Bertolt Brecht: Me-ti Özdeyişler

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Bertolt Brecth ile devam ediyor.

13 Kasım 2025 - 14:46

BERTOLT BRECTH (10 Şubat 1898- 14 Ağustos 1956)

Bertolt Brecht, 10 Şubat 1898’de Almanya’nın Augsburg kentinde doğdu. 20. yüzyılın en önemli tiyatro yazarlarından, şairlerinden ve kuramcılarından biridir. Tiyatroya getirdiği “epik tiyatro” anlayışıyla hem biçimsel hem de düşünsel olarak modern sahne sanatlarını kökten değiştirmiştir.

Münih Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldığı yıllarda tiyatroya ilgi duymaya başlayan Brecht, 1918’de I. Dünya Savaşı’na sıhhiye eri olarak katıldı. Savaş deneyimi, eserlerine derin bir toplumsal eleştiri ve antimilitarist bakış kazandırdı. 1920’li yıllarda yazdığı “Baal”, “Trumplandası”, “Jungle Book” gibi erken dönem oyunlarının ardından, “Üç Kuruşluk Opera” (Die Dreigroschenoper, 1928) ile büyük bir çıkış yaptı. Bu eseri, besteci Kurt Weill ile ortak çalışmasının ürünüdür.

Brecht, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesiyle 1933’te ülkesini terk etti. Yaklaşık on altı yıl boyunca Avrupa’nın farklı ülkelerinde ve ABD’de sürgün hayatı yaşadı. Bu dönemde “Galilei’nin Yaşamı”, “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Kafkas Tebeşir Dairesi” ve “Arturo Ui’nin Yükselişi” gibi başyapıtlarını kaleme aldı.

Tiyatrosunda “yabancılaştırma etkisi (verfremdungseffekt)” adını verdiği yöntemi geliştirdi. Bu teknik, seyircinin karakterlerle duygusal özdeşlik kurmasını değil, olaylara eleştirel bir gözle bakmasını amaçlar. 1948’de Doğu Almanya’ya dönen Brecht, Berlin’de Berliner Ensemble adlı tiyatro topluluğunu kurdu ve oyunlarını burada sahnelemeye başladı. Topluluğu, kısa sürede sosyalist dünyanın en etkili tiyatro kurumlarından biri haline geldi.

14 Ağustos 1956’da Berlin’de hayata veda eden Bertolt Brecht’in Kaldıraç Yayınevi tarafından yayımlanan Me-ti Özdeyişler kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

ME-Tİ ÖZDEYİŞLER KİTABI 

Mi-en-leh şöyle dedi: Özgür olmaktan iktidara katılmayı anlıyorsunuz. İktidara katılmaktan, egemenliği elde bulundurmayı anlıyorsunuz. Egemen oluşunuzu ise düşüncenin egemenliği diye adlandırıyorsunuz. Egemen olabilmek için açlarla birlikte gitmeye hazırsınız, çünkü onların yolu egemenlik savaşına çıkıyor. Ama açlar egemenliği açlık çekmemek için istiyorlar; başka deyişle bu, egemenliğin özel bir türü. Bu egemenliğin özünü ise açlığı buyruklayanların erkini kırma isteği oluşturuyor. Açlar, açlık çekenlerin savaşma gücünü yükselterek açlığı ortadan kaldıran bir egemenliğe boyun eğmeye karşı çıkmıyorlar. Onlar, sizin aşırı özgür nitelikteki özgürlüğünüze değer vermiyorlar. (Syf 19)

Kimin efendi, kimin köle olduğunu öğrenebilmek için bir ilişkiden kimin daha büyük yarar sağladığını saptamak gerekir. (Syf 31)

Düşünmek, insanın insanlara yönelik bir tutumudur. İnsanoğlunun dışında kalan doğaya ise çok az ölçüde eğilir. Çünkü insan doğaya her zaman insanlardan geçerek, dolaylı yoldan varır. Demek ki, bütün düşüncelerde, bu düşüncelerin hem hedefi, hem de kaynağı olan insanı aramak gerekir; düşüncelerin etkinliği ancak ondan sonra anlaşılabilir. (Syf 32)

İnsanın korkusuna boyun eğmeyeceği zamanlar, kötü zamanlardır. Ama gönül ister ki, kendi yararı için çalışanın aynı zamanda toplumun yararı için de çalışmış olacağı bir toplumsal konum uğruna olabildiğince çok kişi kendini tehlikeye atsın. (Syf 33)

Eğer ipek böceği salt yaşamını bir böcek olarak geçirmek amacıyla koza örseydi, o zaman gerçek bir köle olurdu. (Syf 39)

Düşünmek güçlüklerin ardından gelen, eyleme ise öncülük eden bir şeydir. (Syf 45)

Eski zamanda insan, ancak başka insanları kullanarak yeryüzünü sömürebilirdi. Bugün ise yeryüzünü sömürmek kolaylaştı. Şimdi insan, başka insanları sömürebilmek için yeryüzünden yararlanıyor.  (...)

