Guy De Maupassant: Mücevher

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Guy De Maupassant ile devam ediyor

29 Mayıs 2025 - 12:54

GUY DE MAUPASSANT (5 Ağustos 1850- 6 Temmuz 1893)

Modern öykünün usta ismi Guy de Maupassant 1850’de Dieppe yakınlarında doğdu. İlk eğitimini kilisede aldı, on üç yaşında bir ilahiyat okuluna gönderildi. Kurallara aykırı davranarak kendini okuldan kovdurdu. Öğrenimini La Hayre’daki bir lisede sürdürdü, 1869’da Paris’te hukuk okumaya başladı. Fransız-Alman Savaşı’nın çıkması üzerine öğrenimine ara vererek gönüllü olarak savaşa katıldı. Terhis olduktan sonra hukuk öğrenimine devam etti. Toparlak adlı öyküsüyle elde ettiği başarının ardından, dönemin önemli haftalık yayınları Le Gaulois ve Gil Blas’da makaleler yazdı. Gustave Flaubert, Stéphane Mallarmé, Émile Zola, Joris-Karl Huysmans ve İvan Turgenyev gibi yazarlarla arkadaşlık etti.

Fransız toplumunun zengin bir panoramasını çıkardığı öykülerinin gücü, tüm karakterlerini ironik bir kaçınılmazlığın kurbanları olarak sunmasından kaynaklanır. 1877’de frengiye yakalandı. 1893’te hayatını kaybetti.

Yazarın Tefrika Yayıncılık tarafından Dünya Edebiyatından 55 Klasik Kısa Hikaye isimli yayımladığı kitapta yer alan Mücevher isimli öyküsünü paylaşıyoruz.

MÜCEVHER

Mösyö Lantin, bu genç kızla, çalıştığı bölümün şef yardımcısının evinde verdiği bir davette tanışmış ve ona hemen sırılsıklam âşık olmuştu.

Birkaç yıl evvel vefat etmiş olan taşralı bir vergi tahsildarının kızıydı. Babasının vefatı üzerine, annesiyle Paris'e yerleşmişlerdi ve annesi kızına bir kısmet bulma umuduyla semtlerindeki bazı ailelerle ahbaplık kurmuştu. İmkânları kısıtlı olsa da onurlu, nazik ve sessiz sedasız insanlardı.

(…)

O zamanlar İçişleri Bakanlığında başkâtip olan ve çok yüksek olmasa da geçinebileceği üç bin beş yüz franklık bir maaşı olan Mösyö Lantin, bu örnek genç kıza evlenme teklif etti ve kız da kabul etti.

Adam karısıyla tarifsiz bir mutluluk yaşıyordu. Karısı evi öylesine akıllıca, öylesine tasarruflu çekip çeviriyordu ki adeta lüks içinde yaşar gibiydiler. Karısı onu tüm tatlılığıyla ilgiye boğar, ona cilveler yapar, okşar severdi. Öylesine cazibeliydi ki evlenmelerinin üzerinden altı yıl geçmesine rağmen, Mösyö Lantin karısını balaylarının o ilk günlerindekinden bile daha çok sevdiğini biliyordu.

Ancak karısının iki merakından yakınırdı: Birisi tiyatro aşkıydı, ikincisi ise sahte mücevherlere olan düşkünlüğüydü. Arkadaşlık ettiği alt düzey memurların eşleri çoğu zaman yeni oyunların ilk gösterimleri için ona loca ayarlıyorlardı ve kocası da ofisteki iş gününün ardından onu aşırı derecede sıkan bu eğlencelerde ister istemez ona eşlik etmek zorunda kalıyordu.

Bir süre böyle idare ettikten sonra karısından, ahbabı bir hanımdan tiyatroya giderken ona eşlik etmesi ve sonra onu eve bırakması için ricada bulunması için yalvardı. Karısı, ilk başta buna karşı çıksa da uzun dil dökmelerin ardından, sırf kocası hep mutlu olsun istediğinden buna razı oldu.

Bu tiyatro sevgisi yanında takıp takıştırma arzusunu da getiriyordu. Giysileri eskisi gibi sade, zevkli ve mütevazıydı ama kısa süre sonra kulaklarını gerçek elmaslar gibi parıldayan ve ışıldayan, koca koca sahte taşlarla süslemeye başlamıştı. Boynuna dizi dizi sahte inciler, kollarına taklit altın bilezikler ve saçlarına incik boncukla süslü taraklar takar olmuştu.

Kocası sık sık ona sitem eder, “Karıcığım, gerçek mücevher almaya gücün yetmediğine göre, sadece güzelliğin ve alçakgönüllülüğünle süslenmelisin, zira bunlar senin cinsinin en nadide süsleridir.” derdi.

Ama karısı tatlılıkla gülümseyerek, “Ne yapabilirim ki? Takılara bayılıyorum. Onlar benim tek zayıf noktam. İnsan huyunu değiştiremez ki.” diye yanıtlardı onu.  (…)

Kış vakti bir akşam operaya giden karısı eve iliklerine kadar donmuş hâlde döndü. Ertesi sabah öksürmeye başladı ve bundan sekiz gün sonra da akciğerlerindeki iltihaplanmadan dolayı öldü.

