Ercüment Ekrem Talû: Şevketmeap

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Ercüment Ekrem Talû ile devam ediyor.

30 Aralık 2022 - 10:27

ERCÜMENT EKREM TALÛ (1886- 16 Aralık 1956)

Asıl adı Ahmet Kemal Ercüment olan yazar, Recaizade Mahmut Ekrem ve Ayşe Güzide Hanım’ın çocuğudur. Galatasaray Lisesi’nden 1905’te mezun olan Ercüment Ekrem Talȗ üniversite eğitimi için önce Dȃrulfünun Hukuk şubesinde, ardından Paris’e giderek Siyasal Bilgiler Okulu’nda eğitim gördü. Farsça, Fransızca, İngilizce, Latince, İtalyanca, Yunanca, Almanca, İspanyolca, Lehçe bilen Ercüment Ekrem Talu, Paris’ten Türkiye’ye döndüğünde Düyȗn-ı Umȗmiyye’de memur olarak çalışmaya başladı. 1908 yılında Meclis-i A’yȃn’da mütercimlik yapmaya başlayan yazar, Hariciye Nezȃreti matbuat müdürlüğü, Edirne vilȃyeti mektupçuluğu ve Hariciye Nezȃreti müsteşar muavinliği görevleri yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Okulu, Ankara Hukuk Fakültesi ve Gazi Terbiye Enstitüsünde Fransızca öğretmenliği Galatasaray ve Notre Dam de Sion Liselerinde de edebiyat öğretmeni olarak görev aldı ve 1950 yılında emekli oldu.

Cumhuriyet dönemi, Türk mizah edebiyatının temsilcilerinden biri olan Ercüment Ekrem Talȗ yazı hayatına 1904 yılında Çocuklara Mahsus Gazete’de yazdığı yazı ile başladı. İkdam, Tercüman-ı Hakikat, Resimli Kitap, Ümmet, Donanma, İnci, Diken, Güleryüz, Akbaba ve Alay gibi birçok gazete ve dergide çeşitli türlerde yazılar yazdı. Mizahi anlamda ilk şöhretini 1920 yılında İleri gazetesinde yayımladığı Evliya Çelebi’nin üslubunu taklit ederek yazdığı fıkralar sayesinde kazandı. Devrin İstanbul’unu mizahi bir dille ele aldığı bu eserler büyük bir ilgi gördü. Bu dönemde mizah çalışmalarının yanı sıra birçok makale, dokuz roman ve dört hikâye kitabı yazdı. Mizah anlayışıyla harmanladığı eserlerinde orta sınıf ve fakir halk tabakalarından seçtiği ilgi çekici kişilerin yaşamlarını güçlü bir realizmle anlattı. 

Ercüment Ekrem Talû’nun haftalık Resimli Gazete’nin 5 Temmuz 1924 tarihli 44. sayısı ile başlayıp 18 Ekim 1924 tarihli 59. sayısına kadar tefrika edilen Şevketmeap isimli romanı Küy Yayınları tarafından sadeleştirilerek yayımlandı. Şevketmeap romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

ŞEVKETMEAP

Akşamın soluk örtüsü Boğaz’ın karşı sahilindeki ağaçlı yamaçların üzerine yavaş yavaş indi. Dağlar morardı, yeşil renkler koyulaştı, incecik iki bulut birbirini kovalayarak yüksek bir tepenin arkasında kayboldu.

Bütün gün çarşaf gibi hareketsiz duran denizin yüzeyi hafif ürperdi, her yere hüzün çöktü. Bahçelerde yarasalar çılgınca uçuşmaya başladılar…

O sıcak günün yakıcılığından bunalıp kendisini öğleden sonra saray bahçesinin koyu gölgelikleri altına atmış olan Şevketmeap (Yüce padişah) uzandığı şezlong üzerinden kalkıp beyaz mermer merdivenlere doğru yürüdü.

(…)

İri kemikli, zayıf parmaklarının arasından yere doğru sarkan altın kamçılı kehribar tespihini aheste ve tekdüze bir hareketle çeke çeke merdivenleri çıktı. Yerlere kadar eğilip temenna eden ihtiyar kapıcının önünden geçerek sarayına girdi. Geniş giriş karanlıktı. Karşılıklı ocakların üzerinde, büyük gümüş şamdanlar içerisinde yanan uzun ispermeçet mumlarının isli titrek ışığı o kocaman sofanın yoğun karanlığına hiç tesir etmiyordu.

Şevketmeap tüylü yol halısının üzerinden yürüyerek burasını baştan başa katetti. Üst kata çıkan merdivenin camlı kapısının önüne gelince durdu. Bahçeden beri kendisini bir gölge gibi sessiz sessiz takip eden zenci musahip Beşir Ağa’ya döndü. Heybetli olmak isteyen yorgun sesiyle:

  • Git Dilfeza’ya söyle, gelsin beni bulsun. Ben sarı odaya gidiyorum, dedi.
  • Peki efendimiz.

