Hagop Baronyan: Kadıköy

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Hagop Baronyan ile devam ediyor.

02 Haziran 2023 - 08:22

HAGOP BARONYAN (19 Kasım 1843- 27 Mayıs 1891

Ermenilerin Moliere’i olarak nitelenen Baronyan, 1843’te Edirneli yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ermeni okullarında tamamladı. 1864’de İstanbul’a yerleşti. Hevesli bir okur olarak bazı Avrupa dillerini, özellikle de dönemin İstanbul’unda büyük etkileri olan Fransızca ve İtalyancayı kendi kendine öğrendi. Osmanlı başkentinde yayımlanan çeşitli dergilere katkı sunarak yazarlık konusunda deneyim kazandı.

Yayına hazırladığı mizah ve tiyatro ağırlıklı süreli yayınların ömrü kısa, fakat etkisi büyük oldu. Poğ Aravodyan (Sabah Borusu), Yeprad (Fırat), Meğu (Arı), Ermenice ve Osmanlıca olarak iki farklı versiyonu yayımlanan Tadron yani Tiyatro, Khigar (Bilgiç), Dzidzağ (Gülüş) isimli dergilerin yayını, içerdikleri toplumsal eleştiriler nedeniyle sıklıkla Osmanlı sansür bürosu tarafından durduruldu.

Tiyatroya ilgisi çok erken yaşlarda başlayan yazar ilk oyununu 1865 yılında yazdı. Arevelyan Adamnapuj (Şark Dişçisi) isimli oyunu ile tanınan yazarın tüm eserleri, derin toplumsal sorunlar etrafında mizahi dille yazılmış, her düzeydeki okura, hayata dair gerçek resimlerdir. Keskin gözlemleri ve ince mizahıyla istisnasız, toplumun her kesimini eleştiren yazar, İstanbul yaşamını ele alan yazılar da yazdı. Hicviyle alabildiğine eleştirdiği Ermeni ruhban sınıfı ve aristokratlarıyla ters düşen Baronyan bu kesimin toplumun ekonomik kaynaklarını çoğu zaman kendi maddi ve manevi çıkarlarını gözeterek yönettiklerini düşündü. Kendisi ise hep yoksulluk içinde yaşadı.

48 yaşında tüberküloz hastalığına yakalandı. Ölmeden birkaç hafta önce muayene için gittiği Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nden doktorunun yazdığı reçetedeki ilaçları parası olmadığı için yaptıramadı. Fakat son anına dek muhalifliği konusunda taviz vermedi. Bir keresinde kendisine kalemini biraz daha yumuşatması önerildiğinde “İşkenceye uğrayacağım. Zulüm göreceğim. Zararı yok. Gelecek nesiller ismimi ölümsüzleştireceklerdir nasıl olsa.” cevabını verdi.

1891 yılında İstanbul Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde hayatını kaybeden yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti isimli kitabından Kadıköy’ü anlattığı bölümü okurlarla paylaşıyoruz.

KADIKÖY

Ananevi coğrafi alışkanlıkların aksine konuşmamak için söylemeye mecburuz ki bu köyün de doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi var. Vicdanımızı da saymak için, itiraf etmemiz gerekir ki batının, doğunun ve kuzeyin varlığı farazidir. Sadece güneydir köye hükmeden. Kuzey birkaç söz söylemek isterse güneyin ağzıyla konuşur. Güneş güneyden doğar, güneyden batar. Neticede her şey güneydendir.

Bu satırları yazarken amacımız değerli halkımıza duyurmaktır. Kış mevsiminde bu köye gitmek isteyenler yazlık elbise giymeli; yazın, sıcak günlerde gitmek isteyenlerse çıplak gitmeliler. Yani dekolte giyinmeli.

Mahsusiye şirketi yolcularını serinletmek maksadıyla deniz suyunu içine alan gemiler işletir. Böylece yolcular deniz suyuyla ıslanır ve serinler. Böyle olmasaydı yolcular sıcaktan ölürdü.

