Cihat Burak: Gemi Aslanı

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Cihat Burak ile devam ediyor.

26 Ocak 2024 - 10:53

CİHAT BURAK (8 Ağustos 1915-4 Mart 1994)

Öykücü, mimar ve ressam Cihat Burak , İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nü bitirdi (1943). Tekel Genel Müdürlüğü ve Bayındırlık Bakanlığı'nda mimar olarak görev yaptı. 1952'de Birleşmiş Milletler bursuyla Paris'e gitti. 1955'te Türkiye'ye döndü ve yine Bayındırlık Bakanlığı'nda çalıştı. İlk kişisel sergisini 1957'de, Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtı; Fransa'da yaptığı resimlerini de sergilediği bu sergiden sonra Fransa, Almanya gibi ülkelerde sergiler gerçekleştirdi. Gaziantep Hükümet Konağı, İzmit Adliyesi, Ankara Banknot Matbaası, Rize Adliyesi, Beşiktaş Şair Nedim İlkokulu gibi yapıların projelerini çizdi. 1961'de yeniden Paris'e gönderildi. 1964’te hem Utrillo Ödülü'nde mansiyon aldı hem de “Deniz Muharebesi / Hayal Donanma” adlı resmi Musée d'Art Moderne'deki uluslararası sergide bronz madalyaya değer görüldü. 1965'te bakanlıktaki görevinden ayrılarak Türkiye'ye döndü, resim ve mimarlık çalışmalarını sürdürdü. 1991'de Garanti Bankası Beyoğlu Sanat Galerisi'ndeki son sergisine kadar, yirmi üçü kişisel sergi olmak üzere, toplam yetmiş sekiz sergiye katıldı. 1967 Türkiye Çağdaş Ressamlar Birliği Birincilik Ödülü, 1973 Devlet Resim ve Heykel Sergisi Başarı Ödülü, 1982 Sedat Simavi Vakfı Resim Ödülü'nün aldı.

Cihat Burak'ın 1940-1976 yılları arasında yayımladığı öyküleri bir araya getiren ilk kitabı Cardonlar 1981'de yayımlandı. Sağlığında yayımladığı ikinci ve son kitabı olan, 1960-1992 yılları arasında kaleme aldığı öyküleri bir araya getiren Yakutiler (1992), Yunus Nadi Yayımlanmamış Öykü Ödülü'ne değer görüldü. Bazı öyküleri de Zenci Kalınız! adıyla, 2004 yılında, yazarın ölümünün ardından kitaplaştırıldı.

Cihat Burak’ın Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Cardonlar” isimli kitabından “Gemi Aslanı” öyküsünü paylaşıyoruz.

GEMİ ASLANI

Toplantıda söyliyeceklerini düşünerek abdesini ediyordu. En sevdiği yer aptesaneydi zâten; orada âdeta kendi kendini bulur, düşünceleri ile başbaşa kalırdı. Herkeste Batı müziğini sevdiği kanısını uyandırmıştı ama işin aslına bakılırsa en beyendiği müzik, kahvesini, gazetesini alıp aptesanesine çekildiği zaman, iyi ahçıların elinden çıkmış dünya nimetlerinin gövdesinde geçirdikleri olaylardan sonra vücudunun nihayetini terk ederken çıkardıkları sesti...