Cevabı, uzun ve zayıf boynunun riyakar kavisinde kaybolan Arap (Osmanlı’da siyah kölelere Arap deniyordu), velinimetinin arkasından üçüncü temennayı da çaktıktan sonra seri adımlarla alt kat avlusundan geçerek haremi selamlıktan ayıran mabeyn kapısının önünde durdu ve setresinin arka cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. Bir iki defa öksürerek gelişini haber verdi.

Girdiği mermer zeminli dar koridora bakan bazı odaların kapıları aralık duruyordu. Bir tanesinden içeriye başını uzattı, baktı. Kendisi gibi bir Arap, yüzü eskimiş, yıpranmış bir sedirin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Pencerenin içinde yanan küçük bir idare lambası ve yerde duran bir sac mangalla bu köhne sedir, odanın bütün eşyasıydı. Rutubetten küflenmiş duvarların yegane süsü ile tozlu, camı kırık siyah bir çerçeve içerisinde Sivastopol Savaşı’nı tasvir eden taş basması bir resimden ibaretti.

Kapı yoldaşının içeriye baktığını gören Arap başını ona doğru çevirdi. Lakayt bir tavırla sordu:

  • Padişah Hazretli döndüler mi?

Öteki cevap verdi:

  • Oldu. Efendimiz  yukarıda. Sarı odaya teşrif etti. Dilfeza’yı istiyor. Sen git de gönder, kuzum Mesut Ağa. Ben yorgunum, şurada bir parça ayağımı uzatayım.
  • Eyvallah, şimdi gider gelirim.

Oturduğu yerden kalktı. Çözük düğmelerini ilikledi, kıpkırmızı fesini kıvırcık saçları üstünde düzeltti, galoşlarını sürüye sürüye çıktı gitti.

Beşir Ağa, taşların üzerinde ayak seslerini duymaz olunca başını açtı, mendiliyle siyah parlak alnından akan iri ter tanelerini sildi, ta canı gönülden uzun bir “Oof  Hakk!” çekti. İdarenin baygın ışığında gözlerinin fıldır fıldır dönen akı hafif dumanlandı, yine kendi kendine söylendi: “Ah, yarabbim! Beşir kulunun canını al da kurtulsun.”

Beşir Ağa bu temennisinde şüphesiz ki samimiydi. Biçare vücuduyla beraber erkeklik haysiyetini de yaralayan feci ve vahşi bir ameliyatın ardından daha çocukken ayrıldığı vatanında çıkıp da Hicaz Valisi’nin Padişah’a bir peşkeşi olarak bu saraya girdi gireli hep birbirine benzeyerek geçen manası, tatsız, zevksiz günleri saymaya imkan bulamadığı, hem de buna lüzum görmediği için yaşını dahi bilmeyen bu Habeş evladı cidden canından bezmişti.

O, şimdi ihtiyarladıkça, damarlarında kanın soğuduğunu duydukça ömrünün heder olduğunu hissediyor, gönlünde, kendisini bu hale koyanlara karşı korkunç bir kinin ateşi parlıyordu.

Hele buraya kapılandığından beri daima serbestçe girip çıktığı harem son zamanlarda ona sevimsiz, âdeta iğrenç görünmeye başlamıştı. Bazen, bilhassa senenin bazı mevsimlerinde, mesela ilkbaharın ılık günlerinde; geniş ve loş odalarda, mermer havzalı taşlıklarda ikişer üçer, yarı çıplak, kol kola gezen gülen, oynayan, etli canlı, kanlı, genç saraylıların manzarası karşısında kendi hiçliğini, biçareliğini büsbütün anlıyor, o vakit sakat vücudunu usandırıcı bir humma kaplıyordu.

Kadınların, kızların hepsine düşman gözüyle bakıyordu; zengin, kibar mağazaların camekanındaki pahalı oyuncaklara fakir çocukların baktıkları gibi. Bu güzel oyuncaklara asla el süremeyeceğini anladığı için, onlara sahip olabilecek bahtiyarlara değil bizzat oyuncaklara düşmanlık ediyordu.

İçlerinde yalnızca bir tanesini bu genel öfkeden istisna tutmuştu. Belki onda, sakatlığına karşı, diğerlerindeki alaycı kayıtsızlığın aksine biraz merhamet sezmişti.

Dilfeza! Vahşi fakat hassas, ceylan gibi, bülbül gibi, güzel, şuh bir Abaza kızıydı. Beş sene evvel, on- on bir yaşındayken saraya getirildiğinde, herkes onun saf ve masum çehresinde yakın bir gelecekte doğacak ikbal yıldızının emarelerini görmüştü. Güzelliği, güzelliğin her çeşidini görmüş olan harem ahalisi için fevkalade bir şey değildi. Fakat ondaki incelik, asalet, cazibe; hele koyu mavi gözlerindeki samimiyet ilk görünüşünde herkesi büyülüyordu. Uzun, kıvırcık, sarı kirpikleriyle çerçevelenmiş bu güzel gözlerin içinde sanki anayurdunun karlı ufuklarıyla beraber sonraki yurdu olan Sapanca’nın mavi gölünün yansımaları yaşıyordu.

