ANNA SEGHERS (19 Kasım 1900 - 1 Haziran 1983)
Alman edebiyatının 20. yüzyıldaki en güçlü kalemlerinden Anna Seghers, faşizme karşı mücadelenin ve sürgünün edebiyattaki sesi olarak anılıyor.
1900’de Mainz’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, asıl adı Netty Reiling olan yazar, Heidelberg, Köln ve Sorbonne’da tarih, sanat tarihi ve Çinoloji eğitimi aldı. 1928’de “Grubetsch” adlı öyküsüyle edebiyata adım attı.
Seghers’i dünya çapında üne kavuşturan eseri ise 1932’de yayımlanan “Yedinci Haç” oldu. Nazi Almanyası’ndan kaçışı ve direnişi anlatan roman, 1944’te Hollywood’da sinemaya uyarlandı. Yazarın diğer bilinen eserleri arasında “Transit” ve “Ölüler Kalmaz” yer alıyor.
Nazilerin iktidara gelmesiyle kitapları yasaklanan ve yakılan Seghers, İsviçre ve Fransa’ya sığındı, ardından Meksika’da sürgün yaşamını sürdürdü. Burada “Özgür Almanya” grubunda etkin çalışmalar yürüttü.
Savaşın ardından 1947’de Doğu Almanya’ya dönerek Berlin’e yerleşen Seghers, 1952–1978 yılları arasında Alman Yazarlar Birliği Başkanlığı görevini üstlendi.
Yazarın Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan İlk Adımlar isimli öykü kitabından “Bir Çatı Altı” öykünüşünü paylaşıyoruz
BİR ÇATI ALTI
1941 Eylülü'nde bir sabah, Alman işgali altında bulunan ülkelerin hepsininkinden daha büyük bir gamalı haç bayrağı Paris'in Concorde Alanı'nın göbeğinde dalgalanmaya başladığında ve dükkânların önündeki kuyrukların uzunluğu da caddelerin boyuna ulaştığında, bir tornacının karısı olan üç çocuk anası Luise Meunier, kentin XIV. semtinde bir yerde yumurta satıldığını duydu. Hemen oraya koşturdu; bir saat kadar kuyrukta dikildikten sonra beş yumurta alabildi, ailedeki her kişi başına bir tane. Bu arada, okuldan arkadaşı olan otel memuresi Anette Villard'ın da aynı cadde üstünde oturduğu aklına geldi. Ona bir uğrayayım dedi. Ama, sessiz sakin bir kadıncağız olarak bildiği arkadaşını olağanüstü bir heyecan ve gerginlik içinde buldu.
Villard, bir yandan camları ve lavaboları silmeyi sürdürürken, bir yandan da anlatmaya başladı. (…) Dün öğle üzeri, otele Gestapo gelmiş, müşterilerden bir adamı tutuklamış. Adam, bildiriminde kendini Elsaslı diye gösterdiği hâlde, meğer Gestapo onun birkaç yıl önce bir Alman toplama kampından kaçan biri olduğunu saptamış. (..) Villard'ın asıl derdi, adamcağızın oğluyla ilgiliymiş. Çünkü bu Alman'ın, otelde aynı odada birlikte kaldıkları bir de oğlu varmış. On iki yaşında bir oğlancık, okula gidermiş. Oğlanın bir Fransızca konuşması varmış ki, aynen Fransız gibi. Anne ölmüşmüş. Aslında zaten çoğu yabancılarda olduğu gibi bunların da her şeyleri öyle açık seçik belli değilmiş bugüne dek.
Oğlan okuldan dönüp otele geldiğinde, babasının tutuklanışını kupkuru gözlerle ve suskun karşılamış. Ama ardından Gestapo şefi ona, eşyalarını toplamasını, yarın gelip onu da Almanya'ya akrabalarının yanına göndermek üzere alabileceklerini söyleyince, oğlan birden haykırmış: “Kendimi otomobilin altına atarım da o ailenin yanına dönmem!” diye diretmiş. Gestapo şefi kabaca uyarmış: İsterse döner, istemezse kalır diye bir şey yokmuş. Ya akrabalarının yanına dönmek, ya da ıslahevine kapatılmak varmış.
Oğlan, bu kadıncağıza, yani Anette Villard’a çok güvenirmiş, bütün gece ona yalvarıp durmuş. Kadın da sabahın köründe oğlanı almış, küçük bir kahveye götürüp bırakmış; kahvenin sahibi, Anette’in tanıdığıymış. Oğlancık şimdi orada bekler dururmuş. (…)
Meunier, arkadaşının anlattıklarını sonuna kadar susup dinledi. Sonra Villard’ın sözü bitince: “Şu oğlancağızı ben de bir görsem” dedi. Bunun üzerine Villard o küçük kahvenin adını verdi, yerini tarif etti, bir de, “Çocuğa birkaç parça çamaşır versem, götürmekten korkmazsın, değil mi?” diye ekledi.
