Françoise Sagan: Hoşgeldin Hüzün

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Françoise Sagan ile devam ediyor

21 Ağustos 2025 - 13:09

Françoise Sagan (21 Haziran 1935- 24 Eylül 2004)

Françoise Sagan, 21 Haziran 1935’te Fransa’nın Cajarc kasabasında doğdu. Gerçek adı Françoise Quoirez olan yazar, edebiyat dünyasında “Sagan” soyadını Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserindeki bir karakterden ilhamla seçti.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris'te yaşamaya başladı. 1954'te henüz 18 yaşındayken ilk kitabı, "Hoş Geldin Hüzün" yayımlandı; söz konusu yapıt yazara Eleştirmenler Ödülü'nü getirdi. Büyük yankı uyandıran bu kitabını, diğer romanları izledi. 1960 yılında ise, ilk tiyatro oyunu yayımlandı.

Sagan, burjuva çevrelerini, aşkın çelişkilerini, özgürlüğü ve varoluşsal boşluğu yalın ama derinlikli bir üslupla işledi. Romanlarında sıkça melankoli, yalnızlık, cinsellik ve duygusal yabancılaşma temalarını ele aldı.

Hayatı boyunca hem bohem yaşam tarzı hem de araba tutkusu ve siyasi çıkışlarıyla dikkat çeken Sagan,  fırtınalı yaşamına rağmen 40’tan fazla roman, oyun, deneme ve senaryo kaleme aldı. Yazarın Everest Yayınları tarafından yayımlanan Hoş geldin Hüzün isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

HOŞGELDİN HÜZÜN

Bir duygu ki bu bilmiyorum nedir, verdiği iç sıkıntısı da, gönlümü tatlı tatlı sarışı da bir an bırakmıyor beni, bunaltıyor. Buna hüzün demeye dilim varmıyor bir türlü. Bir güzellik, bir ağırbaşlılık vardır hüzünde, onu hep kişiyi yüceltir diye düşündüm. Bu ise öyle kendi kendine yeten, öyle bencil bir duygu ki, sanki utanıyorum. Bilmezdim hüznü, ama içsıkıntısı, kederi bilirdim, yürek karasını da duyduğum olmuştu. Şimdi ipek kumaş gibi bir şey sarıyor beni, sinirlendiriyor, bir hoşluk veriyor, ayırıyor ötekilerden.

 On yedisinde bir kızdım o yaz, eksiksiz mutluluk içinde, “Ötekiler” dediğim, babamla metresi Elsa. Acayip görünebilir bu durum, hemen anlatayım. Kırk yaşındaydı babam, annem de on beş yıl önce ölmüştü. Babam genç bir adamdı, canlı, çok şeyler başarabilecek bir adam . . . İki yıl önce, yatılı okuldan yeni çıktığım günlerde, babamın bir kadınla yaşaması gerektiğini anlamış, doğru bulmuştum. Ancak her altı ayda bir kadın değiştirmesini o kadar çabuk kabul edememiştim! Ama babamın çekiciliği, girdiğim o yeni, kolay hayat, beni ona da alıştırdı, demek yaradılışımda da varmış buna alışmak. Hercai bir adamdı babam, iş alanında becerikliydi, her şeye merakı vardı da çabuk bıkardı, hoşlanırdı ondan kadınlar. Kolayca ısındım kendisine, bağlanıverdim, iyi adamdı, cömertti, neşeliydi, o da candan severdi beni. Ondan iyi, ondan eğlendirici bir arkadaş bulabileceğimi sanmam. O yaz başlangıcında nazikliği daha da ileri götürdü, gideceğimiz yazlığa Elsa'yı da getirirse üzülür müyüm, diye sordu bana. Hiç çekinmemesini söyledim, kadınsız duramayacağını, Elsa'nın da bizi sıkmayacağını biliyordum.(...)