Mösyö Lantin öylesine derin bir kedere boğuldu ki saçları bir ayda ağardı. Durmadan ağlıyor, ölen karısının gülüşünü, sesini, onu kendine hayran eden tüm özelliklerini anımsadıkça yüreği paramparça oluyordu.

(…) Karısının odasındaki her şeyi hayattayken olduğu gibi bırakmıştı; tüm mobilyaları, hatta giysileri bile öldüğü günkü gibi duruyordu. Burada her gün inzivaya çekilir ve varlığının neşesi, hazinesi olan karısını düşünürdü.

Ancak hayatı zorlu bir mücadeleye dönüşmüştü. Karısının elinde bütün ev masraflarını karşılayan maaşı artık kendisinin öncelikli ihtiyaçlarına bile yetmez olmuştu. Karısının onun mütevazı geliriyle nasıl öyle muhteşem şaraplar, leziz yiyecekler satın alabildiğini düşünüyor ve şaşırıyordu.

Bir miktar borçlandı ve çok geçmeden de mutlak bir yoksulluğa düştü. Bir sabah cebinde tek kuruş olmadığını görünce bir şeyler satmaya karar verdi ve aklına hemen karısının takılarını elden çıkarmak geldi çünkü geçmişte onu hep rahatsız etmiş olan bu “aldatmacalara” karşı kalbinde bir nevi kin besliyordu. Onları görmek bile, kaybettiği sevgilisinin anısına bir nebze gölge düşürüyordu.

(…)  Bir süre onları evirip çevirdikten sonra, en nihayetinde karısının çok sevdiği ve en aşağı altı veya yedi frank değerinde olduğunu tahmin ettiği bir tanesinde karar kıldı; her ne kadar sahte olsa da kolyenin işçiliği iyiydi.

Kolyeyi cebine koyup, gözünün tutacağı bir kuyumcu dükkânı bulmak üzere sokağa çıktı. En sonunda bir tane buldu ve böyle değersiz bir eşyayı satışa çıkartıp sefaletini açığa vurmaktan dolayı biraz utanç duyarak içeriye girdi.

“Bayım,"” dedi kuyumcuya. “Bu kolyenin değerini öğrenmek istiyorum.”

Kolyeyi eline alıp, iyice inceleyen adam, yardımcısını çağırdı ve ona alçak sesle bir şeyler söyledi. Sonra takıyı tekrar tezgâha koyup, nasıl bir etki verdiğini iyice anlamak için ona uzaktan baktı.

Tüm bu seremonilerden rahatsız olan Möyö Lantin, “Tamam, biliyordum zaten, beş para etmez.” demek için ağzını açmak üzereydi ki kuyumcu, “Beyefendi, bu kolye on iki ila on beş bin frank eder ama onu sizden ancak, elinize tam olarak nereden geçtiğini söylerseniz satın alabilirim.” dedi.

Dul adamın gözleri fal taşı gibi açıldı ve kuyumcunun ne dediğini anlayamadan ağzı açık bakakaldı. En sonunda, “Şimdi siz diyorsunuz ki... emin misiniz?” diyebildi kekeleyerek. Diğeri soğuk bir sesle cevap verdi: "Elbette başka yerde de şansınızı deneyebilir, daha fazla veren olur mu diye araştırabilirsiniz. Ama bana göre en fazla on beş bin frank eder. Daha iyi bir fiyat bulamazsanız gene bana gelebilirsiniz."

Mösyö Lantin, büyük bir şaşkınlık içinde kolyeyi alarak dükkândan çıktı. Düşünmek için biraz zamana ihtiyacı vardı.

Dükkândan çıkar çıkmaz, içinden bir kahkaha patlatmak geldi. “Seni aptal. Ah, seni aptal! Kabul etseydin ya adamın dediğini! O kuyumcu gerçek elmasları sahtesinden bile ayıramıyordu.”

Birkaç dakika sonra Rue de la Paix'de başka bir dükkâna girdi. Dükkân sahibi kolyeye şöyle bir bakar bakmaz, haykırdı: “Aman Tanrım! Bu kolyeyi gayet iyi biliyorum, buradan alınmıştı.”

Mösyö Lantin iyice huzursuzlanarak, “Sizce ne kadar eder?” diye sordu.

“Şey, ben onu yirmi bin franka satmıştım. Yasal formaliteler gereği bana onun elinize nasıl geçtiğini söylediğiniz takdirde, on sekiz bin franka onu geri almaya hazırım.”

Mösyö Lantin bu sefer iyice şaştı kaldı. "Ama..ama.. iyice baktınız mı? Ben şimdiye kadar onu sahte sanıyordum.” diye kekeledi.

Bunun üzerine, “Adınız nedir beyefendi?” diye sordu kuyumcu.

“Adım Lantin... İçişleri Bakanlığında çalışıyorum. Rue des Martyrs on altı numarada oturuyorum.”

