Henri Lefebre: Şehir Hakkı

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Henri Lefebre ile devam ediyor

18 Aralık 2025 - 15:26

HENRI LEFEBVRE (16 Haziran 1901 - 29 Haziran 1991)

1901 yılında Fransa'da doğdu. Sorbonne'da felsefe eğitimi gördü. 1924 yılında Philosophies topluluğuna katıldı. Politzer, Friedmann, Nizan gibi düşünürlerle birlikte 1928'de Fransız Komünist Partisi üyesi oldu. 1940'ta Nazilere karşı Direniş'e katıldı. 1958'de Parti'den ihraç edildikten sonra, Strasbourg Üniversitesi'nde sosyoloji hocasıyken Sitüasyonistlerle ilişki kurdu. İlk cildini 1947 yılında kaleme aldığı üç ciltlik Gündelik Hayatın Eleştirisi başta sessizlikle karşılansa da ilerleyen yıllarda birçok çevrede güçlü bir etki yarattı.

1968 Mayıs olaylarında, isyan dalgasının başladığı Nanterre Üniversitesi'nde öğrencileriyle birlikte ön saflarda yer aldı. Kent ve kentin uğradığı tarihsel dönüşüm ile bunun sınıfsal açılımları üzerine düşünmeye tam da bu dönemde ağırlık verdi. Şehir Hakkı ile başlayan bu süreci, kentsel mücadele hareketlerinin tezlerini dayandıracağı Kentsel Devrim, Şehir Hakkı II: Mekân ve Siyaset ve Mekânın Üretimi gibi üç önemli çalışmayla taçlandırdı.

1991 yılında Paris'te hayata gözlerini yuman Lefebvre mekân konusunu toplumsal analizin, Marksist felsefe ve sol siyasetin gündemine taşıyan ilk düşünürlerdendir. 

Lefebvre’nin Sel Yayıncılık tarafından Işık Ergüden çevirisiyle yayımlanan Şehir Hakkı kitabından aynı isimli yazısını paylaşıyoruz.

ŞEHİR HAKKI

Teorik düşünüm, şehrin (ekonomik, politik, kültürel, vb.) biçim, işlev ve yapılarının yanı sıra, kent toplumuna içkin toplumsal ihtiyaçları da yeniden tanımlamak zorundadır. Şu ana dek sadece, tüketim toplumu (bürokrasi güdümündeki tüketim toplumu) denen toplumun neden olduğu bireysel ihtiyaçlar değerlendirildi, hatta manipüle edildi ama etkin bir şekilde ele alınmadı, tanınıp bilinmedi. Toplumsal ihtiyaçların antropolojik dayanakları vardır; hem birbirine zıt hem birbirini tamamlayıcı olan bu ihtiyaçlar arasında şunları sayabiliriz: güvenlik ve serbestlik ihtiyacı, kesinlik ve macera ihtiyacı, çalışmanın ve oyunun örgütlenmesi ihtiyacı, öngörülebilirlik ve öngörülemezlik, birlik ve farklılık, inziva ve karşılaşma, mübadele ve yatırım, bağımsızlık (hatta yalnızlık) ve iletişim, aciliyet ve uzun vadeli perspektif ihtiyacı. İnsan enerjisini biriktirmeye ihtiyaç duyduğu kadar harcamaya, hatta oyun oynayarak israf etmeye de ihtiyaç duyar. İnsanın görmeye, işitmeye, dokunmaya, tatmaya ihtiyacı vardır ve bu algıları bir “dünya”da bir araya getirmeye ihtiyaç duyar. Toplumsal olarak işlenmiş (yani kâh ayrı kâh birleşik, kimi yerde sıkıştırılmış, kimi yerde aşırı büyümüş) bu antropolojik ihtiyaçlara özelleşmiş ihtiyaçlar da eklenir. Şehircilerin pek de dikkate almadığı ticari ve kültürel altyapı, bu özelleşmiş ihtiyaçları karşılamaz. 

(…)

Şehir biliminin nesnesi şehirdir. Bu bilimin yöntem, yaklaşım ve kavramları parçalı bilimlerden alınır ama onları sentezlemek iki sebeple mümkün olmaz. Birincisi, bütünsellik iddiasındaki sentez, analitiklikten yola çıkan bir sistematikleştirmeden, stratejik bir programlamadan ibarettir. İkincisi, tamamlanmış bir gerçeklik olarak şehir çözümlenemez. Bilgi, önüne hâlihazırda şekli değiştirilmiş olan tarihi şehri koyar; onu parçalar ve parçalardan yola çıkarak yeniden oluşturur. Toplumsal metin olarak bu tarihî şehirde artık bağdaşık bir talimatlar seti bulunmaz; sembollere ve bir üsluba bağlı olan bir zaman kullanımı yoktur. Bu metin uzaklaşır. Bir belge, bir sergi, bir müze görünümü alır. Tarihsel olarak biçimlenmiş şehir artık yaşanmaz, pratik olarak kavranmaz. Turistler için gösterilere ve pitoreske susamış estetik anlayış için kültürel bir tüketim nesnesinden başka bir şey değildir. Onu sahiden anlamaya çalışanlar için bile şehir ölüdür. Bununla birlikte kent, dağılmış ve yabancılaşmış güncellik hâlinde, tohum ve potansiyel olarak ayakta durur. 