Hem babam da, ben de yazlığa gideceğimiz için sevinç içindeydik; neye olmaz diyebilirdik ki ! Babam, Akdeniz kıyısında büyük, beyaz, insanlardan uzak, şirin bir köşk tutmuştu, haziran sıcakları basar basmaz kurduğumuz düşlere uygun bir yer. Bir burun üzerine kurulmuş bir köşk, deniz serilmiş önüne, çevresi çamlık, yoldan baktınız mı görülmüyor. Bir keçi yolundan iniyorsunuz, küçük, altın gibi bir koy, o koyu çeviren kula rengi kayalar arasında da sallanıp duran deniz.

(…)

İlk günler gönlümüz kamaştı sanki. Saatlerce dururduk kumsalda, ezilmişe dönerdik sıcaktan, yavaş yavaş altın gibi bir sağlık rengi geldi benzimize. Ama Elsa için öyle olmadı, o kıpkırmızı kesiliyor, dayanılmaz acılarla derisi soyuluyordu. (Syf 15-16)

Altıncı günü, ilk olarak gördüm Cyril'i. Küçük bir yelkenliye binmiş, kıyıdan gidiyordu, bizim koyun önüne gelince kayığı devriliverdi.

Yardım ettim, denizden ötesini berisini bulup topladı, gülüşerek konuştuk sonra, adının Cyril olduğunu öğrendim, hukuk öğrencisiymiş, yaz tatilini annesiyle geçiriyormuş, bizimkine yakın bir köşk tutmuşlar. Bir Latin yüzü vardı onda, yağız bir yüz, belli özü sözü bir olduğu, karşıdakini korur gibi bakıyor, hoşuma gitti o hali.

(…)

Cyril aynlırken, yelkenli nasıl yönetilir, onu öğretmeyi önerdi bana. Akşam, yemek saati döndüm eve, hep onu düşünüyordum, hemen hiç katılmadım konuşmalara, bir iki söz söyledimse işte o kadar. Babamın sinirli olduğunu da pek sezmedim doğrusu.

Sofradan kalkınca, her akşamki gibi, taraçaya çıktık, koltuklara uzandık. Püskürme yıldızdı gökyüzü.(…)

 O sırada babam hafiften öksürdü, doğruldu koltuğunda:

- Bir konuk gelecek bize, dedi.

Üzülerek kapattım gözlerimi. Dinçti başımız, elbette süremezdi bu.

Elsa pek meraklıydı konuklara, kibarlar aleminin törelerine pek bir önem verirdi :

- Kimmiş gelecek? diye sordu. Çabuk söyleyin.

- Anne Larsen, dedi babam; sonra bana döndü.

Bir baktım ben de, öyle şaşırmıştım ki bir tepki gösteremedim. Babam:

- Yeni yeni modalar düşünmekten pek yorulmuşsa, gelmesini söylemiştim kendisine, dedi.

O da . .. O da geliyormuş işte.

Hiç aklımdan geçmezdi. Anne Larsen, rahmetli annemin arkadaşlarındanmış, babamla da öyle sık sık görüşmezdi. Ama ben, iki yıl önce, okuldan çıktığım günlerde, babam ne yapacağını şaşırmış, beni ona göndermişti. Bir hafta içinde Anne Larsen beni hoşça giydirmiş, yaşamayı öğretmişti bana. Hayran olmuştum ona, ama o ne yaptı yaptı, benim o tutkunluğu andıran hayranlığıını kendisinden çekip çevresindeki delikanlılardan birine bağlamamın yolunu buldu. Böylece ben, ilk güzel giysilerim gibi ilk aşkımı da ona borçluyum; minnettar oldum kendisine. Kırk ikisini bulmuş, gene de çekici bir kadındı, çok kimseler sever arardı onu, güzel bir yüzü vardı, kibirli, yorgun, kayıtsız. Kusur olarak olsa olsa bir kayıtsızlığı gösterilebilir. Nazikti, ama sanki uzaktan bakardı insana. Her halinden belliydi iradesini de, gönül dölekliğini de yitirmez bir kadın olduğu, bu çekindirirdi karşısındakileri kırardı.  Boşanmıştı kocasından, serbestti, gene de dostu, aşığı yoktu. Doğrusu, gittiğimiz yerler, konuştuğumuz kimseler de bir değildi.

