Jean Giono: Ağaç Diken Adam

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Jean Giono ile devam ediyor.

26 Mayıs 2023 - 09:19

JEAN GIONO (30 Mart 1895- 8 Ekim 1970)

30 Mart 1895 Manosque, Fransa doğumlu olan Jean Giono doğa sevgisini doğduğu dağ kasabasından ve çocukken yazlarını geçirdiği çoban ailesinden aldı. Ailenin tek çocuğu olan yazar ailesine maddi yardımda bulunmak için üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı ve banka memuru oldu. Birinci Dünya Savaşı'na kadar bankada çalışmaya devam etti. Savaşta piyade olarak görev aldı. Verdun’daki bölüğünden sağ kalan 11 kişiden biriydi. Savaşın dehşetini “Le Grand Troupeau” (1931; Büyük Sürü, 1956) adlı kitabında anlattı.

İlk yayınlanan romanı Colline'nin (1929) başarısının ardından 1930'da bankadan ayrıldı ve kendini tam zamanlı kitap yazmaya adadı. Colline'i Virgil ve Homer'dan büyük ölçüde etkilenen iki roman daha izledi. Un de Baumugnes (1929) ve Regain (1930). Bu üç romanı, Giono'nun doğal dünyayı Yunan tanrısı Pan'ın gücüyle dolu olarak tasvir ettiği için ünlü “Pan üçlemesini” oluşturdu. Giono'nun 1930'lar boyunca yayınladığı diğer romanlar, Provence'ta, kahramanları köylüler olan ve panteist bir doğa görüşünü sergileyen aynı tarzda devam etti.

Fransa dışında, Giono'nun en iyi bilinen eseri Ağaç Diken Adam adlı kısa öyküsü ve onun 1987 tarihli film versiyonudur. Ağaç dikerek ıssız bir vadiyi hayata döndüren bir adamın anlatıldığı iyimser hikâyesi, Giono'nun uzun süredir devam eden doğal dünyaya olan sevgisini yansıttı, onu modern ekolojik hareketin öncülerinden biri yaptı. Aynı nedenle, bu metinden herhangi bir telif ücreti almayı reddeden yazar, dağıtmak veya tercüme etmek isteyen herkese ücretsiz kullanım hakkını verdi.

1953'te Monako Prensi Rainier Edebiyat Ödülü ile onurlandırıldı. 1954'te Académie Goncourt'a seçildi ve 1963'te Monaco Conseil Littéraire üyesi oldu. 1970 yılında kalp krizinden ölen yazarın Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan Ağaç Diken Adam isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

AĞAÇ DİKEN ADAM

Bir insanın kişiliğinin gerçekten olağanüstü yönlerini anlayabilmek için eylemlerini uzun yıllar boyunca izleyebilme şansına sahip olmak gerekir. Kişinin eylemleri bencillikten tamamıyla arınmışsa, onu eyleme yönlendiren itki eşsiz bir yüce gönüllülük örneğiyse, hiçbir ödül beklemediği kesinse ve dahası yeryüzünde silinmeyecek izler bırakmışsa, işte o vakit gerçekten de hataya yer bırakmayacak bir kesinlikle unutulmaz bir insandan bahsediyoruz demektir.

Aşağı yukarı kırk yıl kadar önceydi, tarihi bir bölgede, Provence’a doğru sokulan Alpler’in turistlerin bilmeyeceği yükseklerinde uzun bir yürüyüşe çıkmıştım.

Durence Nehri’nin Sisteron ve Mirabeau arasında kalan bölümü bu bölgenin güney ve güneydoğu sınırlarını belirlerken, Drome Nehri’nin kaynağından Die’ye dek indiği yukarı bölümü de kuzey sınırlarını çizer; Camtat Venaissin Ovası’yla Ventoux Dağı’nın eteğindeki tepeler ise batı sınırlarını oluşturur. Bu haliyle bölge, Aşağı Alpler’in kuzeyini, Drome’un güneyini ve Vaucluse’ün küçük bir köyünü içine almaktadır.

O yaban topraklarda, o çıplak ve yavan yerlerde, 1200 ya da 1300 metre yükseklikte uzun bir yürüyüş yapıyordum. Yabani lavantalar dışında topraktan hiçbir şey bittiği yoktu.

Bölgedeki en geniş araziden geçmekteydim. Üç günlük yürüyüşün sonunda kendimi uçsuz bucaksız bir yalnızlık içinde bulmuştum. Geriye artık sadece iskeleti kalmış bir köyün yakınlarında kamp kurdum. Bir gün önce suyum bitmişti ve su bulmam gerekiyordu. Terk edilmiş bir arı kovanını andıran evler yığını bir harabeydi ama orada bir çeşme ya da bir kuyu olabileceği aklıma geldi. Evet, gerçekten de bir çeşme vardı, ama kurumuştu. Çatısız ve yağmurun kemirdiği beş-altı ev, çan kulesi yıkılmış küçük bir kilise, hâlâ canlı bir köyün evleri ve kilisesi gibi yan yana dizili duruyordu ama yaşam tamamıyla kaybolmuştu.

