Jorge Luis Borges: Kılıcın İzi

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Jorge Luis Borges ile devam ediyor

03 Haziran 2022 - 08:31

JORGE LUIS BORGES (24 Ağustos 1899- 14 Haziran 1986)

Asıl adı Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo olan yazar 24 Ağustos 1899’da bütün malvarlığını kaybetmiş, İngiliz asıllı bir ailenin ilk çocuğu olarak Buenos Aires’te doğdu. Küçük yaşta İngilizceyi öğrendi. 1914’te babasının göz ameliyatı sebebiyle ailesiyle yurtdışına çıktı ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, savaş yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kaldı. Cenevre’de Calvin Koleji’ne devam eden Borges burada Almanca, Fransızca ve Latince öğrendi. Bu dönemde sembolizmden etkilendi.

1921’de Buenos Aires’e geri dönen Borges iki yıl sonra ilk kitabını yayımladı. 1931’den itibaren Arjantin’in en önemli edebiyat dergisi Sur’da düzenli olarak yazmaya başladı. 1937’de geçimini sağlayabilmek için bir halk kütüphanesinde çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında iktidardaki Juan Perón’a muhalif duruşu sebebiyle kütüphanedeki işinden uzaklaştırıldı. 1946-1955 yılları arasında para kazanmak için ders vermeye ve yazmaya ağırlık verdi. Düzyazıyla şiiri birleştiren kendine özgü yazım tarzında çok sayıda eser verdi. Juan Perón devrildiğinde Buenos Aires Kütüphanesi’ne müdür oldu. Borges, 1955’te aileden gelen kalıtsal rahatsızlığından dolayı görme yetisini tümüyle kaybetti. Yapıtlarının yazımını annesi, sekreterleri ve arkadaşları devraldığı için uzun metinlerden ziyade kısa öykü ve şiire yöneldi. 1961’de Samuel Beckett’le paylaştığı Formentor Edebiyat Ödülü, Avrupa’da ün kazanmasını sağladı. Şiir, kısa öykü ve denemelerden oluşan eserleri dünya çapında yayımlandı. 14 Haziran 1986’da hayatını kaybetti.

Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Yolları Çatallanan Bahçe” kitabından “Kılıcın İzi” isimli öyküsünü paylaşıyoruz

KILICIN İZİ

İnatçı bir yara izi yüzünü çaprazlamasına kesiyordu; bir ucu şakağında, öteki ucuysa yanağındaki kırışıkla son bulan külrengi ve hemen hemen kesintisiz bir yay. Gerçek adı önemli değil; Tacuarembo’daki herkes onu ‘La Coloradalı İngiliz’ diye bilirdi. O tarlaların sahibi Cardoso, tarlaları satmayı reddetmişti: Anladığım kadarıyla, İngiliz, beklenmedik bir ikna yoluna başvurmuş, Cardoso’ya yüzündeki yara izinin sırrını açıklamıştı. İngiliz, sınırdan, Rio Grande del Sur’dan geliyordu; birçokları onun Brezilya’dayken kaçakçılık yaptığını söylerler. İçtiği de söylenir; yılda birkaç kere kendini kuledeki odalardan birine kilitler, ancak iki ya da üç gün sonra, savaştan çıkmış ya da baş dönmesinden yeni kurtulmuşçasına solgun, titreyerek, kafası karmakarışık ve her zamanki kadar buyurgan, dışarı çıkarmış. Buz gibi bakışlarını, yerinde duramayan sırım gibi bedenini, boz renkli bıyığını hatırlıyorum. Hiç kimseyle alışverişi yoktu; İspanyolcasının güdük ve Brezilya diliyle karışmış olduğu bir gerçektir. Postadan da bir iş mektubu ya da bir iki ilandan başka bir şey almazdı.

Kuzey’in köylerinden son geçişimdi, Caraguatá akarsuyunun ansızın taşması beni La Colorada’da gecelemek zorunda bırakmıştı. Çok geçmeden orada bulunuşumun ne kadar zamansız olduğunu anladım; İngiliz’e yaranmaya çalıştım; tutkuların en kolayından yardım umdum: Yurtseverlik. İngiltere gibi yürekli bir ülkenin yenilmez olacağını savundum. Dostum bu düşünceme katıldı, ama gülümseyerek İngiliz olmadığını ekledi. İrlandalıydı, Dungarvan’dan geliyordu. Bunu söyler söylemez bir sır vermiş gibi sustu.