Meunier, Villard’ın yazıp verdiği pusulayı kahvenin sahibine gösterince, kadın onu sabahları kapalı olan bilardo salonuna götürdü. Oğlan orada oturmuş avluya bakıyordu. Meunier’in en büyük oğlu kadar bir çocuktu, giyimi de ona benziyordu, gri renkte gözleri vardı, bir yabancının oğlu olduğunu gösteren hiçbir belirginlik yoktu. Meunier, oğlana yaklaştı, kendisine çamaşır getirdiğini söyledi. Oğlan teşekkür bile etmedi. Yalnız birden dönüp Meunier’in gözlerinin içine bakmaya başladı.
Meunier o güne dek, tüm öteki anneler gibi bir anneydi işte: Kuyruklarda bekleyen, azı biraz, birazı da çok yapmaya çabalayan, parça başına iş bulup ev işlerine katmaya uğraşan bir anne… Bütün bunlar olağandı onun için. Ama şimdi çocuğun bu bakışı altında, olağanın sınırları bir sarsıntıyla genişleyiverdi. “Akşam saat yedide halin oradaki Café Biard’da ol” dedi çocuğa.
Hızla evine döndü. Masaya azıcık doğru dürüst bir yiyecek koyabilmek için bile uzun zaman mutfakta uğraşması gerekiyordu. Kocası eve gelmişti. Adamı, bir yıl kadar savaşta Majino Hattı’nda tutmuşlar, sonra da terhis etmişlerdi. Terhis olalı üç hafta oluyordu. Eski işyeri bir haftadır yeniden açılmıştı ama, kendisine ancak yarım zamanlı bir iş verebilmişlerdi. Adam boş kalan zamanının büyük bölümünü yakındaki bistroda, o birahanemsi, lokantamsı küçük yerde pinekleyerek geçirmiş, sonra da zaten o kadar az olan cebindeki üç beş kuruşun bile birazını daha orada harcadığı için kendine küfrede ede evine dönmüştü.
Kadın, kendi acelesinden, adamın bu hâlini hiç görmedi bile; bir yandan yumurta kırarken, bir yandan da hemen olan biteni kocasına anlatmaya başladı ki, ondan yana bir engel çıkmasın. Ama tam, yabancı çocuğun otelden kaçtığını ve Paris’te Almanlardan korunabilmek için sığınacak bir yer aradığını söylediğinde, kocası sözünü kesti: “Senin o Anette de böyle bir saçmalığa yardımcı olmakla amma aptallık etmiş ha!” deyiverdi. “Ben onun yerinde olsam tam tersine oğlanın üstüne kilit vururdum. O Alman da kendi vatandaşlarıyla kendisi uğraşsın bakalım. Oğlunu hiç mi düşünmemiş? O zaman Gestapo şefi çocuğu memleketine göndermekte haklı demek ki. Hem bu Hitler bütün dünyayı işgal etmiş, ona karşı laf edip durmanın ne yararı var artık?”
Kadın bunları duyunca, kurnazlık edip hemen konuyu değiştirdi. Ama, daha önce her greve, her gösteriye katılan, hele her 14 Temmuz bayramında neredeyse bir başına yeniden Bastille üstüne yürüyecek olan bu adamcağızın şimdi ne hâle geldiğini ilk kez böylesine açık seçik görmekten de yüreği sızladı. (…)
Ama oturup yas tutacak kadın değildi Luise, hem de her bir günü, yas tutmaya hiç vakit bulamayacak kadar doluydu zaten. (…) Dolayısıyla gene de akşamüstü, halin oradaki sözleştikleri kahveye gitti, çocuğa: “Yalnız, seni ancak sabahleyin alabileceğim” dedi.
Çocuk gene gözlerinin içine baktı, fakat bu kez: “Beni ille almanız gerekmez, eğer korkuyorsanız,” deyiverdi. Kadın, öyle bir şeyin söz konusu olmadığını, yalnızca bir gün beklemek gerektiğini, kuru bir ifadeyle belirtti. (…)
Ertesi gün Meunier kocasına şöyle dedi: “Kuzenim Alice’e rastladım, kocası Pithiviers’de tutsaklar kampındaymış, onu ziyarete gidecekmiş, birkaç gün için çocuğunu bize bırakmak istediğini söyledi, ben de olur dedim.”
Evinin içinde yabancı kimsenin bulunmasından hiç hoşlanmayan adam: “Sonra sürekli üstümüze kalmasın da” diye yanıtladı. Neyse, Meunier hemen oğlan için bir yatak hazırladı. Yolda gelirken oğlana sormuştu: “Niye dönmek istemiyorsun?”
Oğlan şöyle yanıtlamıştı: “Eğer korkuyorsanız beni burada da bırakabilirsiniz. Akrabalarımın yanına gene de dönmeyeceğim. Babamla annem yazılar yazıyorlardı, basıyorlardı, bildiriler dağıtıyorlardı, bu yüzden Hitler onları tutuklattı. Annem öldü. Bakın, ön dişlerimden biri kırıktır benim. Okulda onların istediği marşı birlikte söylemedim diye dövdüler de ondan. Yanında kaldığım akrabalar da Naziydi. En çok da onlar işkence ediyordu bana. Anneme ve babama küfredip duruyorlardı hep.”