Bu köy o kadar kutsaldır ki, birkaç yıl önce, Yahudi’nin biri kehanet edip dedi ki: Yerin altına girecek k harfiyle başlayan bir köy” Herkes bu köyün Kadıköy olduğunu bağırdı. Yahudi'nin kehaneti çıkmadı. Köyün itibarı yerle bir oldu. Kehanetin tarihini belirleyenler de oldu. Bu haberi yayan bizim Kayserililer, ucuz fiyatla ev almak için bu tevatürü anlatmışlardır. Neticede ev fiyatları yüzde altmış ucuzladı. Birçok tüccar alacaklarını tahsil etmek istedi. Kadıköy'de oturanların birçoğu köyden ayrıldı. Bizim Kayserili esnaf bulunduğu yerden kalkmadan, “Ucuz oturalım yerin dibine de girelim,” dedi.

Bu köyde halihazırda üç yüz elli Ermeni var. Ama içlerinde gerçek milletsever olarak ancak yirmi üç ve üç çeyrek insan var. Geri kalanlar diğer mahallelerden göçmüştür. Zamanında tenha bir ovaydı bu köy. Avcılık meraklısı birkaç Avrupalı, köyü ava uygun bularak gelip yerleşti. Milletimizden de bazıları bunların peşine takılıp buraya gelip yerleşti. Bugün Avrupalılar buradan uzaklaşırsa bizimkiler de burayı terk eder.
Kim iddia edebilir ki bizim cemaatseverler Avrupalılara benzemek istemez.

Bu köyde, köyün güneyi hariç, asalet hüküm sürer. Asalet, güney kadar ateşe neden olur; köyün milli işlerine, belki de ondan daha zararlıdır.

Yönetim kurulu seçimlerinin her seferinde anlaşmazlık oluşur. Millet okullarının ilerlemesine çok zarar veren yönetim kurulu üyeleri kadar farklı fikirler oluşur. Yönetim kurulundaki her üye kendi istediği sistemle okulu yönetmek ister. Biri Fransız sistemini savunur, bir başkası Alman sistemine saldırır, üçüncüsü İngiliz sistemini kurtarıcı sanır, dördüncüsü Türk  sisteminden şaşmaz, beşincisi Avusturya sistemini savunur. Karışık fikirler neticesinde okul kapanır. Açılması için yönetim kurulunun lütfedip bir sistem üzerinde anlaşması beklenir. Okul açılır ve bir gün Alman, bir gün Fransız, bir sabah Türk, bir akşam İngiliz sistemiyle yönetilir. Böylece yönetimde anlaşma yapılır ve halk sevinçle birbirini kutlar: “Yaşasın, yönetim kurulunun sayın üyeleri, anlaştılar.”

Bu okulun düzensizliği, milletin kârına oldu. Şimdi İcadiye’de gururumuz Berberyan Okulu kuruldu.

Köyün sakinleri çok terbiyelidir, kalp kırmamak için her türlü fedakârlığa hazırdır.

Geçenlerde asilzadelerden biri baltayla okulun temelini yerinden çıkarır, bir başkası da birkaç adım öteden onu seyreder. Neden müdahale etmediğini sorduklarında şöyle cevap verir:

“Samimi dostumdur. Gidip iki söz söylemek isterim ama düşündüm ki dostluğumuz bozulur, bıraktım ki istediğini yapsın.”

Bir kısım var ki burada, aristokratlara alet olarak ancak sesleri çıkar. O da şarkı söylemek için.

Bir kısım tamamen ilgisizdir milli işlere, sahildeki kahvelerde tavla oynar veya nargile çekerler.

Diğer bir aristokrat kısmı da yalnız usit ve bezik oynayarak hizmet verir milletine.

Bu köyün Surp Takavor (Aziz Kral) adlı kilisesinde Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) gününde kutlamalar yapılır, adak yeridir, adak adayanlardan iyi para toplanır. Bu Takavor'un da diğer krallar gibi epey geliri var ama muhasebecileri olmadığından bu geliri kullanmasını bilmez. Dindarların bağışladığı paralar iyi değerlendirilse mutlu bir Aziz Takavor olurdu ve okulu da refah içinde ilerlerdi.