İnsanların sömürülmesine son verilip verilemeyeceği, yeryüzünün en kolay nasıl sömürülebileceğine bağlıdır. Eğer insanların sömürülmesine, yeryüzünü sömürmenin henüz çok güç olduğu dönemde son verilseydi, o zaman açlık ve ölüm kol gezerdi. Bugün ise insanların sömürülmesi sürdükçe açlık ve ölüm kol geziyor. Üretim araçları sahipleri ve insanları kiralayanlar, insanları sömürebilmek için toprağın sömürülmesini bile kısıtlamaya başladılar. (Syf 49)

Gerçekte kimse kaçınılmaz kötülüklerden ötürü duyduğu üzüntüyü dile getirmekten alıkonmamalı. Çünkü çoğu kez bu kötülükler, yalnızca ona kaçınılmaz gibi görünür ve o kişi, yüksek sesle dile getirdiği üzüntüsüyle, bu kötülükleri ortadan kaldırmayı bilenlerin çalışmasını ve eğilimini güçlendirmiş olur. Ancak kötülüğün salt görünüşteki kaçınılmazlığı, onu üzüntülü kılmamalıdır, yoksa yakınması, bu kötülüklerden ötürü acı çekenlerin yürekliliğini sarsar ve kötülüklere neden olanları güçlendirir. Örneğin kötülükler belli mülkiyet ilişkilerinden doğmaysa ve bu kötülükler sonrasız, kaçınılmaz diye nitelendirilirse, o zaman, bu yakınmalar sayesinde mülkiyetleri ile insanların acı çekmesine yol açan mülk sahipleri, doğa güçlerinin görünümünü alırlar ve bunu sevinçle karşılarlar: Soğuktan titreyenlerin üzerine yağan kar ya da ayaklarının bastığı yer sallanan kişiler için yer sarsıntısı olurlar; etkisinin önüne geçilemez büyük, doğal ve kaçınılmaz güçlere dönüşürler. (Syf 55)

İyi yönetilen ülkelerde adaletin özellikle vurgulanmasına gerek yoktur. O ülkelerde, acı çeken acıdan ne denli nefret ederse, haktanır kişiler de adaletsizlikten o denli tiksinirler. O ülkelerde adaletten anlaşılan , yaratıcı, verimli, çeşitli kişilerin çıkarlarını eşit biçimde gözeten bir tutumdur. (Syf 62-63)

Öldürmenin pek çok yolu vardır. İnsan birinin karnına bir bıçak saplayabilir, elindeki ekmeği alabilir, hastalığını iyileştirmeyebilir, birini kötü bir evde yaşamaya zorlayabilir, ölesiye çalıştırabilir, kendini öldürmeye itebilir, savaşa yollayabilir vb. Bizim devletimizde bunlardan pek azı yasaklanmıştır.(Syf 75)

Eğer satıcılar kalitesi düşük mallar satabiliyor ve bunlar için yüksek fiyatlar isteyebiliyorlarsa; eğer yoksullar çok az bir karşılık için çok çalışmaya zorlanabiliyorsa; eğer kazanç sağlayabilecek buluşlar insanlardan esirgenebiliyorsa, eğer aile bireyleri birbirlerine bağımlı tutulabiliyorsa, eğer kaba güçle bir şeye erişilebiliyorsa; eğer hile bir işe yarıyorsa; eğer adil olmak sakıncalar getirebiliyorsa o zaman bencillik var demektir. Eğer bencilliğin olmaması isteniyorsa, o zaman yapılacak iş bencilliği yermek değil, bencilliğin gereksiz olacağı bir ortam yaratmaktır.

Bencilliği yermek çoğu kez bencilliği olası, hatta gerekli kılan bir ortamı ayakta tutmak istemek anlamına gelir (Eğer insan çok, yiyecek azsa, o zaman ya herkes açlıktan ölür ya da bencil davranan birkaç kişi hayatta kalır).

