ERIC AMBLER ( 29 Haziran 1909 - 22 Ekim 1998)
Eric Ambler 1909 yılında Londra’da doğdu. 1924-1927 yılları arası Londra Üniversitesi’nde mühendislik bölümünde okudu. Daha sonra reklamcılık alanında çalıştı. Bu işinden ayrıldıktan sonra Paris’e taşındı ve kendini yazmaya adadı. 1938 yılında senaryo danışmanlığı yaptı. İkinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak orduya katıldı ve bir süre sonra savaş fotoğrafçılığı birimine kaydırıldı. Savaş zamanında İtalya’da hizmet vererek İngiliz Savaş Bürosu’nda sinematografi biriminde yönetmen yardımcılığı yaptı. Savaştan sonra Ambler, senaryo yazarlığına geri döndü. 1936 ile 1940 yılları arasında klasik anlamda altı gerilim romanı yazdı. The Light of Day, Korkuya Yolculuk ve Dimitrios’un Maskesi adlı romanları sinemaya uyarlandı. 1940-1951 yılları arasında gerilim romanı yazmaya ara verdi. Bu uzun sessizlik döneminden sonra Eliot Reed takma adıyla bir dizi roman yazdı. 1969’da İsviçre’ye yerleşti ve 16 yıl sonra İngiltere’ye geri döndü. Here Lies adlı anı kitabı 1981 yılında yayımlandı. İki kez evlendi. 1959, 1962, 1967 ve 1972 yıllarında kendisine British Crime Writers Association tarafından Altın Dagger Ödülü ve 1986 yılında da Elmas Dagger Ödülü verildi. 1964’te The Light of Day adlı kitabıyla Edgar Award of The Mystery Writers of America’yı aldı ve 1975 yılında aynı kuruluş tarafından kendisine Grand Master (Büyük Usta) unvanı verildi. İsveç ve Fransa’da da edebiyat ödülleri almış olan Ambler, 1981’de İngiliz Kraliyet Nişanı’na layık görüldü. 22 Ekim 1998 tarihinde Londra’da öldü.
BİR TÜR ÖFKE
Haftalık Amerikan haber dergisi, World Reporter cuma gecesi saat on birde baskıya girer. Genellikle, o akşam, tashihçiler ve son okumayı yapanlar dışında kimseye pek bir iş kalmaz ama New York’taki yazı işleri bürolarında hava hâlâ gergindir.
Bu anlaşılabilir bir durum. Günlük bir gazete ancak birkaç saatlik bir yükümlülük üstlenmiştir dolayısıyla hatalarını oldukça çabuk düzeltebilir ya da örtebilir. Ama World Reporter gibi yargılarında açık sözlü ve ileriyi gören bir dergi, olaylar karşısında şaşkına dönerse birkaç gün boyunca budala durumuna düşebilir. Örneğin derginin cuma günü “Asya’nın yeni güçlü adamı” olarak selamladığı Güneydoğu Asyalı bir general, derginin bayilere ulaştığı pazartesi günü silahsız bir öğrenci güruhuna uslu uslu teslim olup da asıldığı şu acıklı hafta. Çok şükür, bu tür aksilikler ender görülür. Editörler becerikli insanlardır ve temkinli oldukları kadar bilgilidirler de. Mümkün olan her tedbir alınır. Belli başlı haber ajansları sürekli izlenir. Derginin dünyanın on iki farklı saat kuşağındaki dış haberler servislerini dolduran elemanlar görev başında, yerel haber servislerini ve radyo yayınlarını takip ederler. Ana yazı işleri büroları özel bağlantı hatları ve teleks ağlarıyla Philadelphia ve Chicago’daki matbaalara bağlıdır. Elektronik dizgi makineleri kurulmuştur. Son ana kadar haberlerin eğilimi değiştirilebilir, saldırılar geri çekilebilir ya da sırt sıvazlamaya dönüştürülebilir, tahminler sınırlandırılabilir ve zevahir kurtarılabilir. Gerilim varsa, sakin ve sessiz bir güven de vardır.
En azından New York’ta var. Dış haberler bürolarında zaman sınırı olan cuma gecesinden önceki sabahlamaya eldeki işle hiçbir ilgisi olmayan, kemirgen bir kaygı eşlik eder. Bu kaygı, genel yayın yönetmeni Mr. Cust’tan kaynaklanır.
