André Malraux: Umut

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta André Malraux ile devam ediyor.

08 Temmuz 2022 - 07:08

ANDRÉ MALRAUX (3 Kasım 1901- 23 Kasım 1976)

3 Kasım 1901’de Paris’te varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası borsacıydı. Henüz dört yaşındayken annesi ve babası boşandı, babası daha sonra bir evlilik daha yaptı. Bu evlilikten iki kardeşi oldu. Çocukluğunu annesi, anneannesi ve teyzesiyle geçirdi. Lyceé Condorcet’den sonra, École des Langues Orientales’e devam etti ama mezun olamadı. Max Jacob’ın da editörü René Louis-Doyon için çalıştı. 1922 senesinde eşiyle birlikte Khmer tapınağını görmek için gittiği Kamboçya’da tapınağın kabartmalarını söktüğü için bir süre hapis yattı. Daha sonra Saygon’da sömürgecilik karşıtı L’Indochine Enchaînée (Zincire Vurulmuş Çinhindi) isimli gazeteyi yayımladı. 

Fransa’ya döndükten sonra, 1926’da ilk romanı Batı’nın İğva’sını, 1928’de büyük başarı kazanan Kanton’da İsyan’ı yayımladı. 1930’da ise Büyük Yol yayımlandı. 1933’te yayımladığı İnsanlık Durumu, Goncourt Ödülü’ne layık görüldü. 1930’larda faşizmin yükselmesiyle birlikte siyasal etkinliklere ağırlık verdi. 1935’te Le Temps du mépris (Aşağılanma Zamanı) isimli kısa romanı yayımlandı. 1936-1937 senelerinde İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler’in yanında yer aldı. Uluslararası bir hava filosu kurdu ve bu filonun albaylığını yaptı. Bu deneyimi onu Umut adlı eserini yazmaya yönlendirdi. Bu eseri 1938’de İspanya’da “Sierra de Teruel” ismiyle sinemaya uyarlandı. 

1944’te Fransa’da Direniş Hareketine katıldı. Corrèze’de Almanlar tarafından vuruldu ve yakalandı. Kurtarıldıktan sonra Özgür Fransa tugayını kurdu ve tugayın başına getirildi. Cephede General de Gaulle ile tanıştı. Savaştan sonra, General de Gaulle hükümetinde Kültür Bakanı olarak yer aldı, bu görevini 1959’dan 1969’a kadar sürdürdü. 1945’ten sonra roman yazmayı bırakan Malraux, 1951’de Les Voix du Silence (Sessizliğin Sesleri) isimli sanat tarihi kitabını yayımladı. 23 Kasım 1976’da, Paris’te hayatını kaybetti.

André Malraux’un İletişim Yayınları tarafından okurla buluşturulan, çevirisini Atillâ İlhan’ın yaptığı Umut isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

UMUT

Yaz gecesinde Madrid def gibi gerilmişti, sokaklarda silah yüklü kamyonların gürültüsünden geçilmiyordu. İşçi örgütleri, günlerden beri, kışlalara adam konduğunu, cephane kaçırıldığını, faşist ayaklanmasının eli kulağında olduğunu bildirip durmuyorlar mıydı, işte Fas elden gitmişti bile! Hükümet, gece saat bire doğru, halka nihayet silah dağıtılmasına karar verebildi; saat üçe doğru, sendikacı kartını her gösterene silah veriyorlardı. Geç bile kalınmıştı aslında: Yarıgeceden saat ikiye kadar hayli iyimser giden taşra telefonları ufak ufak ağız değiştirmeye başlamışlardı.

Kuzey Garı’ndaki telefon santralinden teker teker öteki garları arıyorlar. İşin başında, Demiryolu İşçileri Sendikası’nın sekreteri Ramos, bir de bu gecelik yanına yardımcı verilmiş olan Manuel. Önceleri, bağlantısı kesik Navarra sayılmazsa, cevap hep ya, “Hükümet duruma hâkimdir,” oluyordu ya da “Hükümetten emir bekleyen işçi örgütleri şehrin kontrolünü ellerinde tutmaktadır.” Fakat durum değişmeye başlamıştı.

“Alo, Huesca?”

“Kimsiniz?”

“Madrid İşçi Komitesi.”

“Sonunuz geldi boksoyları. Arriba Espana!”

Duvarlarda raptiyelerle tutturulmuş, Claridad’ın (akşam yedide çıkan) özel baskısı. Altı sütun üzerine manşet: Yoldaşlar silah başına!”

“Alo, Avila?. Burası Gar,sizin orada ne var ne yok?”

“Sıkıysa gel de gör alçak herif. Yaşasın Kral- İsa!”

“Yakında yine görüşürüz. Salud!”