Senelerden beri bu sarayın bir kapısından girip Şevketmeap’ın koynundan geçerek öteki kapısından çıkan ya da nadiren olsa içeride kalıp sayısız odalardan birinde hasetle, hüsranla, hayal kırıklığıyla ömrünün sonunu bekleyen yüzlerce kadın arasında Beşir Ağa yalnız ve yalnız Dilfeza’ya kayıtsız kalamamıştı.

Onu seviyordu, fakat nasıl seviyordu? Niçin seviyordu? Bunu kendi de izah edemezdi, çünkü bilmiyordu. Aşk ancak kavuşmayla tamamlanan bir tabiat şaheseridir. Zavallı Beşir Ağa, bu şaheserin yalnız başlangıcını yaşıyor ve sonundan habersiz bulunuyordu. Yalnızca kıskanmayı biliyordu.

(…)

Beşir Ağa gün gelip de Dilfeza’nın başka birisinin hırs ve şehvetini tatmine alet olacağını bilmiyor değildi. Fakat bu hakikati, bir ihtimal şeklinde bile olsa, hatır ve hayaline getirse bile bunu uzun uzadıya düşünmek, bunun feciliği üzerine kafa yormak istemiyordu

Böyleyken, işte bu akşam korktuğuna uğramış; velinimeti, efendisi, Padişah Hazretleri, uyuşmuş gönlünü canlandırmak, çoktan beridir lezzetini unuttuğu hayatın zevklerinden birazcık tatmak için biçare Arap’ın “ideal”ine el uzatıp saldırıyordu.

Beşir içinde bir şeyin acıyarak koptuğunu, beynine kan hücum ettiğini hissetti. Şakaklarından soğuk terler akmaya başladı. Gözlerinden fırlayan iki damla yaş, yanaklarından çenesine, çenesinden siyah setresinin yakasına yuvarlandı. 

Biraz sonra Mesut Ağa yol gösterme vazifesini yerine getirmiş olarak geldi. Yarı karanlık içerisinde arkadaşının yüzündeki, halindeki, tavrındaki üzüntü ve sıkıntı belirtilerini sezmedi.

Minderin öbür ucuna yerleştikten sonra, karşısındakinin dudaklarında titreyip bir türlü çıkamayan sorguyu beklemeden söze başladı:

  • Zamane kızlarında edep erkan kalmamış. Yerin dibine geçtim, dedi.

Bu belli belirsiz cümle Dilfeza ile Şevketmeap’ın arasında bir hadise meydana geldiğini gösteriyordu. Beşir buna dair bilgi isteyip de sesinin titremesiyle genç kıza karşı gizli eğilimini de ele vermekten korktu ve dinledi. Meğer bu temkinliliğinde ve bekleyişinde haklıymış. Mesut cebinden çıkardığı kocaman gümüş kutudan bir sigara sarıp yaktıktan sonra devam etti:

  • Kabahat içeride; hazinedarlarda, baş kalfada, doğrusunu istersen kadın efendilerde bile var. Kimsede büyük saygısı, korkusu kalmamış. O Dilfeza olacak kaltak başının keliyle geldi, adam oldu. Yarın öbürsü gün halveti-i hasa girecek. Şevketli Efendimiz’in gözdesi; varsa yoksa o, hep o. Piç kurusu da yine öyleyken bir naz bir naz ki alimallah kafasını gözünü şöyle iyicene patlatasım geldi. “Kız! Efendimiz, küçük sarı odada seni bekliyor, haydi,” dedim de yok hastaymış, başı ağrıyormuş, gidemezmiş… Hay başı kopsun! İnsanı koskoca Osmanlı devletinin padişahı lütfedip çağırır da gidemem olur mu? Hey gidi zamane hey!
  • Bu söz selinin içinden ancak Dilfeza’nın Padişah’ın arzusuna boyun eğmek için can atmadığını memnuniyetle kaydedebilen Beşir, fazladan bir şeyler öğrenmek maksadıyla sordu:
  • E, sonra ne oldu?
  • Ne olacak? Gözlerimi diktim, şöyle bir baktım… Kuzu gibi gitti. Şimdi beraber oturuyorlar. Ben bırakıp geldim. Efendimiz Kilerci Usta’yı istediydi, onu yolladım.

(Syf 25-31)

(…)

Tabiatın kanunlarından biridir: Aşk hazırlık istemez, kimse kimseyi zorla sevmez. Birbirine yabancı iki ruh birbirini sevmek için ne kadar temas etseler boşunadır. Aşk yıldırım gibi, facia gibi anidir.

Birdenbire yakar, birdenbire vurur. Onun ölümü de doğuşu gibi anidir ve bir insandan azar azar soğumak mümkün değildir. Zira sevginin de nefretin de derecesi olmaz. Gerisi hep yalan ve riyadır.

İşte Dilfeza da bu değişmez kural gereği Nazif Bey’i şiddetle ve körü körüne sevmişti. Artık fazla düşünmedi. İşaret edilen koltuğu yatağın ayakucuna getirip oturdu.

 

(Syf 89-90)


ARŞİV