ANGELA CARTER (7 Mayıs 1940- 16 Şubat 1992)
İngiliz edebiyatının en özgün yazarlarından biri olan Angela Carter, 1940 yılında İngiltere’nin Eastbourne kentinde doğdu. II. Dünya Savaşı sırasında ailesiyle birlikte Londra’ya taşındı. Gençlik yıllarında gazetecilik yaptıktan sonra Bristol Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı okudu.
1960’larda edebiyat kariyerine romanla başlayan yazar, özellikle kadın kimliği, cinsellik, mitoloji, toplumsal roller ve masal anlatıları üzerine geliştirdiği eleştirel ve yaratıcı bakış açısıyla tanınır.
İlk romanı Shadow Dance'ın (1965) ardından Büyülü Oyuncak Dükkânı (1967; çev. Begüm Kovulmaz, 2021) ile edebiyat çevrelerinde ses getirdi. Britanya'nın en özgün yazarları arasında görülmeye başladı. 1976'dan 1978'e kadar Sheffield University'de yaratıcı yazma, 1981'de Brown University'de yazma konulu dersler verdi.
Carter'ın kurgu eserleri 1980'lerde, peri masallarındaki toplumsal cinsiyet kalıplarını içerik, biçem ve karakterler bağlamında tersyüz ettiği Kanlı Oda (1979; çev. Pınar Savaş ve Özden Arıkan, 2022) adlı öykü derlemesinden uyarlanan The Company of Wolves (1984) adlı filmin yayınlanmasından sonra yeniden popülerlik kazandı. Sirk Geceleri (1984; çev. Ayşe Gül Güre, 2022) romanıyla İngiltere'nin en köklü edebiyat ödüllerinden James Tait Black Memorial Prize'a layık görüldü. 1992 yılında, henüz 51 yaşındayken, akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti.
Yazarın Sel Yayınları tarafından yayımlanan Sirk Geceleri isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
SİRK GECELERİ
Fevvers o günlerin en meşhur trapezcisiydi. “Fevvers hayal mi, gerçek mi?” sloganını kullanıyor, bunun bir an olsun unutulmasına da fırsat vermiyordu.
(…)
Genç gazetecinin ismi Jack Walser'dı. Yirmi beş yıllık yaşamının büyük bir bölümünde dört bucağını dolandığı dünyanın ta öbür ucundan, California'dandı. Serserilikle geçen yaşamı keskin kenarlarini törpülemesini sağlamıştı. Şimdiki zarif davranışlarına bakılınca, yıllar önce San Francisco'dan Şanghay'a giden bir şilebe kaçak binen o küçük haytadan bir iz bulmak olanaksızdı onda. Bir serüvenden öbürüne sürüklenerek hayatını yaşarken dile, sözcüklere ve yazmaya yatkın olduğunu, ayrıca kendisinde doğru zamanda doğru yerde olma yeteneğinin varolduğunu keşfetti. Böylelikle kendisine en uygun olan mesleği de bir rastlantı sonucu bulmuş oldu. Amerikalıların pişkin yalancılara yüce gönüllülük gösterebilme özelliği kişiliğine işlemiş olan Walser, hem istediği gibi dünyayı dolaşmak hem de gazetecilere özgü ayrıcalıklardan biri olan "sorumluluk taşımama" ve gazetecilerin mesleklerine özgü gereksinmelerinden olan "her şeyi görüp hiçbir şeye inanmama"" hakkını elinde tutmayı sürdürebilmek için bir New York gazetesine başvurmuştu hemen. Tepeden tırnağa birebir uyuyordu bu uğraş Walser'ın kişiliğine. Ona Hazreti İsmail diyebilirdiniz. Ama masraf hesabı bulunan, al yanaklı, çukur çeneli, lepiska saçlı, güleç yüzlü, kuşkucu bakışlı, gri-mavi gözlü bir Hazreti İsmail.
