Halldor Laxness: Salka Valka

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Halldor Laxness ile devam ediyor.

29 Mart 2024 - 12:07

 

HALLDOR LAXNESS (23 Nisan 1902-8 Şubat 1998)

Reykjavik civarındaki bir kasabada doğdu. Yazmaya olan tutkusu daha çocukluk yıllarında, çiftliklerinde ailesinden geleneksel halk masallarını ve eski destanları dinleyerek gelişti. İlk makalesi on dört yaşındayken bir ulusal gazetede yayımlandı. İlk romanı Barn náttúrunnar: astarsaga’yı (Doğanın Çocuğu: Bir Romans) on yedi yaşında yazdı. İlahiyat ve felsefe öğrenimi gördüğü sırada Fransızca ve Latince öğrendi. Avrupa seyahatine çıkan Laxness Katolikliğe yöneldi ve Luxemburg’daki Saint-Maurice-et-Saint-Maur Manastırı’nda Benedikten rahibi oldu. 1927’de ABD’ye gitti ve burada Upton Sinclair ile tanıştı, sosyalizm etkisindeki ilk eserlerini vermeye başladı. 1930’da ülkesine dönen Laxness, Ingibjörg Einarsdóttir’le evlendi ancak 1936’da ayrıldılar. Sovyetler Birliği’ne sık sık seyahat etti. 1936’da 21 yaşındaki Auður Sveinsdóttir’le evlendi. 1940’larda desteklediği Sovyet rejimini Macaristan’ın işgalinden sonra eleştirdi. Yeniden ülkesine dönen Laxness’in, Keflavík’te kurulan Amerikan askerî üssü hakkında yazdığı hiciv Atómstöðin (Atom İstasyonu, 1948), Amerikan hükümeti tarafından kara listeye alınmasına yol açtı. Eşiyle birlikte çıktığı dünya turunda New York, San Francisco, Pekin, Bombay, Kahire gibi kentlerde bulunan Laxness roman, kısa öykü, deneme, şiir, eleştiri türlerinde altmıştan fazla eser verdi. 1953’te Dünya Barış Konseyi Edebiyat Ödülü’nü, 1955’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1969’da Sonning Ödülü’nü kazanan Laxness, 1998’de hayata veda etti.

Yazarın Yordam Edebiyat tarafından yayımlanan Salka Valka isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SALKA VALKA

SALKA VALKA, Arnaldur Björsson'un hatırasını, hayatı boyunca kalbinde taşıyacaktı. Gecenin karanlığında ışıyan yüzünü, başka dünyalara olan inancını hiç unutmayacaktı. Bu yüzün pırıl tısıyla ruhu aydınlanmış, güzel rüyalar görerek uyanmıştı yeni güne. Ama gri bulutlarla kaplı gökyüzünü görünce, dondurucu havayı iliklerine kadar hissedince, Oseyri köyü, ona eskiden olduğundan daha kasvetli geldi. Çünkü artık yaşadığı bu dünya ile karşılaştırabileceği başka dünyaların varlığından haberdardı: Arnaldur'un hayallerinde yaşattığı dünyalar. Muhteşem, büyük şehirlerin pırıltısını gözlerinde görmüştü onun. Bin bir türlü çiçekle bezenmiş, hep şarkılar söylenen o güzel şehirler. Salka'ya öğretmenlik yapacaktı hesapta. Ama dersi mersi unutmuşlardı.

Yeni tanışmışlardı daha, ama daha ilk saatten itibaren, derslerin en önemlisini öğrenmişti bile Salka. Çoraplarını giymeden önce, ayaklarına takıldı gözü. Daha önce hiç fark etmediği bir şeyi fark etti. Ayakları, iğrenç derecede pisti. Elbette hafta ortası ayaklarını yıkamaya kalkmayacaktı, telaşa gerek yoktu. Eskimiş etekliğini giydi, ceketini sırtına geçirdi, belini iple bağladı. Giyinirken, bir yandan da, artık daha iyi şartlarda yaşamak istediğini düşündü. Mutfağa girince, ona okulu nasıl bulduğunu sordular. Hiç cevap vermedi. Bir tasa su koyup güzelce ellerini yıkadı. Hafta ortası olmasına rağmen.

