Anna Brownell Jameson, 17 Mayıs 1794’te Dublin’de doğdu. Babası Denis Brownell Murphy, minyatürcü ve emaye ressamıydı. Ailesi, 1798’de İrlanda’dan İngiltere’ye göç etti. Genç yaşta, Winchester’ın 13. Markisi Charles Paulet’in ailesinde mürebbiye olarak çalışmaya başladı. On altı yaşından itibaren, özellikle 1821’de Rowles ailesiyle İtalya’ya yaptığı seyahatler boyunca, önemli ailelerin çocuklarına ders verdi.
1826 yılında, ilk kitabı Diary of an Ennuyée (ilk olarak anonim A Lady’s Diary adıyla yayımlandı) ile edebi dünyaya adım attı. Bu eser, Avrupa’da yaptığı seyahatlerden ilham alan yarı otobiyografik bir roman olarak dikkat çekti. Ayrıca, İtalya seyahati sırasında kaleme aldığı Bezgin Bir Kadının Günlüğü adlı çalışmasıyla dönemin kadın yaşamını ve duygusal dünyasını anlattı.
Brownell Jameson, Shakespeare’in kadın karakterleri üzerine yaptığı incelemeler, antik ve modern şiirlerde yer alan kadın biyografileri ve Almanya ile Kanada seyahatlerine ait günlüklerle de tanındı. Kadın hakları savunucusu olarak kendi jenerasyonunda yasal haklar, toplumsal ihtiyaçlar ve fırsatlar konusunda sesini yükselten önemli isimlerden biri oldu.
Sanat tarihçisi kimliğiyle de öne çıkan Jameson, sanat üzerine çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı. Sanat eserlerini tarihsel ve toplumsal bağlamda yorumlayan analizleri, 19. yüzyıl sanat ve kültür dünyasında iz bıraktı. 17 Mart 1860’ta Londra’da hayatını kaybeden Anna Brownell Jameson, sanat ve kültür tarihine dair derin analizleri ve kadınların entelektüel gelişimini savunan fikirleriyle 19. yüzyıl İngiliz edebiyatı ve sanat dünyasında önemli bir isimdir.
BEZGİN BİR KADININ GÜNLÜĞÜ
İnsanların en adisinin bile bizi beğenmemesinin verdiği acı, en yücesinin alkışlamasının vereceği zevkten büyüktür. İsterse Venüs bizim olsun, akrep sokması daima can yakar. (Syf 71)
Gereksiz, hele ki batıl korkulara kapılmak hiç âdetim değildir; lakin dün gece Covigliajo'da bir türlü uyku tutmadı, yatakta birkaç dakikadan fazla uzanamadım bile. İncecik bir kapının hemen ardındaki koridorda uyuyan adamların fısıldaşmalarıyla horultularından rahatsız oldum ve gerildim, korkunç tahayyüller sardı dört bir yanımı; şafağın ilk ışıklarıyla pencereyi sevinçle açtım, beni ayaküstü kahvaltı etmeye çağıran ilk tanıdık sesi sevinçle işittim. Sabahın o erken saatteki havası nasıl da ferah geldi o basık, boğucu, uğursuz hanı terk ettikten sonra! Ne güzeldi aydınlanan tepelerden vadilere indikçe topraktan yükselen sis bulutlarını pembeye boyayan, yayıla yayıla nihayet dört bir yanı kaplayan gün ışığı! Sonra nihayet dağları aşıp Toskana'nın bereketli vadilerine inmeye başladık; Fiesole tepelerinden, yeni ayla yanı başındaki akşam yıldızının altında sere serpe uzanan Floransa kentini gördüğümüzde, tüm Arno Vadisi'nin ve vadiyi saran güzelim tepelerin üstünde süzülen sis, daha doğrusu yoğun pembelik, karanlık çöktükçe ağır ağır silinip koyulaşarak mora dönerken İtalya coğrafyasının büyüsünü ilk kez tümüyle duyumsadım. Ah bu topraklar! Gördüğüm her şeyi hissediyorum ve hissettiğim her şey kalbimin ve belleğimin ta içine işliyor! Hatta acı çektiğim için daha da derine işliyor çünkü duygularımı çevremdekilere zerrece açmıyor, onlarla paylaşmıyor, hep içime atıyorum ya da en azından, şimdi olduğu gibi defterime yazıyorum. (Syf 81)
Kederdir tecrübeyi tecrübe yapan; kederdir bize kendimizi de başkalarını da sevmeyi öğreten. Doğru düşünebilmek için ilkin derinden hissetmemiz gerekir. Duygu tufanında tefekküre dalınamaz, ancak sonrasında, "kabaran sular ruhumuzu aştığında" düşünebiliriz; azgın dalgaların batan gemilerdeki mücevherleri ve değerleri malları kıyıya taşıması gibi, yatışan duyguların ardından da düşünceler kalır bize.