Akşam yemeğinden sonra gökyüzüne bakmak üzere dışarıya çıktık. Açılmıştı, ama alçak tepelerin ardında, gökyüzünün şimşeklerle çizgi çizgi olup bıçakla yarılmış gibi görünen Güney yönünde çok geçmeden fırtına patlayacaktı. Hizmet eden çocuk, derlenip toparlanmış olan yemek odasına bir şişe rom getirdi. Epey bir süre sessizce içtik.

Sarhoş olduğumu fark ettiğimde saati kaç etmiştik, bilmiyorum; ne türlü bir esin, coşku ya da can sıkıntısı beni yaradan söz etmeye götürdü, onu da bilmiyorum. İngiliz’in yüzündeki anlam değişti; bir an beni evden kovacağını sandım. Sonunda en heyecansız sesiyle şunları söyledi: “Yaramın hikâyesini size bir tek koşulla anlatırım; hangi alçakça koşullar altında olduğunu, rezilliği bir nebze azaltmaya çalışmadan anlatacağım.”

Kabul ettim. İngilizcesini İspanyolcasıyla, hatta Portekizcesiyle karıştırarak bana anlattığı hikâye şu:

“1922 sıralarında Connaught’un kentlerinden birinde, İrlanda’nın bağımsızlığı için savaşan sayısız kişi arasında ben de vardım. Yoldaşlarımdan bazıları hâlâ yaşıyor, kimseye zararı dokunmayan işlerle uğraşıyorlar; ötekiler, belki size ters gelecek, İngiliz bayrağı altında çöllerde ve denizlerde savaşıyorlar; bunlardan bir başkası, en değerlileri, bir kışla avlusunda, şafak vakti gözünden uyku akan adamlar tarafından vurularak öldürüldü; bir bölümü (en bahtsızları oldukları da söylenemez) yazgılarıyla iç savaşın handiyse adsız ve gizli çarpışmalarında yüzleşti. Bizler Cumhuriyetçiydik, Katolik’tik; galiba romantiktik de. İrlanda bizim için yalnızca hayallerde yaşayan bir gelecek ve içinde yaşamaya katlanamadığımız bir şimdiki zaman değildi; acı, ama sevgiyle anılan bir mitoloji, yuvarlak kuleler, Parnell’in reddedilişi, destandan destana, Kahraman Savaşçılar, Balıklar ya da Dağlar olarak değişen Boğalar’ın çalınışını anlatan o epik şiirlerdi... Hiç unutamayacağım bir akşam üzeri Munsterli bir arkadaş katıldı aramıza; John Vincent Moon diye biri.

“Henüz yirmi yaşında bile değildi. Bedeni hem dal gibi ince, hem de gevşekti; belkemiği yoktu sanki, bu da son derece rahatsız edici bir izlenim uyandırıyordu ilk bakışta. Allah bilir hangi komünist elkitabını, büyük bir şevk ve kendini beğenmişlikle neredeyse sayfa sayfa ezberlemişti; her türlü tartışmayı kesip atmak için diyalektik maddeciliğe başvuruyordu. İnsanın birinden nefret etmek ya da birini sevmek için sonsuz sayıda nedeni olabilir, Moon, evrenin tarihini gönül bulandırıcı bir ekonomik çatışmaya indirgemişti. Devrimin başarıya ulaşmasının önceden belli olduğunu söylüyordu. Ona bir centilmeni yalnızca yitik davaların ilgilendireceğini söyledim. Bu arada gece olmuştu; tartışmamızı girişte, merdivenlerde, sonra da karanlık sokaklarda sürdürdük. Beni Moon’un ağzından çıkan yargılardan çok, onun karşı durulmaz, kendine son derece güvenen üslubu etkilemişti. Yeni yoldaşımız tartışmıyordu; horlama ve bir parça da kızgınlıkla görüşlerini sıralıyordu.