Sonra da, süt güğümlerini yüklenip, köyün yolunu tuttu. İşini bitirdikten sonra, Johann Bogesen'in balık ambarına gitti. Kadınlar, çocuklar, muşamba önlükler takmış, uzun çizmeler giymiş, balık temizleme teknelerinin başına toplanmış, balıkları oradan oraya fırlatıyor, etrafa sular sıçratarak gürültüyle çalışıp duruyorlardı. O kadar yüksek sesle konuşuyorlardı ki, sesleri civardaki evlerin duvarlarında yankılanıyordu. Çok konuşmak ve yüksek sesle konuşmak, insanın yorgunluğunu alıyordu anlaşılan.

Salka Valka, iş aradığını söyleyince, onu ustabaşına gönderdiler. Simsiyah gözleri, kapkara bıyıkları vardı adamın. Hep kadınlarla çalıştığından olsa gerek, sinekkaydı tıraş olmuştu. Bir an durup, bu kaba saba, pasaklı piç kurusunu süzdü baştan aşağı. Beline bağladığı ipi çekiştirdi. Küçük kıza kibirlilik taslıyor, alay eder gibi onu soru yağmuruna tutuyor, göz ucuyla da çalışan kadınlara bakıyordu neşe içinde. Salka, adama iş verip veremeyeceğini sorunca, adam ona soruyla karşılık verdi.

“Senin velin kim bakayım?” Her şeye gücü yeten biri olduğuna inandığını saklama gereği duymuyordu.

“Kendimin velisiyim ben.”

“Kaç yaşındasın?”

“On bir.”

“Bogesen çocuklara da mı hesap açıyor artık? Kendi kendine mi bakıyorsun sen şimdi?”

“Ben çok becerikliyimdir. Hiçbir işte, kimseden geri kalmam.” Temizlik teknesinin başındaki kadınları gösterdi.

“Aferin sana! Palavracı seni!” diye eğlendi kızla. “Hiçbir işten geri kalmazsan, o zaman Akhurus'lu Tordis gibi, on beş çocuk yap da görelim. Bak şu suratı siğil içinde olan var ya, Tordis o işte.”

“Cevap bile vermem sana,” dedi Salka. Kulaklarına kadar da kızarmıştı bu arada. Kadınlarsa, gülmekten yarılmıştı. Ne muzır adamdı şu ustabaşı.

“Şimdi... Kimin nesi olduğunu bilmezsem, buralarda iş araman nafile.”

“Annemin adı Sigurlina Jonsdottir.”

“Bogesen'de hesabı var mıymış onun?”

Salka Valka bilmiyordu, ama hiç zannetmiyordu, annesi o kadar itibarlı olamazdı. Ustabaşı, kızın çalışmak için çok küçük olduğunu, ama ne yapabileceğini görmek için onu deneyeceklerini söyledi.

“Ne zaman başlarsın?”

“Hemen.”

Ustabaşı, cebinden paramparça bir defter çıkardı, bir şeyler karaladı, kıza onunla gelmesini söyledi. Ona muşambadan bir önlük taktılar. Bir çift eldiven ve bir fırça verdiler. Çalışmaya başlasın diye temizlik teknesinde yer açtılar. Yanındaki kadına da, kıza işi öğretmesini söylediler. Salka Valka, göz açıp kapayana kadar, iş sahibi olmuştu.

Onun bu girişimi, Marbud'da memnuniyetle karşılandı. Salka'nın ne kadar becerikli olduğu bir kez daha kanıtlanmıştı. Küçük kız, balık temizleme işinde çok başarılı oldu. Kimse işini onun elinden almaya yeltenmedi. O mevsim o kadar çok balık çıktı ki denizden, işe yetişemiyorlardı zaten. Salka Valka, çalışırken pek konuşmaz, kalabalığın içinde sessizce işini yapardı. Kadınlara karşı mesafeli duruyordu. Konuştukları şeylerden de anlamıyordu hem. Ama ordunun o güzel ilahilerinden söylemeye başladılar mı, kalbi mutlulukla doluyordu. Gençler onunla arkadaşlık etmiyor, ona yabancı muamelesi yapıyorlardı. Ama mahallenin çocukları gibi, sebepsiz yere saldırmıyorlardı hiç değilse.

Kimse onunla uğraşmadığı için, o da kimseye bulaşmıyordu. Ama onunla alay etmeye kalkışan biri oldu mu, hemen cevabı yapıştırıyor, yeterince kaba söz, küfür bilmediği için hayıflanıyordu bir de. En çok, insanların ahlaksız tavırlarına karşı savunmasız olmak zoruna gidiyordu.