Normal bir cuma akşamı, New York’ta, saat dokuza kadar üst düzey editörlerin çoğu, son sayıda çıkardıkları işten ve kendilerinden artık yeterince emin olabilecek duruma gelmişlerdir ki, World Reporter binasının giriş katındaki lokantaya gidip akşam yemeklerini yerler. Ancak Mr. Cust’a gelince durum farklıdır. Olağanüstü acil bir durum çıkmadığı takdirde bir sonraki sayıya yönelik, pazartesi öğleden sonraki editörler toplantısına kadar yapacağı bir iş, vereceği bir karar kalmamıştır. Derginin en büyük ortağı ve genel yayın yönetmeni olarak, hesap vereceği kimse yoktur. İlgili herkesi memnun edecek şekilde, binanın çatı katındaki dairesine gidip akşam yemeği ve briç partisinde karısı ile konuklarına katılabilir. Bunu bilir, bunun arzulanan bir durum olduğunu ve kendisinin bunu yapabileceğini bilir ama yine de yapmak ağırına gider. O yüzden de çatı dairesine gideceğine, bürosunda kalıp tütsülenmiş somonlu sandviç ve beyaz şarap ısmarlar. Sonra, özel bir dosya ve uluslararası bağlantıyı sağlayan bir santral memurunun olanca dikkati sayesinde, dış haberler bürosunu çileden çıkararak kendini beğenmişliğini beslemeye girişir.
(…)
Bu telefon şubat ayının soğuk bir cumartesi sabahı Fransız saatiyle 3:15’te Paris bürosu şefi Sy Logan’a geldi. Telefon geldiğinde ben de ofisteydim.
(…)
“... iyidir patron, teşekkürler” diyordu Sy Logan.
“Harika. Şimdi, Sy, şu geçen ayın Arbil meselesini ve bu konuda ne yapmamız gerektiğini düşünüyordum da.”
Bir sessizlik oldu; sonra tam Sy cevap vermek için ağzını açmak üzereydi ki Mr. Cust devam etti. “Henüz o bikinili kızı bulamadılar, değil mi?”
“Hayır, patron.”
“Tanrım!” Yumuşak bir biçimde söylenmiş olmasına rağmen sesin tonu durumla ilgili kaygı ifade etmekten öte anlamlar taşıyordu; her nasılsa, hatanın bizzat Sy’da olduğunu ima etmeyi başarıyordu. “Bu konuda ne yapıyoruz, Sy?”
“Şey, patron...”
(…)
“Sadece şunu söyleyeyim, C.I.A. bu işle çok çok ilgili.” Başka bir olağan manevra. “Ve biz de ilgilenmeliyiz. Bence sokağa çıkıp bu kızı bulmalı ve bizim yerimize bir başkası yapmadan kızın hikâyesini almalıyız.”
Sy boğazını temizledi. “Kusura bakma patron, pek anlamadım. ‘Bulmalıyız’ derken, şeyi mi kastediyorsunuz?...”
“Ne dedimse onu kastediyorum – bulmayı kastediyorum. Kızı bulmazsan hikâyeyi de alamazsın, öyle değil mi?” Artık sesinde biraz sabırsızlık seziliyordu.
Bütün bunlar benim için oldukça anlamsızdı. Arbil olayı patlak verdiğinde Portekiz’de, sürgündeki kraliyet ailesiyle görüşmeler yapıyordum. Anladığıma göre, Arbil adlı biri İsviçre’de öldürülmüştü ve polis cinayete tanıklık etmiş, bikinili bir kadını arıyordu.
Sy bir sigara almaya çalışıyordu. Sigarayı yakmak için duraladı, sonra dikkatle cevap verdi: “Size katılıyorum, patron. Kızı bulabilirsek, gerçekten de bir haber yakalamış oluruz.”
“Güzel. Şimdi, bu işe kimi göndereceksin?”
Sy sigarasını bir kere daha söndürdü. “Yani, açıkçası patron, kimseyi göndermemek en iyisi.” Hattın diğer yanında ölüm sessizliği vardı.(…)
“Patron, anlatmaya çalıştığım şu: Vaktimizi boşa harcamış oluruz. Büyük haber ajanslarının hepsi olay üzerinde çalışacak ekiplerini gönderdiler zaten ve hepsi de vazgeçmek zorunda kaldı. Polise gelince, onların tutumu hiçbir şeyi değiştirmez. Eğer gerçekten de kızı bulmaya çalıştılar ve başaramadılarsa, bizim için ümit yok demektir. Eğer kızın nerede olduğunu biliyorlar ve savsaklıyorlarsa, yine ümit yok demektir.”