Güneşli, güzel bir haziran günü olmasına rağmen göğün yükseklerine yerleşmiş, hiçbir korunaklı yeri olmayan bu topraklarda rüzgâr korkunç bir sertlikte esiyor, yıkık duvarların arasından, karnını doyururken rahatsız edilen yabani bir hayvan gibi uğulduyordu.

Kampı toplamam gerekmişti. Beş saattir yürümeme rağmen ne su bulabilmiştim, ne de su bulabileceğime dair bir ümidim kalmıştı. Her yerde aynı kuraklık, her yerde aynı kuru otlar vardı. Birden, uzakta, küçük siyah bir gölge dikiliyormuş gibi geldi. Yalnız başına duran bir ağacın gövdesidir, diye düşündüm; yine de ona doğru seğirttim. Bir çobandı bu. Güneşten kavrulan toprağın üzerine de otuz kadar koyun uzanmıştı.

Bana matarasından su içirdi ve ardından yaylanın çöküntüsündeki ahırına götürdü. Suyunu – ki çok lezzetliydi- derin, üzerine basit bir çıkrık yaptığı doğal bir kuyudan çekiyordu.

Çoban az konuşuyordu. Yalnız yaşayanlar böyle olur ama onda kendinden emin, özgüven sahibi bir ağırbaşlılık seziliyordu. Her şeyden mahrum kalmış bu bölgede bu durum olağandışıydı. Bir kulübede değil, taştan gerçek bir evde oturuyordu ve orada bulduğu yıkıntılara kendi başına nasıl da şekil verdiği görülebiliyordu. Evin çatısı sağlam ve su geçirmezdi. Kiremitlere çarpan rüzgârın sesi, kumsala vuran dalgaları çağrıştıyordu.

Her yer çok düzenliydi; bulaşıklar yıkanmış, yerler silinmiş, tüfek yağlanmıştı. Ateş üzerinde çorbası kaynıyordu. Ayrıca yeni tıraş olduğunu fark ettim. Düğmeleri sağlamca dikilmiş giysileri de, yamaları belli olmayacak bir titizlikle elden geçirilmişti.

Çoban çorbasını benimle paylaştı, ardından ona bütün tütün tabakamı uzattım. İçmediğini söyledi. Köpeği de onun gibi sessiz sakin, iyi huyluydu, hiçbir taşkınlığı yoktu.

Orada sabahlayacağım belli olmuştu. En yakın köy bir buçuk gün uzaktı. Dahası o bölgede seyrek bulunan köylerin halini gayet iyi biliyordum. (…) Buralarda yaşamak zordu. İklimi yaz-kış sertti, birbiriyle kaynaşmış aileler bencil mi bencildi, dünyayla hiçbir bağları yoktu. Buralardan kaçıp gitme arzusuyla ölçüsüz bir tutarsızlık içinde hırs küpü olmuşlardı. Erkekler ürettikleri kömürü kamyonlarla şehre götürür, sonra geri gelirlerdi. Bitmek bilmeyen yağmurlar altında en iyileri bile sonunda dağılırdı. Kadınlarsa nefret biriktirirlerdi. Aralarında her konuda rekabet vardı; kömür satmak olsun, kilisede yer kapmak olsun…

Kadınlar erdemlerini, erkekler de kötülüklerini yarıştırırlardı; ayrıca her iki grup da birbiriyle durmaksızın, kim iyi kim kötü diye yarışırdı. Yetmezmiş gibi, durmadan esen rüzgâr iyice sinirleri gererdi. İntihar bir salgına dönüşmüştü, neredeyse her zaman ölümle sonuçlanan çıldırma vakaları hiç de az değildi.

Tütün içmeyen çoban, gidip bir kese getirdi ve ters çevirip masaya bir avuç meşe palamudu döktü. Sonra da meşeleri büyük bir dikkatle birer birer incelemeye koyuldu, kötülerini iyilerinden ayırıyordu. Bense pipomu içiyordum. Ona yardım etmeyi önerdim. Bunun kendi işi olduğunu söyledi. Gerçekten de işini ne büyük bir özenle yaptığını görünce ısrar etmedim. Aramızda geçen bütün konuşma bundan ibaretti. Bir kenarda yeterince büyük ve iyi palamutlar birikince, onları onluk kümelere ayırıyordu. O kadar yakından inceliyordu ki çok küçük ve hafif çatlamış palamutları bile seçebiliyordu. Önünde yüz tane kusursuz meşe palamudu biriktiğinde işini bıraktı. Yatmaya gittik.