Başkalarına yönelik olmadıkça bencilliğin sakıncalı yanı yoktur. Ama insanın kendi kendisini gereğince sevmemesinin sakıncalı bazı yanları vardır. Gerek aşırı bencillik, gerekse insanın kendini yeterince sevmemesi kötü durumların kaynağı olabilir. Kendini yeterince sevmeyen, kendini sevdirmenin yollarını aramayanlar, yıkanmak için kendine sabun sağlamayan kadın, kendini eğitecek bilgileri edinmeyen erkek, kendine bakmayıp uyuza yakalanan insan - bütün bu kişiler sefaletleriyle toplumu kirletirler. (Syf 79)

Haksızlık karşısında susmanın ne denli yanlış bir tutum olduğunu belirtmek, haksızlık yapmanın ne denli yanlış olduğunu belirtmekten daha önemlidir. Haksızlık yapma fırsatı az insanın eline geçer; haksızlığa boyun eğenlerin sayısı ise çok yüksektir. (Syf 82)

Yararsız olmanın verdiği gurura, yararlı olmanın verdiği gururdan daha çok rastlanır. Azınlıktan olmanın gururu gerçekte yararsızlardan olmanın gururudur.

Çoklarına göre müziğin ve resmin büyük ustaları, kendilerinden başkasının yapamadığını yapabildiklerinden ötürü gurur duymuş olmalıdırlar. Oysa bana sorarsanız bu büyük ustalar, insanlığın böyle şeyler yapabilmesinden ötürü gururlanmışlardır. (Syf 99)

Eşitsizlikten, ancak koşullar arasında eşitlik sağlandıktan sonra söz edilebilir. Kimin ötekinden daha yüksek olduğu, ancak bütün ayaklar eşit yükseklikte bir yere bastıktan sonra söylenebilir (Syf 102)

Alışkanlık sakıncalıdır. Örneğin, dikkatli olurken de dikkatli davranmak gerekir, çünkü alışkanlığa dönüştürülmüş dikkat, sakıncalıdır. Kirazlarını yemezden önce yıkamayı alışkanlık edinmiş olan, günün birinde yanlışlıkla kirazları yıkadığı suyu içebilir ve bu yüzden koleraya yakalanabilir, derler.(Syf 120)

İnsan çoğu kez kanıtlayamayacağını inanılır kılmaya çalışır. Bunu yaparken de doğruya olan tutkusunu ileri sürer. Ama ne yazık ki, doğru olan, her zaman inanılabilir nitelikte değildir. Bu nitelik, ancak birtakım küçük doğrudan sapmalarla sağlanabilir. Böylece insan ancak denenmiş inandırma yollarına başvurarak inanç uyandırabileceği anda yalan söylemeye başlamış olur. Me-ti, şöyle der: Dostumun bana değil, kendisine inanmasını sağlamak, benim açımdan daha dikkatli bir davranıştır.

(...)

Me-ti, şöyle der: Gitmekle varılamayacak yerlere gitmek, konuşmayla çözümlenemeyecek sorunlar üzerinde düşünmek - bütün bunlar, vazgeçilmesi gereken alışkanlıklardır. (Syf 131)

Değer verdiklerimizin gözlerindeki korku da bize bir şeyler öğretir (Syf 132)

Bir ülkede bazı erdemsizliklerin ün kazandığı da olur. Acımasızlık, bağnazlık, utanmazlık, sömürü, savaş tutkusu, ulusal bencillik, eleştiri düşmanlığı vb. gibi erdemsizlikler belli bir ölçüde halk arasında bile sevilir. Göğüs geçirilerek bu erdemsizliklerin gerekli olduğu söylenir. "Neden gereklidir?" diye sorulduğunda, örneğin yönetenlerin tembelliği, bencilliği, aptallığı gibi birtakım erdemsizliklerin çok uzun süre varlığını sürdürmüş olduğu yolunda karşılık alınır. Bu durumda mutsuz kılınmış bir ülke için birtakım olağanüstü koşulların varlığı gereklidir hiç kuşkusuz. Ama yapılabilecek en iyi şey, yeni erdemsizlikleri uygulamaya koymak değil, eskilerini ve bunlara yol açmış olan durumları ortadan kaldırmaktır. (Syf 137)

Gelişme yanlıları çoğu kez şu andaki duruma ilişkin yeterince bilgi sahibi değildirler. Şimdi var olanın nasılsa geçeceği düşüncesi yüzünden şimdiyi önemsemezler. Tüm zaman dilimlerini birer evre olarak görüp düşüncelerinde bu evrelerin süresini kısaltırlar. Devingenlikleri, onlara şu andaki varoluşlarını unutturur. Badanacının hâlâ iktidarı elinde bulundurduğunu görmelerine karşın, "şimdilik iktidarda" derler ve onun iktidarda bulunuşunu o denli sakıncalı görmezler, bu iktidarın çöküşünün tohumlarını daha şimdiden içinde taşıdığını düşünürler. Geçici olan, bu niteliğinden ötürü sakıncalı görünmez gözlerine, oysa geçici nitelikteki de öldürücü olabilir. Hem sonra, bir şey geçici olmaya zorlanmalı ki geçip gitsin, öyle değil mi? (Syf 145)

 


ARŞİV