Küçük kız çalışmaya başlayınca, kazandığı parayla kendine yeni etek alabilecekti. Hatta belki, bir de pantolon alırdı. Arnaldur'a da söylediği gibi, erkek olmayı ciddi ciddi düşünüyordu. Çalışmaya başladığı günün akşamı, paydos ettiklerinde, ustabaşının bir çanta dolusu parayla gelip, herkesin günlüğünü vereceğini sanmıştı. Bu yüzden, ortalıkta biraz oyalandı. Ama kadınlar, işleri biter bitmez toplanıp evlerine yollanmışlardı. O da evine gitti çaresiz.

Ne zaman para alacağını sordu Eyjolfur'a.

“Peh! Paraymış... Baksana halime, şu ağlarla uğraşıp duru yorum. Yürümeyi öğrendiğimden beri çalışırım ben. Elime kaç para geçti sanırsın bugüne kadar? Bu yaşıma geldim, hepi topu yedi koyunum var. Bir de inek. Aklını başına al, Arnaldur'dan ne kadar çok şey öğrenirsen, o kadar iyi. Bu ülkede, fakirler hep kitaplarla avunmuştur. Bilgi, insanın kaybetmeyeceği tek şeydir. Kör etmezlerse seni elbet.”

“Seni kör mü ettiler?” diye sordu kız. Bunun düşüncesi bile korkudan titretmişti onu. Yaşlı adam cevap vermedi. Küçük kız karşısında durup, hayretler içinde, hiçbir şey anlamadan bakakaldı. Bütün ömrü boyunca böyle pis mi kalacaktı? Arnaldur'un ve tüm dünyanın karşısına bu çirkin, paspal kıyafetlerle mi çıkacaktı? Ne kadar balık temizlerse temizlesin, hiç güzel bir şey olmayacak mıydı hayatında? 

 

“Ben çok çalışıp çok para kazanacağım. Zengin olacağım.” Yaşlı adam bir an durdu, elindeki işi bırakıp, kör gözlerini pencereye dikti.

“Sen daha çok küçüksün, daha on iki yaşında bile değilsin, yavrum,” dedi. “Benim gibi, gözleri görürken çok şey yaşamış birinin sözlerine kulak ver. Çalışmak çok iyi bir şeydir, gereklidir de. İnsanı mutlu eder, vicdanını rahatlatır. Karnını doyurmana, ısınmana yetecek para kazanırsın, çalışınca. Eğer biri, hayatı boyunca, bayram seyran dinlemeden, gece gündüz çalışırsa, öldüğünde cenaze masraflarını çıkarabilir ancak. Dediğime kulak ver yavrum, kimse çalışarak zengin olmamıştır. Tanıdığım birkaç zengin adam var, hiçbiri de bir gün bile çalışmamıştır. Çalışıp didinenler, bütün o ağır işleri yapanlar, hep fakirlerdir. Bu bir tek bizim köyde değil, dünyanın her yerinde aynıdır. Gelgelelim bilgi ve güzel bir kitabı okumaktan aldığın haz, bütün servetlerden daha kıymetlidir. Senin yerinde olsam, bütün gayretimi, okuma yazma öğrenmek için harcarım. Onların en çok sinirine dokunan da budur, senin bilgi sahibi olduğunu görmek.”

Küçük kız, Eyjolfur'un, konuşurken ha bire “onlar” diye bahsettiği kişilerin kim olduğunu hiç anlayamadı. Ölümünden son ra, Eyjolfur'un mezarını ziyaret etti hep. Söylediklerini kavrayamadı belki ama herkesten çok, ona saygı duydu.

Maaşların ödenmesi hakkında iş arkadaşlarına sorduğu sorular da cevapsız kaldı. Kimse böyle aptalca bir soruyu cevaplamaya tenezzül etmemişti.

(…)

Böylece iki hafta geçti. Paskalya'ya bir hafta kalmıştı. Paskalya'dan önceki pazar günü küçük kız bayramlık elbise- sini denedi. Maalesef artık dar geliyordu. O kadar küçülmüştü ki, kolunu oynatsa dikişleri patır patır açılıyordu. Tavan arasından aşağı inince, mutfakta annesini gördü. Üzerinde mağaza işi, çok şık, güllü bir elbise vardı. Komşular başına toplanmış, elbisenin güzelliğine hayranlıkla bakıyorlardı. Annesiyse, ağzı kulaklarında kırıtıp duruyor, etrafında dönüyordu, herkes elbisesini iyice görsün diye. (…)

Ertesi gün, işi bitince, küçük kız bütün cesaretini toplayıp ustabaşının yanına gitti. “Bana para vermeyecek misin?” diye sordu o pes sesiyle.