Kayıtlarına bakan kuyumcu, kolyeyle ilgili kaydı bularak, “Bu kolye, 20 Temmuz 1876 tarihinde, Madam Lantin'in adresi olan Rue des Martyrs on altı numaralı eve teslim edilmiş.” dedi.

Şaşkınlıktan nutku tutulmuş olan dul adam ve bir hırsızın kokusunu almış olan kuyumcu bir süre birbirlerini süzdüler. Sessizliği bozan kuyumcu oldu.

“Acaba bu kolyeyi yirmi dört saatliğine burada bırakabilir misiniz?" dedi. “Size karşılığında makbuz veririm.” “Elbette, bırakırım.” dedi Mösyö Lantin çabucak. Sonra da aldığı makbuzu cebine koyup dükkândan çıktı.

Lantin zihni karman çorman, sokaklarda amaçsızca dolaştı durdu. Mantık yürütmeye, olanları anlamaya çalışıyordu. Karısının böyle pahalı bir takıyı almaya parası yetmezdi. (…)

Korkunç bir şüphe doğmuştu içinde. Acaba o? Diğer mücevherler de birer armağandı öyleyse! (…)

Ertesi sabah güneşin ışıklarıyla uyandı ve işe gitmek üzere yavaş yavaş giyinmeye başladı. Fakat yaşadığı şokların ardından işe gitmek çok zor geldi ona. Şefine bir mektup yazıp mazeret bildirdi. Sonra da yine o kuyumcuya gitmesi gerektiği geldi aklına.

(…)

Çok geçmeden Rue de la Paix'e varmış, kuyumcunun tam karşısına geçmişti. On sekiz bin frank! Yirmi kez içeriye girmeye karar verdi ama utancından bir türlü giremedi. Ama açtı, hatta çok açtı ve cebinde tek metelik yoktu. Ani bir kararlılıkla, kendisine daha fazla düşünecek zaman vermemek için hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçip dükkâna girdi.

Dükkân sahibi derhal onu karşılayıp kibarca ona yer gösterdi; adamın yardımcıları ona manalı bakışlar attılar. “Sordum soruşturdum Mösyö Lantin,” dedi kuyumcu. “Eğer kolyeyi satmaya hâlâ kararlıysanız teklif ettiğim bedeli ödemeye hazırım.”

“Evet, eminim beyefendi.” dedi Mösyö Lantin kekeleyerek.

Bunun üzerine mal sahibi çekmeceden on sekiz büyük banknot çıkardı, tek tek saydı ve Mösyö Lantin'e uzattı, o da hazırlanan makbuzu imzaladı ve parayı titrek ellerle cebine koydu.

Tam dükkândan çıkacaktı ki suratında hâlâ manalı bir gülümse olan kuyumcuya döndü ve bakışlarını yere indirerek, “Şey... elimde başka mücevherler de var. Hepsi de bana aynı kişiden kaldı. Acaba onları da satın alır mıydınız?” diye sordu.

Kuyumcu eğilerek, “Elbette, beklerim beyefendi.” dedi.

(…)

Büyük elmas küpeler yirmi bin frank değerindeydi, bilezikler otuz beş bin, yüzükler on altı bin, zümrüt ve safir takı seti on dört bin, tek taşlı altın zincir kırk bin... Hepsi toplamda yüz kırk üç bin frank ediyordu.

Kuyumcu, “Demek varını yoğunu kıymetli taşlara yatıran birisi vardı hayatınızda.” dedi şakayla karışık.

Mösyö Lantin ise buna, “İnsanın parasıyla yatırım yapmasının bir yolu sadece.” diye cevap verdi ciddiyetini bozmadan.

Hemen o gün Voisin'de öğle yemeği yedi ve şişesi yirmi franklık bir şarap içti. Sonra bir araba kiraladı ve Bois'de bir tur attı. Bir nevi küçümsemeyle, çeşit çeşit arabaları izlerken içindekilere bağırmaktan kendini alamadı: “Ben de zenginim! İki yüz bin franklık bir adamım ben!”

Birden aklına müdürü geldi. Arabasıyla bürosuna giderek, neşeyle daldı içeriye: “İstifamı vermeye geldim efendim. Bana üç yüz bin frank miras kaldı.”

Eski iş arkadaşlarıyla tokalaştı, bazılarına geleceğe dair kimi projelerinden bahsetti, sonra da Café Anglais'de yemek yemeye gitti.

Hâlinden tavrından aristokrat olduğu anlaşılan bir beyefendinin yanına oturdu ve yemeklerini yedikleri sırada bu adama sır olarak, çok yakın zamanda dört yüz bin franklık bir mirasa konduğunu söyledi.

Hayatında ilk kez tiyatroda sıkılmadı ve gecenin geri kalanını neşeyle, gülüp oynayarak geçirdi.

Altı ay sonra yeniden evlendi. İkinci karısı çok iffetli bir kadındı ama asabi bir mizacı vardı. Ona çok acı çektirdi.


ARŞİV