“Nereye bakacağınızı söylesem bile mi?” Bunu söylerken pis pis sırıttığını neredeyse görebiliyordu insan.
Bu Sy’ı afallattı ama çabuk toparlandı. “Bu C.I.A. bilgisi mi, patron, yoksa kaynağı açıklayamıyor musunuz?” “Tam üstüne bastın, açıklayamam. En azından telefonda. Gereken bütün bilgiyi yarın Çanta’da bulacaksın. Şimdi, işe kimi yollayacaksın? Şu senin Alman psikopat neyle meşgul şu anda?”
Sy ahizeyi sağ elinden sol eline aldı. “Bu tanım pek tanıdık gelmedi, patron” dedi bir saniye sonra. “Nasıl hatırlamazsın, yahu! Şu homo gece kulübü hakkındaki iğrenç haberi yapan herif. Pete bir şey...” Sy bitkin bir suratla bana baktı.
“Piet Maas’ı kastediyorsanız, kendiniz sorabilirsiniz, patron. Paralelden konuşmamızı dinliyor.” “Üstelik Hollandalıyım, Alman değil” dedim.
“Özür dilerim, tabii, Hollandalı.” Ancak “psikopat” sözcüğünü geri almadı. Sözcük, hâlâ geçerliydi. “Yani, şimdi...”
“Hemen söyleyeyim, Mr. Cust, dedektiflik oyununda işinize yaramam” dedim.
(…)
Sy bir kere daha şansını denedi. “Patron, eğer bu ipucu, dediğiniz kadar tazeyse, bence Bob Parsons’u Roma’dan çekmem ya da belki haberi benim kovalamam gerekir. Ne de olsa, Piet Maas aslında araştırmacı, üstelik...”
“Bu iş için sana gereken tam da bu, Sy; bir araştırmacı.” Artık sesinde kesinlik vardı. “Pete o uzun saçlarını gözünün üstünden çek, kıçını kaldırıp şu bikinili kızı bul. Sy, sen de göz kulak ol ona, kızı çabuk bulsun. Tamam mı?”
Sy bir şeyler mırıldandı ve konuşma sona erdi. Sy kayıt cihazını kapattı ve karşıya, bana baktı.
Sy, saçları kırlaşmakta olan, kırklarının ortasında bir adam; ince, uzun bir başı, karamsar bakışları var. Tıraş losyonu kokar. Ben ondan hoşlanmazdım, o da benden. Daha önce hiç günlük gazete işi yapmamıştım. Aklındaki profesyonel gazeteci tipi ben değildim. Savaş yıllarında İngiltere’de eğitim almıştım ve bu büroda çalışırken Amerikan kullanımlarını biraz öğrenmiş olsam da İngilizceyi İngiliz aksanıyla konuşuyordum. Bir de tabii geçmişim söz konusuydu. Sy, bu geçmiş yokmuş gibi davranmaya çalışıyordu ama yine de bu onu huzursuz ediyordu.
Bir dakika sonra omuzlarını silkti. “Kusura bakma Piet, elimden geleni yaptım. Onu vazgeçirmek için konuşmaya devam edebilirdim ama hiçbir faydası olmazdı.”
Bu konuda haklıydı.
Daha önceki büro şefi Hank Weston beni araştırmacı olarak işe aldığında Sy onun yardımcısıydı. Hank sırf bana iyilik olsun diye yapmıştı bunu. O zamanlar fena halde işe ihtiyacım vardı ve ayak işlerini yapmamı teklif etseydi, onu bile kabul ederdim.
(…)
“Kabul etmezsem ne olur?” diye sordum.
“Bunu yaparsan, açığa alınırsın Piet ve maaşın kesilir. Yine de sözleşmen bitinceye kadar başka bir dergide çalışamazsın. Beş aylık ücretsiz izne çıkmak istiyorsan, olur tabii.”
Beş ay değil beş hafta bile maaşsız yaşayamazdım. Bunu Sy da biliyordu.
“Kusura bakma Piet,” dedi bir kez daha; “tabii ki sana elimden geldiğince yardım edeceğim.”
Tabii ki. Başarısızlığım, bir ölçüde büronun itibarını da düşürürdü. Üstelik, başarmamı sağlaması tembih edilmişti Sy’a. Muhtemelen o da terbiye ediliyor olabilirdi; belki de New York’u benimle ilgili olarak önceden uyarmadıkları için. Benim eksikliklerim yüzünden işinden olmazdı ama isminin yanına kara bir leke konabilirdi. (Syf 5-13)