“Ne?” Adam şaşkınlıktan donakalmıştı.

“Çalıştığımın parasını ödemeyecek misin?”

“Sen annenin hesabına çalışmıyor musun?”

 “Ben orasını bilmem. Paramı isterim.”

“Bana bak çocuk, ben Bogesen'in muhasebecisi değilim. Kaç gün çalıştıysan onu bildiririm, gerisine karışmam.”

Ertesi gün Salka Valka öğrendi ki maaşlar para olarak verilmezmiş. Çok nadir de olsa verildiği olurmuş, ama o zaman da maaş yerine mal almak mümkün olmazmış. Ayrıca, cumartesi akşamı kadınların buluşup Paskalya için alışveriş yapmak istediklerini de öğrendi Salka. Onlarla birlikte mağazaya gitmeye karar verdi.

Arnaldur'un pintiliğiyle meşhur dedesi Jon, tezgâhın arkasında dikilmiş, kalabalıktan şikâyet ediyordu. Her sene olduğu gibi, balık avı mevsimi bitmeye yakın, şu fakirlerin tek düşündüğü, bütün paralarını ona buna harcamaktı. (…)

Kadınlar her şeyi birbirine karıştırıyor, elliyor, ölçüyor, üstlerine tutup deniyorlardı. Bazıları da, tezgâhın arkasına geçip, kimseye görünmeden elbiseleri giyip çıkarıyordu. Yaşlıca olanlarsa, kahve, şeker gibi şeyler alıyordu gram gram.

 

Kadınların bu alışveriş çılgınlığı biraz durulup, dükkân boşalır gibi olunca, Salka Valka, Jon Dede'yi yakalayıp kendisine göre bir elbisesi olup olmadığını sordu.

“Elbise mi istiyorsun sen! Tanrıya dua et de seni korusun, çocuk! Elbiseymiş! Sen kimsin ki hem?”

Salka kendini tanıttı.

“Ne anlatıyorsun sen yahu, tanımam etmem ben seni”

(…)

Salka inatla anlatmaya çalıştı, ama adam onu dinlemedi bile. Kızın da annesinin de dükkânda hesabı yoktu işte. Başka da bir şey bilmiyordu adam. Gidip muhasebeciye sorsundu, ya da en iyisi, evine gidip yatsın uyusundu. “Bir daha bana böyle saçma sapan şeylerle gelme,” dedi adam.

Böylece, Salka kendini bir anda o gizli hesapların tutulduğu muhasebe bürosunda buluverdi. İnsanların kaderleri, gelir ve giderlerine göre, bu büroda şekil alıyordu. Küçük kızın, engeller karşısında yılmayan bir yapısı olduğu için, mağazadan kovulunca, muhasebeciye gelmişti. Salka'yı gözlüklerinin üzerinden şöyle bir süzdü muhasebeci. Zayıf, minyon tipli, yaşlı bir adamdı. Hırçın, tiz bir sesi vardı. Kitap defter yığını içinde kaybolmuştu.

“Ne istiyorsun?”

Kız, derhal anlattı ne istediğini. Yaşlı muhasebeci, gözlüklerinin üzerinden bakarak dinledi. Dudakları sarkmıştı, ağlayacak gibi.

“Sigurlina Jonsdottir diye birinin kredisi yok burada,” dedi, soğuk, kulak tırmalayan bir sesle. Defterin sayfalarını karıştırdı, kayıtları buldu sonra. “Buraya yazmışım, evet. Yatan para, kızı Salgerdur'dan. Balıkhanede çalıştığı bilmem kaç günün bedeli olarak. Çekilen para. Kızı için muşamba önlük, annesi tarafından alınmış bir elbise (dünya para), bir gecelik, çorap, çizme, dantel, falan filan. Sigurlina Jonsdottir'in bize elli kron daha borcu var. Hadi çık şimdi, kapıyı da kapat."

Küçük kız dışarı çıkar çıkmaz, kendini merdivene attı, göz- yaşlarına boğuldu. Oradan gelip geçenler, eski bir erkek ceketi giymiş, beline de ip bağlamış bu zavallı biçare kız, akşam karanlığında oturmuş neden ağlıyor diye meraklı gözlerle baktılar ona. Öyle bağıra çağıra ağlamıyordu aslında. Ama bu dünyanın dünyanın düzenine isyan ediyor, dileklerinin hiç gerçek olmayacağını düşünüyor, yeteneklerinin bile işe yaramayacağına inanıyordu.

(Sayfa 75-82)

 

ARŞİV