Gemi Aslanı hayata her gemi aslanı gibi başladı; amcalar, teyzeler, dayıların sevgisi ortasında limonluklarda yetiştirilen turfanda sebzeler gibi büyütüldü; küçük yaşından beri zekâsına herkesi hayran bırakmıştı. Babasıyla amcası onu mektebe yazdırmıya götürdükleri gün, sınıfta ön sıradaki yerini gözleriyle görmeden ayrılmadılar. Kadife pantalon, sadakor gömlekli, omzuna kadar düşen saçları bukleli yavru bütün hocaların gözdesi oluverdi. Kısa zamanda zekâsının belirtilerini göstermekte gecikmedi... Hoca “maymunla ceviz” manzumesini ezber vazifesi vermişti. Baba, ana, bütün ev halkı ailenin direği olacak bu fideyi en iyi şekilde yetiştirmek için yarışa girdiler. Onun herkesten başka okuması lâzımdı. Akşam yemekten sonra kahveler içilirken prova yapıldı. Manzumedeki maymunun bütün sevimliliğini üstüne toplamış yavruya belki de bütün ömrünce oynıyacağı rol ezberlettirilircesine her tilciğin hakkını vererek söylemesi öğretildi; içine arı konmuş bir fındık bir maymuna veriliyor, fındığı ısıran maymunun arı dilini sokuyor, sonra bir kere daha kendisine fındık verilen maymun evvela kulağına götürüp dinledikten sonra parmağı ile gözünün altını çekip, “pış” yapıp fındığı atıyor. İşte manzumenin tam burasında Gemi Aslanı halasının gizlice verdiği bir fındığı cebinden çıkardı, kulağına götürüp dinledi, küçücük parmağıyla gözünün altını çekip “pış”ını dedi, büyük bir ciddiyetle salonun köşesine fındığı fırlatıp attı. Atar atmaz da bir alkış gürültüsü fırtına gibi patladı “Ah evlâdım, şuna bakın ayol, maşallah, büyük adam olur işallah,” sesleri arasında kucaktan kucağa aktarılıp öpüldü, sevildi; misafir hanımlar tarafından bir hayli mıncıklandıktan sonra sütü içirilip yatağına yatırıldı... Ertesi gün sınıfta ezbere kalkma sırası kendine geldiği zaman fındığını avucunda sıkı sıkı tutuyordu. Tam sırasında kulağına tuttu, tavana bakarak bir kez dinledi, sonra gözünün altını çekip “pış”ını yapıp, fırlatıp attı; bir on alıp yerine oturdu.

Öğle yemeklerini dadısı mektebe getiriyordu, yiyemediği tatlıları, yağlı çöreklerden bir kısmını fakir arkadaşlarına verdiği olurdu; etrafında âdeta bir küçük kalabalık toplanmıştı. Gemi Aslanı böylece büyüdü; büyüdükçe tosunlaştı, tosunlaştıkça kendine olan güveni arttı; kendisine güveni arttıkça bilgisinin yeterliğine, daha fazla öğrenip kafasını yormanın gereksizliğine inandı. Her işin üstesinden gelmeyi öğrenmişti, fındık olayını hayatının düsturu yapmıştı, en kritik zamanlarda cebinden çıkarıp zamanında kullanacağı birkaç fındığı bulunurdu hep. Arkadaşlarından çoğu, kimi parasızlık, kimi tenbellikleri yüzünden mektebi tamamlıyamadılar ama sınıfının belki de en az parlak talebesi olan Gemi Aslanı liseyi, hatta üniversiteyi bitirdi; üstüne üstelik tanıdıklarından birine yamanarak devlet hesabına Avrupa'ya gitmeyi bile becerdi... Gemi Aslanı oralarda bir hayli gezip dolaştıktan, eline bir de “Bon pour I'Orient” diploması da geçirdikten sonra memlekete döndü. Kendisini yakından tanıyanlar onun oralarda daha ziyade şapkasının dolaştığını, kafasına gelince bu ilim ve san'at diyarlarındaki cevelanlara o altın kaplı başın pek katılmadığını anlamakta gecikmediler.

Gemi Aslanı girdiği işte kendisine bir “muhit” yapmış, bakanlığın girdisini çıktısını hemen öğrenmişti. El emeği, göz nuru, kafa patlatmakla ilerlenemiyeceğini o derin kuşaklardan kuşaklara aktarılarak keskinleşmiş tecrübesi ile biliyordu; onun için o taraflara hiç heves etmedi...

İlk önce tayinini İstanbul'a yaptırıp ikamet yevmiyesini Ankara'da işinden aldığı paraya ilâve ettirdi; bir de ek görev almayı ihmal etmedi.

Başkası olsa bu işleri bu kadar kolayca beceremezdi, ama o her işin üstesinden gelecek kadar zekâ sahibiydi. Londra'da Britiş Müzeom'a, Paris'te Luvr'a, Madrit'te Prado'ya bir kere bile uğramamıştı ama buralara gelen her Türk vatandaşı en iyi, ucuz yemeğin nerede yeneceğini, para karaborsasının, döviz marifetlerinin nerelerde döndüğünü, herhangi bir memlekete doksan lira dövizle çıkan bir kimsenin yurda dönüşte bir araba, astragan manto, hiç olmazsa “nevadirattan" bir şeyler götürmesinin usullerini ondan öğrenirlerdi. Çok iyilik yaptığı için çok dost kazanmış, dost kazandıkça itibarı artmıştı... İstese serbest de çalışabilirdi ya fakat devlet kapısı her kapının açıldığı yerdi, işler su başlarında oturanlar tarafından çevriliyordu. Bir ziyafette bakanın tam karşısına oturup gözlerini gözlerinden ayırmadan her sözünü içermiş gibi kafasını sallayışı, bu yakışıklı patik gencin bakanın gözüne girmesine sebep oldu. Bir gün odasına girdiğinde bakan adamakıllı kızmış, müdürlerden birini haşlamakla meşguldü; Gemi Aslanı tesadüfen bildiği konu hak kında bakanı aydınlattı; iki tarafı da memnun ederek meselenin çözümünü sağladı... Müdür bir işin imkânsız olduğunu bakana anlatmıya çalışıyor, dediği dedik olan bakan güneş kadar belirli bu gerçek karşısında küplere biniyordu.