Her şeye karşın kişiliğinde hâlâ eksik bir şeyler vardı. Mobilyalı olarak kiraya verilmiş bir eve benziyordu. Hiçbir şeye inanmama huyu sanki kendi benliği için de geçerliymişçesine, kişiliğinde kişiye özel denebilecek o ufak tefek ayrıntıların kırıntısı bile yoktu. "Doğru zamanda doğru yerde olma" eğilimi var demiştik ya, aslında kendisi de bir objet trouvé sayılabilirdi çünkü, öznel olarak, aradığı kendi özü olmadığı için kendi benliğini hiç bulamamıştı.
Kendisine sorarsanız kendini bir "eylem adamı" olarak tanımlardı herhalde Walser. Yeri göğü sarsan olaylarla yüz yüze gelmişti hep yaşantısında; çünkü kemiklerinin çatırdadığını duymaktan zevk alıyor, yaşadığını ancak böyle anlayabiliyordu.
Sichuan'daki veba salgınının da, Afrika yerlilerinin zehirli oklarının da, Şam yolu üzerindeki bir bedevi çadırında kaptığı hastalığın da pençesinden kurtulmuştu gezgin gazetecimiz. Ama bütün bu yaşadıklarının, kendisi de bir gün sabah rüzgârıyla o büyük umutlara doğru pupa yelken yola çıktığı güne kadar açıktaki yelkenlileri Fisherman's Wharf'un rıhtımlarından aç gözlerle seyretmiş, bugüne dek hiç değişmemiş olan o gözüpek çocuğu pek de değiştirdiği söylenemezdi doğrusu. Walser başından geçenleri birer deneyim olarak algılamamıştı. Deneyimleri dış görünüşünü zımparalamış olabilirdi ama iç dünyası aynen olduğu gibi kalmıştı. Şu kısa ömründe bir an olsun kendi içine baktığı, kendini anlamaya çalıştığı olmamıştı. Eğer bugüne kadar hiçbir şeyden korkmamışsa bu gözüpek olduğundan değildi. Öyküdeki 'korku nedir bilmeyen çocuk' gibi Walser da korkmayı, nasıl korkulacağını bilmezdi de ondan. Yani bu alışılagelmiş ilgisizliği bilinçsizdi, düşünülerek varılmış bir kararın sonucu değildi; zira bir karara varmak, inancın hem olumlu hem olumsuz yanlarını göz önüne almayı gerektirir.
Walser bilinci olan bir çiçek dürbünü gibiydi. İyi bir gazeteci olmasının sırrı da bunda gizliydi işte. Ama çiçek dürbünümüz habire sağa sola dönmekten biraz bezmişti. Savaşlar ve yıkımlar, bir zamanlar ufukta görülen vaadi yerine getirmekte pek başarılı olamamışlardı. İşte onun için, kısa bir süre önce geçirdiği sarı humma dolayısıyla hâlâ biraz halsiz olan Walser şimdi işini biraz ağırdan alıyor, şimdiye kadar hiç ilgisini çekmemiş, hep gözünden kaçmış olan “insancıl açı”ya eğiliyordu.
Walser iyi bir gazeteci olduğu için palavra kokusunu ta uzaktan alırdı. Şimdi de Londra'da bulunduğundan, “Dünyanın En Büyük Palavracıları” adlı bir dizi röportaj dizisi için Fevvers'la görüşmeye gelmişti.
(…)
Walser kadını pohpohlamak için olduğu kadar -eğer başarabilirse tabii! havasını söndürmek, hilesini ortaya çıkarmak için buradaydı. Küçük yalanının ortaya çıkarılmasının, bir palavradan başka bir şey olmadığının açıklanmasının Fevvers'ın müzikhol yaşamının sonu olacağını düşünmeyin sakın. Tam tersine. Kuşkulanacak bir şey olmazsa konuşulacak ne olabilir ki? Haber nerede kalır? (Syf 7-13)
Fakirlerin acılarla dolu acıklı yaşam öyküleri bir dizi ‘eğer'den, 'olmasaydı’dan oluşur hep. (Syf 70)
(…)
Aslında savaş muhabirliği yapan ama palavraların peşinden koşup gerçeği ortaya çıkarmaya da bayılan bir gazeteci olan Walser o sabah daha sonra gazetesinin Londra bürosuna uğradı. Yazı işleri müdürü alnına taktığı saydam yeşil mikadan siperliğini gözlerinin üstüne indirmiş, kaşlarını çatarak Güney Afrika'dan gelen son savaş haberlerini okuyordu.