(…)

Yeni biçim ve ilişkileri yoktan var etme gücüne ne mimar, ne şehirci, ne sosyolog, ne iktisatçı, ne de filozof ya da politikacı sahiptir. Daha kesin bir ifadeyle, mimarın mucize yaratma gücü sosyoloğununkinden daha fazla değildir. Ne biri ne de diğeri toplumsal ilişki yaratabilir.

(…)

Şehir bilimi, kendini oluşturmak ve toplumsal pratiği yönlendirmek için tarihsel bir döneme ihtiyaç duyar. Bu bilim şarttır, ama yeterli değildir. Şart olduğunu fark ettiğimiz anda sınırlarını da fark ederiz.
 

(…)

Kent stratejisi, bir yandan mevcut stratejileri, diğer yandan ise edinilmiş bilgileri -şehir bilimi, büyümeyi planlamaya ve gelişime hakim olmaya yönelik bilgileri - dikkate almak zorundadır. (…) Sadece devrimci inisiyatif alabilen gruplar, sınıflar ya da toplumsal fraksiyonlar, kentsel sorunları çözmeyi üstlenebilir ve çözümlerini tam anlamıyla hayata geçirebilir. Bu toplumsal ve politik güçler sayesinde yenilenen şehir bir yapıt olur. Öncelikle mevcut toplumda egemen strateji ve ideolojileri bozmak gerekir. Bu toplumda birbirinden farklı (örneğin devlet ile özel sektör) birçok grup ya da stratejinin bulunması durumu değiştirmez. Toprak mülkiyeti sorunlarından ayrımcılık sorunlarına dek her konudaki kentsel reform projeleri, yapıları —mevcut toplumun yapılarının, dolayısıyla (bireysel) ve gündelik ilişkilerin yapılarının— tartışma konusu eder; ama aynı zamanda kentsel gerçeklikten geriye kalan şeye kısıtlayıcı ve kurumsal yolla dayatıldığı iddia edilen yapıları da tartışmaya katar. Kendi içinde reformist olan kentsel yenilenme stratejisi “ister istemez” devrimci olur. Koşulların zorlaması yüzünden değil, kurulu düzene karşı çıktığı için devrimcidir.

(…)

Zamanımızın karakteristik çelişkileri arasında, toplumun gerçekleri ile bu gerçeklere dahil olan uygarlık olguları arasındaki çelişkiler de (özellikle sert olanlar) yer alır. Bir yanda soykırım, diğer yanda bir çocuğu kurtarmayı ya da bir can çekişmeyi uzatmayı sağlayan (tıbbi ve diğer) başarılar. Bu çelişkilerin en sonuncusu değilse de en yenisi burada gösterildi: Toplumun toplumsallaşması ile genelleşmiş ayrımcılık arasındaki çelişki.
Daha birçok çelişki vardır: Örneğin devrimci etiketi taşımak ile aşılmış bir üretimci rasyonalizmin kategorilerine bağlı kalmak arasında. Kitle baskısının neden olduğu toplumsal etkiler arasında kalan birey kendini pekiştirir ve ölmemeği başarır.

Haklar ortaya çıkar; âdetler ya da buyruklar arasına girer, sonra da yasalaşırlar. Bu somut “hakların”, demokrasi devrimlerinin başlangıç dönemlerinde binaların alınlıklarına yazılan insan ve yurttaş haklarını — devasa yıkımlara, dünya savaşlarına, nükleer tehdit terörüne rağmen (ya da bunlar dolayısıyla) — nasıl tamamladığını biliyoruz: yaş ve cinsiyet gruplarının hakları (kadın, çocuk, yaşlı), toplumsal durum hakları (proleter, köylü), eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma hakkı, kültür, dinlenme, sağlık, konut hakkı. Bu hakların tanınması, âdetler arasına girmesi, yasalara eklenmesi için işçi sınıfının baskısı gerekliydi ve hâlâ da gereklidir (ama yeterli değildir).