Gemi Aslanı ilkokulda fırlattığı fındığı aklına getirdi; yapıcı yalan yıkıcı doğrudan her zaman yeğdi, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu beşikteki çocukların bildiği bir gerçekti; o dayanılmaz sevimliliği, önüne durulmaz cana yakınlığıyla bakana evvela müdürün haklı olduğunu, fakat işin başka bir yönden ele alındığı zaman Vekil Bey'in emirlerinin yerine getirilebileceğini söyledi. (…) Birkaç gün sonra müdürün başka yere tayini çıktı, Gemi Aslanı onun yerine oturdu...

Aradan epice bir zaman geçip kabine değişince yeni bakanı "tebrik" etmek için kapısının önünde meydana gelen kuyruğun başında yerini almıştı... Ziyafette tam karşısına oturup gözünün içine baka baka her söylediğini âdeta içti. Bakanın ilk işi memleketin kaderini daha yakından izlemek için Avrupa gezisine çıkmak oldu. Haberi herkesten evvel duyan Gemi Aslanı'nın hey'ete katılması işten bile olmadı.

Diploması, lisan bilgisi bir tarafa, okuma yazması olmasa bile hey'ete katılması gereken belki de birinci insandı.

Gittikleri Avrupa şehirlerinde en lüks otellere indiler. Bir Türk delegasyonunun geldiğini duyan yabancı firmaların temsilcileri holde kuyruk olmuşlardı. Gemi Aslanı gecelerini ziyafetlerde, eğlence yerlerinde geçirerek yorgun düşen “Vekilinin” uyanacağı saate kadar onları oyalıyordu. “Hey'et” ayaklarına kara su ininceye kadar dolaştı. Vatan sevgisiyle rahatlarını feda edip kent kent dolaşan bu topluluk görülecek şeydi. (…)  Yapılan her mukavelede komisyonu bankaya yatırılıyordu. Bunu bakan bilmiyordu gerçi. Fakat bilse bile bundan daha doğal ne olabilirdi ki!.. Komisyon almak en kutsal haklardan biri değil miydi? İşleri bu kadar ustalık, fedakârlık, bilgi ile idare eden bir kimse için bunun lâfi bile edilmezdi. Hey'et tam âkibetinden ümit kesildiği sıralarda memlekete döndü. Gemi Aslanı harcırahından arttırdığı parayla bir araba satın almıştı. Bütün üyelerinkiyle kendi aldığı şeyleri tanıdıkları sayesinde gümrükten çabucak çıkardı.

Bavullarındaki öteberinin hatırasıyla, alınlarında soğuk ter damlalarıyla gümrük salonunda bekliyenler onun güler yüzüyle kapıdan güneş gibi doğduğunu görünce geniş bir nefes aldılar.

Gemi Aslanı başkente yeni arabasıyla döndü. Artık evlenmenin zamanı gelmişti. Evlendikten sonra durumunu sağlamlaştıracak, sonra politik hayata atılacaktı.

Aradan kısa bir zaman geçince Kavaklıdere'deki villayı, yirmi sene vâde ile alınan krediyi bir çırpıda ödeyen bir kirayla yeni kurulan bir devletin sefarethanesine kiraladı, otomobilini, eşyalarını alıp Yenişehir'in en güzel apartmanlarından birine taşındı. Evlenme hazırlıklarına girişti.

Her Gemi Aslanı gibi o da ceddi olacağı, sönmemesi lâzım gelen kifayetsizlik meşalesini ellerine vereceği, inanla teslim edeceği yavrulara sahib olmalıydı... Düğün büyük şehrin her zaman dilinde dolaşacak bir ihtişam içinde geçti. (…)

Kız şehrin en tanınmış ailelerinden birinin kızıydı. (…)

Gemi Aslanı'nın her gemi aslanı gibi bir erkek bir de kız çocuğu oldu. Memuriyeti çoktan bırakmış, ithalat işleri ile uğraşmıya başlamıştı. Kimsenin çıkaramadığı permileri çıkarıyor, tuttuğunu koparıyordu. Kendini "malûlen" emekliye aldırmasında -iyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir- kabilinden yaptığı işlerin de yardımı olmuştu. Senelerce bu devlete hizmet etmiş birisinden bu kadar bir şey esirgenemezdi zâten.