“Şu Cockney Venüsü'nü nasıl buldun bakalım?” diye sordu Walser'a. “Yürekli her Amerikalı çocuk evden kaçıp bir sirkte çalışmanın düşünü kurmaz mı?” diye yanıt verdi Walser.
“Yani?”
(…)
Kimliğimi gizli tutarak Yüzbaşı Kearney'nin Fevvers'la gerçekleştireceği Büyük İmparatorluk Turnesi'nde kendime bir iş bulsam ne dersiniz? Öyküyü doğrudan doğruya sirk çığırtkanının kendi ağzından aktarmak! Bundan iyisi can sağlığı! İzin verin de davetlim olarak sizi birkaç gece sirke götüreyim, patron! (Syf 117-118)
Gönüllü olmak' kavramı, palyaçoluk mesleğiyle pek bağdaşmaz. Genelde kimse isteyerek palyaço olmaz, palyaço olmaya heves etmez. Başka her çare, her umut tükendiğinde palyaço olur insanlar, bunu anliyor musun? Eğer dikkatle bakacak olursan, arkasındaki gerçek yüzü saklayan bu beyaz boyanın altında bir zamanlar yüzlerini gururla eşe dosta gösteren insanların yüz hatlarını bulursun.
(…)
Bir ücret karşılığında herkes gibi işini canla başla yapan, parayla tutulmuş işçiler olduğumuzu biliriz biz; ama hizmetimizi para karşılığı kiralamış olanlar bizleri, işleri güçleri gece gündüz oyun oynayıp eğlenmek olan yaratıklar olarak görürler her nedense. Yaptığımız iş onlarca keyif ve eğlence demek oluyor ya, eh o zaman bizim için de bir eğlence ve keyif olmalıdır, öyle değil mi? İşte bu yüzden de palyaçoluk yapmayı 'hoşça vakit geçirmek' sanan insanların palyaçoluğa bakış açılarıyla, palyaçoluk yaparak 'izleyicileri neşelendirip onların hoşça vakit geçirmelerini sağlamanın' zorlu emek gerektiren bir uğraş olduğunu bilen bizlerin bu işe bakış açımız arasında her zaman derin bir uçurum olmuştur.
Neşe kavramına gelince... bu konuya hiç kafa yormadım sanma sakin, genç dostum Jack! Pist talaşları arasında yuvarlanırken çoğu zaman hep bunu düşünürüm. Sonunda da neye karar verdim, biliyor musun? Cennettekiler hiç gülmüyor palyaçolara! (Syf 150-154)
Daha çocuk denecek yaştayken şu ilkeyi benimsemişti Herr M; Sahtekarlıkla daha büyük bir ruhsal doyuma erişmek varken neden çalasın? (Syf 174)
Dünü ve bugünü olmamasının o coşkulu neşesini taşırdı. Ve geçmişi anımsanmayacak kadar iç bunaltıcı, geleceğiyse düşünmek bile istenmeyecek kadar korkutucu bulduğundan bir geçmişi ve geçmişe ait anıları olmadan yalnızca bugünde var olan kırık bir bahar dalıydı sanki... (Syf 182)
Böylelikle siz de ne olursa olsun- her şeyin her zaman olduğu gibi kalacağının, en kötü olayların bile hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin, karmaşanın değişmezlik doğurduğunun kanıtını gözlerinizle görmüş olurdunuz. (Syf 199)
İnsanoğlu böyledir işte: koşullar zorlandığı zaman, kendisini çok az da olsa güvencede hissettiği herhangi bir yeri hemen “evimiz” olarak benimseyiverir yüreğinde. (Syf 309)