(Syf 21-22)

Acaba devrimlerin de bir üslubu mu var? Akşam, bir bakarsan Meksikalı ihtilalcileri, bir bakarsan Paris Komünü’ndekileri andıran milisler, üssün Le Corbusier yapılarının arkasına çekiliyorlar. Bütün uçaklar yerde ve bağlı. Magnin, sembrano ve ahbabı Vallado bira içiyorlar; savaştan bu yana zırnık buz bulunmadığından, biraları ılık.

Sembrano, “Askeri üste” diyor, “iyi gitmiyor işler. Devrim ordusu her şeyi yeniden yapmak zorunda, başından sonuna kadar. Yoksa, Franco’ya kalırsa iş, o mezarlıkları doldurarak düzeltecek ortalığı. Rusya’da nasıl oldu bu iş dersin, ha?”

İnce alt dudağı, barın ışığında, yandan daha bir ileri çıktığından gittikçe daha çok Voltaire’e benziyor, iyi bir Voltaire’e ama, beyaz havacı tulumu giymiş bir Voltaire.

“Silahları vardı. Dört yıl disiplin ve savaş, bir de komünistler, öl dedin mi ölmesini bilen komünistler…”

Vallado, “Siz niye devrimcisiniz Magnin?” diye sordu.

“Niye mi, şey… Evet. Hayli fabrika yönettim ben, insanın bizim gibi her zaman kendini işine kaptırmış olursa başkalarının ömürleri boyunca her gün sekiz saat kaybetmesinin ne demek olduğunu pek anlayamaz ama…”

“Kısacası, insanların niye çalıştıklarını bilmesini istiyorum ben.”

(Syf 95)

Üç yaralı, biri Marcelino olmak üzere üç ölü, altı, hesapça bir kişi daha olacaktı, bir hesapça bir kişi daha olacaktı, bir mitralyözcü. Jaime’ydi bu, öbürlerinden çok sonra indirdiler. Titreyen ellerini uzatmış karanlığı yokluyor, yanında bir arkadaşı onu yediriyordu: Görmüyordu artık, gözleri hizasında patlayan bir bomba kör etmişti onu.

Havacılar, omuzlarından ve ayaklarından tutarak, ölüleri bara taşıdılar. Cenaze arabası daha sonra gelecekti. Kurşunu ensesinden yediği için pek az kanı akmıştı Marcelino’nun, ışığın korkunçluğuna, o telaşta kimsenin kapamayı akıl edemediği gözlerinin dokunaklı sabitliğine rağmen yine de çok güzeldi yüzü.

Bardaki garson kızlardan biri baktı baktı:

“Ruhun,” dedi, “yüzde belirmesi için en az bir saat geçmeli.”

Magnin az ölen görmemişti şimdiye kadar, ölümün birçoğunun yüzünü nasıl yatıştırıverdiğini biliyordu. Şimdi, kaygılar ve düşüncelerle birlikte kırışıklıkları, irili ufaklı çizgileri silinip gitmiş, yalnız apaçık gözleri, bir de meşin pilot başlığı yüzünden iradeli gözüken, bu hayattan boşalmış yüze bakarak, az önce kızın söylediği, daha önce de İspanya’da kimbilir kaç kere, kaç biçimde işittiği sözleri düşünüyordu:  İnsanların gerçek yüzü ölümlerinden bir saat sonra meydana çıkarmış.

(Syf 181)

İhtiyar, “ Ölüm”, diye sordu, “merakınızı kurcalamıyor mu sizin? Aslına bakarsınız, ölüm konusunda söylenmiş her kesin söz budalaca.”

Scali, eli yine kıvırcık saçlarının arasında, “Çok düşündüm ölümü, dedi. Çarpışmaya başlayalı aklıma bile gelmiyor. Benim için bütün... fizikötesi gerçeğini kaybetti gibi bir şey. Bakın, bir keresinde bindiğim uçak düştü; burnunun yere tosladığı anla benim -o da hafifçe- yaralandığım an arasında, çatırtı kıyamet sürüp giderken hiçbir şey düşünmüyordum ama, çılgınca tetik üstündeydim, canlı bir yay adeta: nasıl atlamalı, nereye atlamalı? Şimdi düşünüyorum da daima böyle bu, bir düello: ölüm ya kazanıyor bu düelloda, ya kaybediyor. O kadar, ondan ötesi fikirler arasında birtakım bağlantılar. Ölüm o kadar da ciddi bir şey değil zaten. Acı derseniz anlarım, o ciddi, çok ciddi hem de, o kadar ki acı karşısında sanatın esamesi bile okunmaz ve kan lekeleri karşısında önemini koruyabilecek tablo ne yazık ki yoktur.”

(…)

 “İnsanoğlunda müthiş, bitmek tükenmek bilmez bir umut kuyusu var... Haksız yere hüküm mü giydin, önüne hep kaz kafalılar çıktı da kimse seni anlamadı mı, nankörlüğe ya da kalleşliğe mi uğradın, umut kuyusuna başvuracaksın... Şimdi devrim hangi rolü oynuyor bilir misiniz? