını yıllarca gururla takmıştı. İnsanların bahçelerinde laternasının manivelasını çevirmesine hak tanıyan izin belgesi büyük bir ödül gibi görülmüştü. Fakat bir gün dünyanın, onun cahil aklıyla varsaydığı kadar basit bir yer olmadığı ortaya çıkmıştı.
(Syf 87)
Tam olarak ne olmuştu? Dünya nasıl da böyle hızla değişebilmişti.
Ah, hiç de değişmemişti! Hep böyleydi dünya! Sadece şansımız yaver giderse kurtuluruz hapse tıkılmaktan. Ama infial uyandırmak, keyfince çoğalan yasaların çalılıklarına takılıp düşmek bizim kaderimizde var. Otorite sahipleri örümcekler gibi kurulur, yönetmeliklerin incecik örülmüş ağlarında pusuya yatarlar, kucaklarına düşmemiz sadece an meselesidir. Halihazırda bir bacak kaybetmiş olmanız da onları tatmin etmez. Hayatınızı tümden kaybetmeniz gerekir.
(Syf 91)