Bu adamın yanında olmak bana huzur vermişti. Ertesi gün de evinde gün boyu dinlenmek için izin istedim. Bu durumu doğallıkla karşıladı. Aslında tam olarak onu hiçbir şeyin rahatsız edemeyeceği izlenimini bırakmıştı bende. Bu mola benim için çok da zorunlu değildi, ama meraklanmıştım, onunla ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum. Sürüsünü alıp meraya götürdü. Gitmeden önce özenle ayıklayıp saydığu meşe palamutlarını bir kova suya yatırdı.

Sopa yerine, başparmağım kalınlığında, yaklaşık bir buçuk metrelik demir bir çubuk taşıdığını fark ettim. Dinlene dinlene gidiyormuş gibi yaparak, onunkine koşut bir yol izledim.  Hayvanlarını otlattığı yer dar bir patikanın sonundaydı. Küçük sürüsünü köpeğine emanet edip yanıma tırmandı. Kabahatimi yüzüme vurmaya geldiğini sanıp korktum ama alakası yoktu; güzergahı buydu ve yapacak başka bir işim yoksa ona eşlik etmem için beni davet etti. İki yüz metre kadar daha yukarı tırmanacaktı.

Gideceği yere vardığında, demir çubuğuyla toprağı kazmaya koyuldu. Bir çukur kazıp içine bir palamut atıyor, sonra da üstünü kapatıyordu. Meşe ağacı dikiyordu. Arazi onun mu diye sordum. Onun olmadığını söyledi. Kimin olduğunu biliyor muydu? Bilmiyordu. Kamu arazisi olduğunu varsaymıştı. Ya birilerinin boş arazisiyse? Sahiplerini tanıyıp tanımaması umurunda değildi. Palamutlarını müthiş bir özenle dikmeyi sürdürdü.

Öğle yemeğinin ardından da tohum toplamaya başladı. O kadar ısrarla sormuştum ki, sorularımı yanıtladı. Üç yıldır yalnız başına ağaç tohumu ekiyordu. Yüz bin ağaç dikmişti. Yüz bin ağacın yirmi bini filizlenmişti. Bu yirmi bin fidanın yarısının kemirgenler ya da bilinmeyen sebepler yüzünden, takdiri ilahi sonucu yok olacağını hesaplamıştı. Geriye, daha önce üzerinde hiçbir şey olmayan bu topraklarda serpilecek on bin meşe ağacı kalıyordu.

Tam o anda adamın yaşını merak ettim. Elli yaşını aşmış görünüyordu. Elli beş, dedi. Adı Alzeard Boouffier idi. Bir zamanlar yaylada bir çiftliği varmış. Bütün hayatı orada geçmiş.

Tek oğlunu, sonra da karısını kaybetmişti. İnzivaya çekilmiş, kuzuları ve köpeğiyle birlikte sakin bir yaşamın keyfini sürüyordu. Bölgenin ağaçsızlıktan ölmekte olduğunu fark etmişti. Çok mühim bir meşgalesi olmadığı için de vaziyeti iyileştirmeye karar verdiğini ekledi sözlerine.

Ben de genç olmama rağmen o sıralarda yalnız bir yaşam sürdürdüğüm için, yalnız yaşayanların ruhuna hassasiyetle temas edebiliyordum. Yine de küçük bir gaf yaptım: Genç olmam beni özellikle geleceğe yalnızca kendi açımdan bakmaya ve mutluluk arayışına sevk etmekteydi.

Ona otuz yıl içinde on bin meşenin muhteşem bir hale geleceğini söyledim. Bana, “Ömrüm olursa, otuz yıl içinde o kadar çok meşe dikmiş olacağım ki, bu on bin ağaç onların yanında okyanusta bir su damlası gibi kalacak,” diye yanıt verdi.

Dahası, şimdiden kayın yetiştirme çalışmalarına başlamıştı. Evin yanı başında kayın fidelerinin olduğu bir fidanlık vardı. Kuzularından korumak için bir kafes içine aldığı fidanlar çok güzeldi. Ayrıca toprağın birkaç metre altında bulunan nem tabakası nedeniyle huş ağacı dikmeyi de düşünüyordu.

Ertesi gün birbirimizden ayrıldık.

Sonraki yıl, yani 1914’te savaş çıktı, ben de beş yıl boyunca savaşta görev yaptım. Bir piyade savaşta ağaçları düşünemez. Aslına bakılırsa bende bu olanların tek bir izi bile kalmamıştı. Bir vakitler sevdiğim bir konuyu ya da bir pul koleksiyonunu unutur gibi unutup gitmiştim hepsini.

Savaş bittiğinde ilk terhis olan taburlardan birindeydim. İçim temiz hava alma arzusuyla dolmuştu. Aklıma o çorak toprakların yolunu tutmak dışında başka bir şey gelmedi, yola düştüm.

Bölge değişmemişti. Fakat gri sis tabakasına benzer bir şeyin o hayalet köyün ötesindeki tepeleri şimdi bir halı gibi örttüğünü fark etmiştim.


ARŞİV