(…)

Anne Larsen'in bize konuk geleceğini öğrenince bir çeşit densizlik saydım bunu: Elsa vardı bizim yanımızda, Anne Larsen'in de büsbütün başkaydı görgü üzerine, hayat üzerine düşünceleri.

Elsa, Anne Larsen'in kibarlar alemindeki durumu üzerine bir sürü sorular sorduktan sonra yukarıya, yatmaya çıktı. Ben babamla yalnız kaldım, gidip ayaklarının önüne, basamaklara oturdum.

Eğildi, iki elini omuzlarıma dayayıp:

-Sen neden böyle süzgünsün, yavrum, dedi. Ufacık bir yaban kedisine döndün. Benim kızım sarışın  tombul bir kız olsun isterim, gözlerin de parıl panl yanmalı...

- Şimdi bunları konuşmanın sırası değil, dedim. Anne Larsen'i neden çağırdın? O neden kabul etti gelmeyi? Sen şimdi onu söyle.

-Anne Larsen nasıl mı kabul etti? Belki de senin ihtiyar babanı göresi gelmiştir, bilinmez ki!.

- Hayır, dedim, sen Anne Larsen'i ilgilendirecek kimselerden değilsin. Çok akıllıdır o, onuruna

da çok düşkündür. Ya Elsa ne olacak? Onu düşünmedin mi hiç? Anne Larsen'le Elsa'nın konuşmaları neye benzer, senin aklın alıyor mu? Benim aklım almıyor doğrusu.

- Haklısın, bunu düşünmemiştim. Gerçekten, korkunç bir şey olur onların konuşmaları ... (Syf 17-21)

Anne Larsen'in gelmesine daha en az bir hafta vardı. O son günleri gönlümce geçirmeye karar verdim. Benim için tatil bitmiş demekti artık. Köşkü iki aylığına tutmuştuk, ama Anne geldikten sonra şöyle gerçekten dinlenip eğlenemeyeceğimizi biliyordum. Anne, her şeyi bir başka türlü görür, her sözden babamın da, benim de sezmediğimiz, sezsek de aldırmadığımız anlamlar çıkarırdı. (Syf 22)

Bazı cümleler vardır ki beni büsbütün başka, daha ince bir düşünce acununa götürüverir, iyice kavrayamasam bile beni büyüleyiverir onlar. (Syf 26)

Kişi yalnız ciddi şeylere bağlı olmaz ya, birtakım sudan şeylere de bağlı olabilir. Ama Anne, düşünen bir varlık diye bakmıyordu bana. Birdenbire “Her şeyden önce onu bu görüşünden vazgeçirmeli, yanıldığını anlatmalı kendisine” diye düşündüm. Yakında bunun için bir fırsat çıkacağı, benim de o fırsatı kaçırmayacağım hiç aklıma gelmedi (Syf 45)

Başkalarını da, kendimi de daha dikkatlice inceler, sezer, anlar oluyordum. O zamana kadar ne yapsam hep kendiliğimden, içimden gelen bir itkiyle, düşünmeksizin yapardım; rahat bir bencilliğim vardı; doğuşumdan getirmiştim sanki bu güzel özellikleri, bu tasasızlığı. Hep öyle yaşamıştım. Ama o birkaç gün içinde öyle bir tuhaf olmuştum ki, düşünmeye, yaşayış biçimimi gözden geçirmeye başladım. Kendimi gözden geçirmenin bütün sıkıntılarını, çarpıntılarını çektim de, gene bir türlü barışamadım kendimle. (Syf 68)

Bir kimseye okumu dokundurduğum olurdu, ama bilmeden, kazara. Ama insanoğlu ne şaşılası bir makineymış, dilin ne büyük bir gücü varmış, birdenbire sezmiş, görmüştüm bunu . . . Ne yazık ki yalan yoluyla olmuştu bu. Bir gün ateşle, tutkuyla seveceğim birini, bir yol arayacağım ona doğru, sakına sakına, usul usul, elim titreyerek. . . (Syf 82)


ARŞİV