Düşünme, hissetmenin sonucudur; kişi, ancak yüreği ezilerek kendine merhamet duyabildiğinde (tabiatımız itibarıyla duyabileceğimiz en acı his herhalde budur) başkalarına karşı derin bir şefkat duyması mümkün olur Kendi zayıflığımızın farkındalığı ve kendimize yönelttiğimiz eleştiriler sayesinde anlayış, tahammül ve bağışlama istidadına kavuşuruz, en azından böyle olması gerekir. Bir kere gözlerimizden, silmeyi unuttuğumuz o ifade edilemeyecek kadar acı gözyaşları boşandı mı ah nasıl da başkalarına acı vermekten kaçarız, acımasızlık nasıl da tüylerimizi ürpertir, nasıl da yalnızca akıldan geçirilse bile en ufak bir kırıcı söz veya davranış bize zalimlik gibi gelir! Alelade gerçekler bunlar, biliyorum, daha önce pek çok kez ve daha güzel ifade edildikleri de doğrudur. Evvelce ben de bunları duymuş, okumuş, anladığımı sanmıştım; oysa şimdi içimde hissediyorum ve hissettiğim için de yeni bir şey söyler gibi dile getiriyorum. Heyhat! Keder, dünyanın en eski öğretmenidir. (Syf 89)
Floransa’dan üzülerek ayrılacağım. Benim gibi melankolik marazlılar için yaşanacak buradan daha güzel bir yer olamaz: Şenlikli ama hengâmesiz, sessiz sakin ama sıkıcı değil. (Syf 105)
Yeni bir deftere daha başlarken eskisini ateşe atasım geliyor, tıpkı her günün kaydını deftere geçirmeye genellikle bir önceki gün yazdıklarımın yarısını yırtıp atmakla başladığım gibi. Fakat her ne kadar içinde unutmak isteyeceğim, ıstırabın etkisiyle, hastalıklı ve huzursuz haldeyken yazılmış nice satırlar olsa da henüz nankörlük edip yok etmeyeceğim bu defteri. Günlüğüm çoğu zaman yalnız bir oyalanma değil, teselli de oldu bana. Günbegün sırf hatıralarımın sadık bekçisi değil, içimi döktüğüm sırdaşım ve gözyaşlarımın yegâne şahidi oldu. Akıllica bir iş yapıp yapmadığımı bilmem fakat yaptığım delilikse, zayıflığımın delilini basit bir istemle imha edebileceğimi bilmenin rahatlığı var içimde. (Syf 109-110)
Bir yıldan öbürüne geçilen, hem kendi adımıza, hem insanların ve Tanrı'nın nezdinde yeni bir başlangıç yaptığımız o saat, hiç şüphesiz dünyanın en şen, en gamsız gönüllerini bile vakur, ciddi düşüncelere sevk eder. Öyleyse beni ne hallere düşürmez ki? Sona ermekte olan yılın ilk saati, ilk anları gözyaşı, üzüntü ve kalp kırıklığıyla geçmişti ve işte başladığı gibi bitiyor yıl. Günler, haftalar, aylar, mevsimler "rüya gibi geçip gittiler gözden irak evlerine" ama hiçbir şey değişmedi. Koskoca bir yıl boyunca bir gün olsun mutluluğu geçtim, esenliği ve huzuru dahi tadamadım; oysa çekmediğim kalmadı acıdan yana. Ah, keşke bu satırları yazdığım sırada geçmekte olan şu son dakikalar hatıraları da alıp götürse! Ah, keşke geçen yılı silebilsem akıp geçen zamandan, saklayabilsem kendimden, gömebilsem unutulmuşluğa, mıhlayabilsem yokluğa, yaşanan o korkunç anlar, azap ve elem hayaletleri gibi hortlayıp kahredemese beni! (Syf 140)
Eskiden olduğum kişi, olmam gereken kişi, olmuş olabileceğim kişi değilim.