“Kent dışındaki evlerin oraya varmıştık ki, ansızın açılan bir ateşle dilimiz tutuldu sanki. (Ya bundan önce ya da sonra bir fabrikanın ya da kışlanın çıplak duvarına sürünüp geçmiştik.) Taş döşeli bir yola girdik; açılan ateşin ışığında iyice irileşen bir asker, yanmakta olan bir kulübeden dışarıya fırladı. Bağırarak durmamızı buyurdu. Adımlarımı hızlandırdım; dostum arkamdan gelmiyordu. Arkama döndüm; John Vincent Moon korkudan büyülenmiş, sonsuzluğa karışmış gitmişti sanki, yerinden kıpırdamıyordu. Bunun üzerine koşarak döndüm, askeri bir vuruşta yere devirdim, küfrederek Vincent Moon’u sarstım, beni izlemesini söyledim. Koluna yapışmak zorunda kalmıştım; kapıldığı korku onu elden ayaktan kesmişti. Alevlerle delik deşik olan gecenin içine doğru kaçtık. Arkamızdan yaylım ateşi açıldı, bir kurşun Moon’un sağ omuzunu sıyırıp geçti; çam ağaçlarının arasından kaçarken, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“O yılın, yani 1923’ün sonbaharında General Berkeley’in yazlık evine sığındım. General (kendisini hiç görmemiştim), Bengal’de yönetimle ilgili birtakım görevlerin peşindeydi; ev bir yüzyıllıktan eski değildi, ama dökülüyordu, karanlıklar içindeydi; insanın aklını karıştıran koridorlar ve işe yaramayan antrelerle dolup taşıyordu. Müze ve koca bir kütüphane bütün ilk katı kaplamıştı; bir bakıma 19. yüzyılın tarihini oluşturan, birbiriyle ilgisiz, birbirini  yalanlayan kitaplar; güzel kıvrımlı biçimleri içinde donup kalmış, eğri ağızlarında hâlâ savaşın rüzgârıyla şiddeti gezinir gibi olan Nişapur işi palalar. Eve (sanıyorum) arkadan girdik. Moon, tirtir titreyerek, kuruyup çatlamış ağzıyla gecenin ilginç olaylarla dolu olduğunu mırıldandı; yarasına baktım ve ona bir fincan çay getirdim; ‘yara’sının önemsiz olduğunu saptayabilecek kadar bilgim vardı. Birdenbire şaşkınlıkla kekeledi: “Biliyor musun, kendini korkunç bir tehlikeye attın.”

“Bunu dert etmemesini söyledim ona. (İç savaşın getirdiği alışkanlık beni böyle davranmaya itmişti; hem sonra, bir tek yoldaşımızın bile ele geçirilmesi davamızı tehlikeye düşürebilirdi.)

“Ertesi gün Moon’un çalımı yeniden yerine geldi. Verdiğim sigarayı aldı ve beni ‘devrimci partimizin parasal kaynakları’ konusunda iyice bir sorguya çekti. Soruları son derece açıktı; ona (açıksözlülükle) durumun ciddi olduğunu anlattım.Derinden gelen silah sesleri Güney yönünü sarsıyordu. Moon’a yoldaşlarımızın bizi beklediğini söyledim. Ceketimle tabancam odamdaydı; döndüğümde Moon’u gözleri kapalı divanın üzerine uzanmış buldum. Ateşi olduğu sanısına kapılmıştı; omuzunda çok acı veren bir sızı olduğunu öne sürdü.

“Onun onulmaz bir korkak olduğunu o an anladım. Kendine dikkat etmesini geveledim ve dışarıya çıktım. Korku içindeki bu adam, korkak sanki benmişim, Vincent Moon değilmiş gibi sıkıntı veriyordu içime. Tek bir insanın yaptığı, sanki bütün insanlar tarafından yapılmış gibidir. Bu nedenle, cennet bahçesindeki söz dinlemezliğin bütün insanlığı kirletmesi haksızlık sayılmaz; gene bu nedenle tek bir Yahudi’nin çarmıha gerilmesinin insanlığı kurtarmaya yetmesi de haksızlık sayılmaz. Belki de Schopenhauer haklıydı; ben bütün öteki insanlarım, her insan bütün insanlardır. Shakespeare bir anlamda o sefil John Vincent Moon’dur.

