İÇİYO HİGUÇİ (2 Mayıs 1872- 23 Kasım 1896)
Gerçek adı Natsuko Higuchi olan İchiyo Higuçi, Tokyo’da dünyaya geldi. Japonya’da modern edebiyatın öncü kadın yazarlarından biri olarak kabul edilen Higuçi, kısa ama derin izler bırakan bir yaşam sürdü. Kökeni Yamanashi bölgesine dayanan bir ailenin kızı olan Higuçi, babasının küçük bir memuriyetle Tokyo’ya taşınması sayesinde eğitim imkânı buldu. 1886’da dönemin önemli edebi kurumlarından biri olan Haginoya Şiir Okulu’na kaydoldu ve burada Japon şiiri (waka) eğitimi aldı. Ancak babasının ölümü ve ailenin ekonomik sıkıntıya düşmesi, Higuçi’nin hayatını erken yaşta değiştirdi. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte geçim sıkıntısı içinde yaşarken, bu dönemde yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği yakından gözlemleme fırsatı buldu.
Yazarlık yolculuğuna 1891’de tuttuğu ayrıntılı günlüklerle başladı. İlk edebi başarısını 1892’de yayımlanan “Yamizakura” (Karanlık Kiraz Çiçeği) adlı öyküsüyle kazandı. Ardından gelen eserlerinde Tokyo’nun kenar mahalleleri, genelev semtleri, işçi sınıfı ve toplumun dışına itilmiş kadınların hikâyelerini anlattı. Eserlerinde sıkça görülen temalar arasında yoksulluk, toplumsal cinsiyet, hayal kırıklığı, bastırılmış arzular ve kadınların hayatta kalma mücadelesi yer alır.
Japon 5000 yen banknotunda portresi yer alan Higuçi, yalnızca edebi başarısıyla değil, kadın yazar kimliğiyle de ülkesinin kültürel belleğinde özel bir yer edindi. Higuchi, henüz 24 yaşındayken tüberküloz nedeniyle 23 Kasım 1896’da yaşamını yitirdi. Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Büyümek isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

BÜYÜMEK
Dönen yolun kıyısında, büyük kapının ardında yer alan “Dön Bak Söğütleri” her ne kadar uzun boylu olsa da “Kara Diş Kanalı”na yansıyan ışıklarla üç katlı evlerin gürültüsü neredeyse elinizle tutulacak kadar yakındı. Geceli gündüzlü gelip geçen çekçek arabaların ardı arkası kesilmezdi; bu hareketlilik, mahallenin görkemli geçmişini sezdiriyordu. Semtin adı hakkında, “Dai-on Tapınağı Önü deyince çok Budizm kokmasına bakmayın, burası çok şen şakrak bir semttir,” der sakinleri.
Mişima Tapınağı'nın köşesini döndüğünüzde öyle heybetli yapılar karşınıza çıkmazdı. Daha çok, eğik çatılı, onar ya da yirmişer odalı uzun ahşap evler vardı. Ticareti pek de dönmeyen bu dükkânların önüne, yarım kapalı yağmur panjurları ardına, garip şekillerde kesilmiş kâğıtlardan oluşan süsler asılmıştı. Beyaz badana ve renklendirme ile yapılan bu süsler, bir tür danslı eğlence olan dengaku sahnelerini andırıyordu. Her evin önünde bir veya iki tane vardı, sabah güneşinde kurutulup akşam dikkatlice içeri alınıyorlardı.
Evde kim var, kim yoksa bu işi yapmaya yardım ederdi. “Ne bunlar?” diye sorunca “A, bilmiyor musun? Kasım ayındaki Horoz Festivali'nde, açgözlülerin satın almak için koşuştukları kumadeleri (tırmık) yapmak için hazırlıyoruz bunları,” derlerdi. Yeni yıl için kapı önlerine konan çam süslerinin kaldırılmaya başlandığı sıralarda kumade yapmaya başlayıp tüm yılı bunlardan yaparak geçirenler işin gerçek tacirleridir. Aralarda iş olsun diye yapanlarınsa yazdan itibaren elleri ayakları boya içinde kalır.