Albano, Nemi Gölü, Gensao vesaire üzerinden kısa ve pek keyifli bir yolculuğun ardından Octavius soysuzunun memleketi, şarabıyla meşhur Velletri'ye vardık. Bugün hava, İngiltere'de bir mayıs günü gibi ılık ve güneşli, ne yazık ki paldır küldür geçiverdiğimiz taşra toprakları ise anlatılmaz güzellikteydi. Batıda masmavi Akdeniz alabildiğine uzanıyor, sağımızda büyüleyici, sarp zirveleri "göklere koşan" karlı dağlar yükseliyordu. Baktıkça içimi hüzünle sevinç karışımı, tarifi imkânsız bir duygu kapladı.
(…)
Diyebilirim ki gördüğümüz güzelliklerin en azından yarısı, kendi ruhumuzun eseridir; kendi heyecanımızdır gözün gördüğüne ışıltı katan; fakat nasıl ki renk eşyanın kendine değil, onu boyayan ışınlara içkinse, güzelliğin de eşyanın kendisinde değil, eşyayı görme aracımızda bulunması onun ne gerçekliğini ne güzellik niteliğini azaltır Eğitimle gelen önyargıları ve romantik hülyaları aştıkları için kendilerini olağanüstü akıl gücüne sahip, birer sağduyu timsali sayan insanlar tanıdım. Birikimli, düşünen akıllar heyecan yaratan ve düşünmeye sevk eden pek çok şey bulurken böyleleri, heyecanı yapmacıklıkla bir tuttuklarından havalı ve aldırmaz yahut küstah ve küçümseyen edalar takınırlar; onlar için harabelerin dökülen duvarları, tuğla ile sıvadan ibarettir, Horatius'ların, Curiatius'ların mezarları ancak baca yığını, Pantheon eski bir fırın, Egeria Pınarı ise domuz ağılıdır. Acaba bu tavırlarının (gereğinden fazla) alay ettikleri yapmacıklıktan katbekat çirkin, katbekat iğrenç bir yapmacıklık olduğunu fark edebiliyorlar mı?
Aklı gözünden ibaret olan, Köledir, hem de en fenasından. (Syf 173-174)
Napoli'ye geldiğimizden bu yana hava neredeyse hep güzeldi ama bu son üç gündür tek kelimeyle harika. Hiçbir şey, bu toprağın, bu havanın, bu göklerin büyülediği gibi büyüleyemez beni. Dağ nasıl da dingin ve durgun, havada tek bir bulut yok, dört bir yanımızdan yeşillikler fışkırıyor ve her esinti, duyuları harekete geçirip Elysion'dan esen yeller misali içimize can üflüyor. Tabiatı gerçekten sevenler, bu muhteşem toprakları, “où la plus douce nuit succede au plus beau jour,” mutlaka görmeli zira bu topraklarda tabiat adeta yıl boyu bayram ediyor. (Syf 196-197)