Oldukça tuhaf bir şekilde, doğa hakkı (kır ve “saf doğa” hakkı) birkaç yıldan beri boş vakit sayesinde toplumsal pratiğe girmiştir. Çürüyen ya da dışa doğru patlayan şehirlerin “toplama kampı” evrenine, gürültüye, yorgunluğa karşı sıradanlaşmış itirazlar arasında bu hak kendine yol açtı. Bunun tuhaf bir gidişat olduğu söylenebilir: Doğa mübadele değerinin ve metanın içine girmiş, alınıp satılmaktadır. Ticarileşmiş, sanayileşmiş, kurumsal olarak örgütlenmiş boş vakit arayışı, “doğallığın” sahtesini üretmekte, onu alıp satmakta ve yok etmektedir. “Doğa” ya da sözde doğa, yani doğadan geriye kalan, boş vakit gettosu olur; hazza ayrılmış yer, “yaratıcılığın” barınağı haline gelir. Kentliler, şehirciliği değilse de kenti yanlarında taşırlar! Onların kolonileştirdiği kır, köylü yaşamının niteliklerini, özlemlerini ve cazibesini yitirmiştir. Kent, kır’ı talan etmekte; kentleşmiş kır da yöre sakininin, habitat’ın, meskenin büyük sefaletinin aşırı bir örneği olan mülksüzleştirilmiş kırsallığın karşısında durmaktadır. O halde doğa hakkı ile kır hakkı birbirlerini yok etmiş olmuyor mu?

Bu hak ya da sözde hak karşısında, şehir hakkı bir çığlık ve taleptir adeta. Şaşırtıcı dolambaçlarla —nostalji, turizm, geleneksel şehrin kalbine geri dönüş, mevcut ya da yeni oluşmuş merkezciliklerin çağrısı— ağır ağır yol alır. Doğa talebi, doğanın tadını çıkarma arzusu şehir hakkından sapmayı getirir. Bu talep, tahrif edilmiş ve yenilenmemiş şehirden, daha “gerçekten” var olmadan yabancılaşmış kent yaşamından kaçma eğilimi olarak dolaylı bir şekilde kendini gösterir. Doğa ihtiyacı ile doğa “hakkı”, şehir hakkından kaçmayı başaramadan onunla çelişir.

(…)

Şehir hakkı, basit bir ziyaret etme ya da geleneksel şehirlere geri dönme hakkı olarak düşünülemez. Sadece dönüşmüş, yenilenmiş kentsel yaşam hakkı olarak formüle edilebilir. Karşılaşma yeri, kullanımın değerinin önceliği, mallar arasında en üstün mal mertebesine çıkarılmış bir zamanın mekânına kayıt olarak “kent”, kendi morfolojik tabanını bulduğu ve pratik-duyusal açıdan gerçekleştiği müddetçe, kentsel dokunun kır ve köy hayatından geriye kalanı kuşatmasının pek önemi yoktur. Bu durum, şehrin ve kent toplumunun bütünsel bir teorisinin geliştirilmesi için bilimin ve sanatın kaynaklarının kullanılmasını gerektirir. Bu gerçekleşmenin faili, taşıyıcısı ya da toplumsal dayanağı sadece işçi sınıfı olabilir. Yüz yıl önce olduğu gibi bugün de işçi sınıfı, onu hedef alan sınıf stratejisini, sırf varlığıyla bile inkâr eder ve tartışmaya açar. (…) Kaymak tabaka ve yeni burjuva aristokrasisi artık ikâmet etmiyor (bunu bilmeyen var mı?). Onlar otelden otele, saraydan saraya ya da şatodan şatoya gidiyorlar; yatlarında oturup bir filoya ya da bir ülkeye komuta ediyorlar; hem her yerde hem de hiçbir yerdeler. Gündelik hayatın içine gömülmüş insanları bu yüzden büyülüyorlar; doğanın sahibi onlar, kültürü tertiplemeyi de adamlarına bırakıyorlar. Gençlerin, öğrencilerin ve entelektüellerin, beyaz yakalı olan ya da olmayan emekçilerin ordusunun, taşralıların, her şekilde sömürgeleştirilmiş ya da yarı-sömürgeleştirilmiş olanların, gayet düzenli bir gündelik hayata maruz kalan herkesin durumunu uzun uzun tarif etmek şart mıdır? Kent sakinlerinin, banliyölerde oturanların, konut gettolarında, eski şehirlerin kokuşmuş merkezlerinde ve bu şehir merkezlerinin uzağında yolunu şaşırmışçasına bitiveren yerlerde yaşayan insanların gülünç ve banal sefaletini burada sergilemeye gerek var mıdır? Oturduğu evden çıkıp yakındaki ya da uzaktaki gara, tıklım tıklım dolu metroya, büroya ya da fabrikaya koşuşturan, akşam olduğunda aynı yolu gerisin geri teperken evine gelen ve yeniden başlayacak ertesi güne hazırlanmaya çalışan kimsenin gündelik hayatını anlamak için insanın gözlerini açması yeter. 




 


ARŞİV