(…)

Muradyan ailesi şerefli bir sülale, yaptıkları işlerle ünlenmiş.

Mıgırdış Efendi Muradyan 1868’de bir kız okulu açmış, ayda altı yüz- yedi yüz para harcayarak fakir kızların eğitimini sağlamıştır.

Kışın fakirlere bedava kömür dağıtır, fakir hastalara doktor gönderip ilaçlarını alır. Muradyan kardeşler annelerinin cenazesi için kiliseye 70 lira, vakıf için seksen altın, okulun inşaatı için yüz altın bağışladıkları gibi ayrıca iki yüz altın da okulun inşaatına vermiş.

Aynı zamanda burada yaşayan Sayın Serope Gülbenkyan, Apik Uncuyan, Şaşyan Boğos efendiler, komite üyelerinden üçü diğer arkadaşlarıyla gece gündüz çalışarak, tüm milletin gönlünde unutulmaz hatıralar bıraktılar. Gerçi bizim Azkayin Çoçer¹ nam kitabımızdan beş tane bile almadılar. Böyle çalışan milletseverlerimiz varken kıtlık kırk yıl da sürse umursamayız.

Ahali genellikle zengindir ve bir zeytini dört parçaya ayırıp yerler, denir. Ekonomi bu derece ilerlemiş. Çok zenginler de bunu müsriflik kabul edip tek zeytinle sofra kurarlar.

Birkaç zengin için güneş normalden üç saat sonra doğar, bazen de hiç doğmaz. Bu zenginler ikindiye kadar uyur, gece uyanır ve başlarlar kendi prafalarına (bir iskambil oyunu).

Diğer mahallelere oranla rakı ve şarap tüketimi azdır. Genellikle konyak içilir.

Kadın kısmı konyak yerine dedikodu, susuz dedikodu satar. Birbirlerini yerin dibine sokar, yüz yüze geldiklerinde göğe çıkarırlar.

İşin yoksa gel, şu pencerenin önünde biraz durup dinleyelim.

“Madam Katig, Matmazal Ağavni’yi gördün mü?”

“Hayır, görmedim. Nasıl boyanmıştı o! Kafasını un torbasına mı sokmuş ne?”

“Her tarafı açık da bir elbise giymişti.”

“Belki kumaşı eksilmiştir.”

“Bari ayakları küçük olsa.”

“Bununla beraber şeytan cazibeli.”

“Güzelliği nerede onun. Yüzünü görmek istemem, şeytan görsün.”

İşte Matmazel Ağavni bu konuşmalar esnasında o evin kapısını çalıyor.

“Hoş geldin Matmazel Ağavni, neredesiniz? Şimdi Madam Katig'e sizden bahsediyordum. Bizi unuttu dedim.”

“Ben sizi unutur muyum? Her gün gelmek isterim ama ev işleri…” (Diğer tarafa dönüp) “Şeytan görsün ikinizi de…”

“Matmazel Ağavni, sizi gördüğümde ablamı görmüş gibi oluyorum.” (Diğer tarafa dönüp) “Şeytan görsün...” (Yüksek sesle) “Seni her gün görsem doymam.”

(…)

Seçkin kadınlar milli işlerle uğraşır, bir kısmı da Ermeni cemaati derneğinin bir kolunda çalışıp büyük işlere hazırlanırlar.

Moda bir çeşit hastalıktır burada. Güzel kadınlar dürbünle Marsilya'dan gelen gemileri seyreder. En son modayı önce kendileri bulsun diye...

Köyün eğlence yeri, denizin üstündeki Moda burnudur. Oraya gidenler denize bakmaz, daha eğlenceli olduğundan güzel kadınlarla ilgilenirler.

Köyün ürünü birinci sınıf hummadır. Fakirler hummanın üçüncü sınıfını alabilir, birinci sınıf zenginlere saklıdır, pahalı satılır.

Şaşılacak şey... Doktorlar bazen hasta gönderirler tebdil-i hava için.

Havanın durumu sefalet. Üsküdar müsaade etmez kuzey rüzgârının girmesine ve düzen getirmesine havaya.

 

Etiketler; Hagop Baronyan

ARŞİV