(…)
Bu mahallede yaşayanların çoğu, eğlence sektöründe çalışan insanlardı. Erkekler, küçük pencereli odalarda kalır, kapı girişinde ayakkabı fişlerinin çınlaması eksik olmazdı. Akşamüstü ceketlerini omuzlayıp evden çıkarlarken, arkalarında kalan kadınlar endişeyle bakardı, sanki “Acaba bu son görüşümüz mü?” der gibi hissedilirdi. Bu kadınların bazıları, sevdiklerini kazanmak için defalarca çabalayıp reddedilmiş, hatta umutsuzluk içinde intihara kalkışmış ama hayatta kalmışlardı. Bu mahallede yaşamak, çoğu zaman hayatla kumar oynamak gibiydi.
Kızlara gelince, üst sınıftan fahişelerin evlerinde, yardımcı olarak çalışırlardı. Yedi dükkânın hangisinden müşteri geleceği belli olmazdı.
(…)
İriya yakınındaki İkueişa adlı özel okulda neredeyse bin öğrenci vardı. Kalabalık ve daracık sınıflarda dip dibe oturuyorlardı ama öğretmenlerin itibarı öyle yüksekti ki “Okul” deyince herkes orayı anlardı.
(…) Onca çocuğun arasında, Ryugeci Tapınağı'nın, Şinnyo'su vardı: Kalın siyah saçları acaba daha kaç yıl böyle kalabilecekti ki? Nihayetinde tıraş edilecek, giysilerinin kolları siyah rahip kıyafetine dönüşecekti; acaba hakikaten, rahip olup dünya işlerini tamamen terk edecek miydi? Rahip olmak ona babasından miras kalan bir kaderdi, çalışkan bir çocuktu. Doğuştan uslu oluşunu arkadaşları hazmedemez, ona karşı en olmadık zorbalıkları yaparlardı; kedi ölüsünü iple bağlayıp üstüne fırlatarak, “Ne de olsa senin işin bu, son duasını eder misin?” dedikleri bile olmuştu, bu artık eskide kalmıştı, şimdiyse okuldaki herhangi biriydi, misal, ona karşı affedilmeyecek zorbalıklar yapan artık olmuyordu, yaşı on beşti, orta boyluydu, kısa kesilmiş saçlarıyla kestane kafası dünyevilikten uzaktı, adını ve soyadını Nobuyuki Fucimoto diye Japoncaya uygun olarak söylüyorlardı lakin “Şurası” demek zor ama Buda'ya çok benzeyen bir havası vardı. (Syf 17-21)
Salınca ayaklara kadar uzayan saçları yukarıya doğru sıkıca bağlanmıştı, öne sarkıtılan kahküllerle birlikte ağır ve öne doğru kavisli bir biçim verilmişti.(…)
Cennet hurması renginde, kelebekle kuş desenli geniş yazlık kimonolardan giymişti. Siyah saten ve batik kumaştan içiyle dışı farklı renkteki kuşağını göğsüne doğru yükseltmiş, ayağında boyalı parmak arası ahşap terlik ama oralarda pek rastlanmayacak kadar yüksek topuklu boyalı geta sandaletleri vardı. Sabah Japon hamamından dönerken boynunun beyaz kaslarını göstererek, elinde pamuk kumaş havlusuyla giden siluetine bakarak, “Bunu üç yıl sonra görmek lazım,” diye genelevlerden dönen genç erkekler mırıldanıyordu.
Bu kız Daikokuya Genelevinin kızı Midori’ydi (Syf 27-28)

Ryugeci Tapınağı'nın Şin-nyu'su ve Daikokuya Genelevi'nin Midori'si; ikisinin de okulu İkueişa idi. Eskiden, nisan ayının sonlarında sakuralar döküldükten sonra yeşil yaprakların gölgesinde mor salkımların çiçeklerini izlemeye gitme zamanında, bahar spor müsabakalarını Mizuno Tanihara'da yaparlardı. Urgan çekme, top atmaca, ip hoplama ile eğlenirken güneşin battığını unuttukları bir zamandı. Şin-nyo nedense her zamanki sakin hâlinin aksine, gölün kenarındaki çam ağacının köküne ayağı takılmış, kırmızı topraklı yola elleriyle kapanarak düşmüştü. Kısa kimono ceketinin yenleri çamur içinde kalmış, zavallı bir hâldeydi, ona tam da bu hâlde rastlayan Midori, kendi kırmızı ipek mendilini çıkarıp, “Al, bununla sil,” diyerek yardımına koşunca, arkadaşlarının içindeki kıskanç tayfa onları gördü ve, "Fucimotolar'ın küçük beyi, hem rahipsin hem de kızlarla konuşuyor, sevine sevine teşekkür ediyorsun, ayıp değil mi! Galiba Midori senin karın olacak öyle mi? Tapınağa gelin gideceğine göre ona Daikokuya Hazretleri derler artık!” diyerek dedikodu çıkardılar.