Evlatları için “fasulye parası”, emeğinin karşılığı maaşını her üç ayda bir Emekli Sandığı'ndan alırken göğsü iftiharla kabarırdı. Oğlan Lise l'e geçmiş, kız koleje başlamıştı. Artık politikaya atılabilirdi... Evde ahçı, iki hizmetçi, çocukların Alman -Şvesteri- hayatta kalan annesi, karısı, kendi, herkes üzerine düşeni yaparak yaşıyorlardı.

Süreyya'daki dostların tatlı sohbetleri, işi, çocukların derdi gibi şeylerden vakit buldukça parti toplantılarına gidiyor, vatan sevgisinin canlı bir heykeli gibi saatlerce haykırıyor, göğsü sanki görünmez madalyalarla dolu imişçesine gerine gerine geziyordu... Seçimlerde milletvekili seçilmesi işten bile olmadı. Partinin ileri gelenleri arasında dostları pek çoktu. Cami yapılması için bir arsa vermişti, kötü dilliler "tahsisten" alınan demirin karaborsada satıldığını söylüyorlarsa da o bunlara kulak asmadı. Yapılan her işin arkasından dedikodu olması her zaman her devirde âdetti zâten. Partisine yüz binlerce liralık yardımlar yaptığı söyleniyordu. Devlet Reisi'nin, Başbakan'ın yanından ayrılmaz, gezilere onlarla beraber katılırdı. Günün birinde bakan oluverdi; hiç şaşmadı; beklediği bir şeydi bu... Ama çenesi kopası düşmanlar her yaptığına bir kabahat buluyor, memlekete yaptığı her hizmetin arkasında bir bit yeniği, her bindiği atın altında bir buzağı arıyorlardı. Birçok şirketlerde hissesi, alnının teri ile hayatını kazanan her insan gibi malı mülkü, çiftlikleri vardı. Oğlu liseyi bitirmiş, en zor imtihanları kazanıp devlet hesabına Amerika'ya gitmişti; gelinlik çağa gelen kızı sosyetenin gözbebeğiydi.

Karısına bile dil uzatıyorlardı; evinde, yuvasında verdiği partiler herkesin gözüne batıyor, ortak olduğu şirketlere verilen işler, yaptığı dış memleket gezileri, her şey dedikodu konusu oluyordu. Güya karaborsanın başlıca kahramanlarından biriydi; güya karısına bir Avrupa gezisinde aldığı şinşilla kürk bir yabancı şirketin hediyesiydi; güya oğlu Amerika'ya başkasının yerine gönderilmişti; karısının üzerine yaptığı çiftlik güya Millî Emlâk'ten ekmek peynir parasına alınmıştı...

Bu güyaların hiçbirisine aldırdığı yoktu ama sinek ufak da olsa miğde bulandırıyordu. Nihayet partisinin seçimleri kaybettiği gün geldi çattı. Bu, büyük bir binanın çöküşü gibi oldu. Bir zaman tozdan dumandan ferman okunmadı... Ortalık ağarıp bir şeyler seçilmeye başlandığı zaman herkes şaşkınlıktan az kaldı küçük dilini yutacaktı. Gemi Aslanı dimdik ayaktaydı... Yeni kurulan partisinin başkanlığına seçilmişti...

Açık denizlerde, tayfunlarla boğuşup serenleri kırık, yelkenleri paramparça gemilerin baş taraflarında, sanki bütün çabayı yapan kendisi imiş gibi geminin baştan palamar attığı rıhtımlarda halkın gıptayla seyrettiği yaldızlı aslan heykellerine benziyen Gemi Aslanı, gemisini kurtarmanın huzuru içinde bunları düşünürken hem gazetesini okuyor hem de bir akşam evvelki ziyafette yediklerinin vücudunun nihayetini terk ederken çıkardığı sesin yönetim kurulu salonunun yanında yaptırdığı geniş aptesanenin duvarlarındaki yansımasını dinliyor, gelecek günleri düşünerek tatlı tatlı gülüyor...

Ankara - 24 Şubat 1940


ARŞİV