Bunun üzerine kadın, oğlana yalnızca hem kocasının, hem de çocuklarının ve komşuların yanında hiçbir şey belli etmemesini söylemekle yetindi.
Meunier’lerin çocuklarının bu yabancı oğlana karşı davranışları ne iyi, ne de kötü sayılırdı. Oğlan da zaten hep kenarda duruyordu, hiç gülmüyordu. Gelgelelim baba, daha ilk andan itibaren sevmedi bu oğlancağızı. Bakışını kötü buluyormuş. Yemekte karısı kendi payından ayırıp çocuğa verecek olsa, karısını azarlıyordu adam, kuzen hanımı da kendi çocuğunu başkalarına yük ettiği için yüzsüzlükle suçluyordu. (…)
İki üç hafta geçince Meunier, arkadaşı Anette’e bir uğradı. Anette, bu ziyareti hiç hoş karşılamadı, arkadaşına bir daha o yörede hiç görünmemesi gerektiğini söyledi. Gestapo gelmiş, çocuğu bulamayınca küfürler, tehditler yağdırmış. Hatta Gestapo, çocuğun beklediği kahveyi de bulmuş, o kahvede çocuğun yanına bir kadının geldiğini, sonra da ikisinin değişik zamanlarda oradan ayrıldıklarını bile saptamış.
Evine dönerken Meunier, hem kendisini hem de ailesini nasıl bir tehlikenin içine atmış olduğunu bir kez daha fark etti. Bu işi hiç düşünüp taşınmaksızın ivedi bir duyguya kapılarak yapıvermişti. Hiç değilse şimdi uzun uzun düşünmeliydi, ama bu kez de yalnızca dönüş yolu bile yaptığı işi doğrulamaya yetip de artmıştı: Açık dükkânların önünde uzayan kuyruklar, kapalı olanların önünde indirilmiş kepenkler, bulvarda vızır vızır gelip geçen Alman arabalarının korna sesleri ve kapılarda, geçitlerde asılı gamalı haç bayrakları.
(…)
Luise Meunier’in kocası bunu görmeye dayanamıyordu. Kadıncağız onu artık sık sık mutfakta bir sandalyeye çökmüş ve ağzını bıçak açmaksızın oturur buluyordu.
Bir kezinde, adamcağızın gene bir saattir başı ellerinin arasında, gözleri açık, öylece hiç kımıldamadan oturduğunu görünce, kadın dayanamayarak: “Şu sırada ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Hiçbir şey, hem de her şey” dedi adam. “Ha, bir de çok ilgisiz bir şeyi düşündüm. Neyi biliyor musun? Hani şu senin arkadaşın Anette’in anlattığı bir Alman vardı ya, işte onu düşünüyordum şu anda. Aklında kalmış mıdır bilmem, hani Hitler’e karşı olan bir Alman vardı, Almanlar onu tutuklayıp götürmüşlerdi. O adama ne oldu acaba, bilmeyi çok isterdim, hem adama hem de oğluna?”
Meunier yanıtladı: “Kısa süre önce Villard’a rastlamıştım, o anlattı. Alman’ı o zaman Sante’ye götürmüşler. Şimdiye kadar çoktan öldürmüşlerdir belki de adamı. Oğlu kaçmış, izini kaybettirmiş. Paris koca bir kent, oğlan sığınacak bir çatı altı bulmuştur elbet.”
(…)
Bir gün adam, karısıyla yalnız kaldıkları bir anda, uzun bir susuştan sonra birden boşaldı, haykırmaya başladı: “Kuvvetliler işte, ne yapalım, ne istiyorsun yani? Şu şeytanın gücüne bak yahu! Ahh, şu dünyada bu alçaktan daha kuvvetli bir tek güç olaydı ki, ahh! Biz ama, biz sıfırı tüketmişiz işte! Ağzımızı açsak gebertiyorlar. Ama o Alman vardı ya, hani senin Anette’in anlattığı bir zamanlar, sen unutmuşsundur belki ama, ben unutmadım, tamam mı. O adam hiç değilse bir şeyleri göze almasını bilmiş. Hele onun oğlu yok mu, işte o oğul her türlü saygıya layıktır! Senin kuzenin bu velediyle kendinden başkasını düşünmesin daha bakalım. Benim iştahımı söndürmez o. Ahh, o Alman'ın oğlunu alacaktım ki yanıma, üç kat ısınacaktı içim, üç kat! Kendi oğullarımdan da üstün tutardım onu, ben yemez ona yedirirdim. Ahh, öyle bir delikanlıyı gizleyeceksin ki yanında, bu haydutlar böyle habire girip çıksalar da hiçbir şeyi anlayamayacaklar, benim neyi göze aldığımı, kim olduğumu, kimi sakladığımı anlayamayacak haydutlar! İşte öyle bir delikanlıya kollarımı açardım ki, hem de nasıl!”
Kadın öte yana döndü ve hafif sesle: “Açtın bile,” dedi.
Bu öyküyü ben, Paris'in XIV. semtindeki bir otelde, Anette kendisi anlatırken dinledim. Anette, ilk çalıştığı otelde güvenliği kalmadığı için ayrılıp bu otele girmişti.