“General’in uçsuz bucaksız evinde dokuz gün geçirdik. Savaşın acılarıyla başarılarından sözetmeyeceğim; beni aşağılayan yaranın hikâyesini anlatmak niyetim. Arkadaşlarımızın bir kışlayı basıp da Elphin’de makineliyle taranan tam on altı arkadaşımızın intikamını almayı başardıkları onuncu günün dışında, bu dokuz gün belleğimde tek bir gün olarak yer alıyor. Şafağa karşı, ağaran günün sersemliği içinde gizlice ayrıldım evden. Gece olduğunda geri döndüm. Dostum beni yukarı katta bekliyordu; yarası zemin kata inmesine izin vermiyordu. Elinde stratejiyle ilgili bir kitap olduğunu hatırlıyorum; E N. Maude ya da Clausewitz. ‘Top gibi ağır silahları yeğlerim,’ demişti bana bir gece. Planlarımızın ne olduğunu sordu; bunları kınamaktan ya da düzeltmekten zevk alıyordu. ‘Kaygı verici parasal durumumuz’dan yakınmayı da alışkanlık edinmişti; iç karartıcı bir bilgiç tavrıyla sonumuzun kötü olacağını söyledi. ‘C’est une affaire flambee,’ (‘Bu işten hayır gelmez,’) diye mırıldandı. Korkaklığından utanç duymadığını göstermek için zihinsel kibrini büyütüyordu. Böylece, iyi kötü dokuz gün geçti.

“Onuncu gün kent bütünüyle Kara-Sarı’lıların eline geçti. Uzun boylu, suskun atlılar yolları kolaçan ediyorlardı; kül ve duman, rüzgârla savruluyordu, köşede yere yatmış bir ceset gördüm, belleğimde alanın ortasında askerlerin durmadan nişancılıklarını denedikleri bir korkuluktan daha fazla yer etmedi... Şafak sökerken yola çıkmıştım; öğleden önce döndüm. Moon kütühanede birisiyle konuşuyordu; sesinin tonundan telefonda konuştuğunu anladım. Derken kendi adımı duydum; sonra saat yedide geri döneceğimi; sonra, beni bahçeden geçerken tutuklamaları önerisini. Çok bilmiş dostum beni güzel güzel satıyordu. Kişisel güvenlik konusunda güvence istemekteydi.

“Burada hikâyem karışıyor, ipin ucu kaçıyor. Muhbiri, karanlık karabasanlı koridorlar, baş döndüren kuyu gibi merdivenler boyunca izlediğimi biliyorum. Moon evi çok iyi tanıyordu, benden çok daha iyi. Bir ya da iki kere onu kaybettim. Askerler beni ele geçirmeden önce köşeye kıstırdım onu. Generalin silah koleksiyonlarından birinden bir denizci kılıcı kaptım; bu yarım ayla onun suratına sonsuza kadar kalacak kanlı bir yarım ay çizdim. Borges, bu sırrı sana, bir yabancıya açtım. Beni hor görsen de gam yemem.”

Hikâyeyi anlatan burada durdu. Ellerinin titrediğini farkettim.

“Ya Moon?” diye sordum ona.

“Yahuda gibi, parasını aldı ve Brezilya’ya kaçtı. Aynı akşam üzeri alanda birkaç sarhoş askerin bir korkuluğu kurşuna dizdiklerini gördü.”

Hikâyenin gerisini boşuna bekledim. Sonunda devam etmesini söyledim.

Bedeni bir hıçkırıkla sarsıldı; sonra yalvarırcasına eğri, beyazımsı yara izini gösterdi.

“Bana inanmıyor musun?” diye kekeledi. “Yüzümde korkunç, yüz kızartıcı suçumun izini taşıdığımı görmüyor musun? Sonuna kadar dinleyesin diye hikâyeyi böyle anlattım sana. Beni koruyan adamı ele verdim ben; Vincent Moon benim. Şimdi beni hor görebilirsin artık.”


ARŞİV