Şin-nyo oldum olası böyle şeyleri başkaları hakkında söylendiğinde bile duymaktan nefret ederdi, suratını ekşiterek yana çevirirdi, kendisine böyle söylenmesine asla dayanamazdı. O günden sonra Midori adını her duyuşunda ödü kopuyor, arkadaşları yine öyle diyecekler diye göğsü daralıyor, tarifi imkânsız bir sıkıntı hissi onu kaplıyordu. Ancak her olayda öfkelenmesi de yersiz olacağından mümkün olduğunca oralı olmuyor, sanki umurunda değilmiş gibi numara yapıyor, sert bir yüz ifadesi takınarak geçiştirmeye çalışıyordu. Ancak Midori ile karşı karşıya gelip de konuşmaları gerekirse şaşalıyor, alelade, "Bilmiyorum," diyerek tek bir kelimeyle geçiştirmeye çalışıyordu fakat acı terler vücudunun içinden akıyor, çaresizliğin içinde kayboluyordu. Midori bunlara aldırmadan başlarda, "Fucimotosan, Fucimoto-san," diye samimice ona laf atıyordu, okulda sıkıldıktan sonra eve dönerlerken, herkesten bir adım daha hızlı gidiyor yol kenarında nadir bir çiçek bulur bulmaz da arkadan gecikerek gelen Şin-nyo'nun gelmesini bekliyor, "Ay bu kadar güzel bir çiçek açmış ama dalları çok yüksekte ben yetişemiyorum. Şin-nyo-san, senin boyun uzun elin yetişir değil mi? Lütfen onu koparıver!" diyerek kalabalığın içinde yaşının büyük olmasını da fırsat bilerek rica ettiğinde tabii ki Şin-nyo da elini kolunu sallayarak geçip gidemiyordu. Hal böyle olsa da etraftakilerin düşüncelerini hayal edince iyice daralan Şin-nyo, gelişigüzel yakındaki dallardan birini çekerek iyisine kötüsüne bakmadan, maksat yapmış olmak diye koparıyor, fırlatıp atarcasına bir tavırla paldır küldür yürüyüp geçiveriyordu. Bu duruma, "Ne kadar da sevimsiz biri," diyerekten hayıflandığı da olmuştu Midori'nin ancak sürekli tekrar edince Şin-nyo'nun kasıtlı olarak kendisine kötü davrandığını düşünmeye başladı. (Syf 47-48)
Midori nihayet on beş yaşında, oyuncak bebeklerini kucaklayarak yanaklarını okşayan kalbi, soyluların küçük hanımlarınkinden farksızdı. (…)
Ne kendisinin ne de başkalarının hakkında bilirmişçesine konuşabilmek için yaşı henüz biraz küçüktü ama çocuk kalbi tek bir şeyden eminse o da gözünün önünde yaşanan şatafattı. Özünde taşıdığı inatçı ruh, serbestçe koşuyor, nihayetinde kocaman bir bulut gibi büyüyordu. (Syf 54-55)
Şin-nyo kendine gelince hüzünle arkasına baktığında, Midori'nin giydiği kırmızı desenli yüzen kumaşın yağmurla ıslanmış hali, dökülmüş bir sonbahar yaprağı gibi yere serilmişti. Güzelliği göz alıcıydı; içi burkuldu ama eğilip de almadı, sadece uzaklara dalarak içli bir hüzünle baktı. (Syf 78)
Sonsuza kadar, sonsuza kadar bebeklerimle ve kâğıt bebeklerimi alıp evcilik oynasam ben ne kadar da mutlu olacağım. Off hayır, istemiyorum ben yetişkin olmak istemiyorum. Neden böyle yaşımız büyüyor? (Syf 87)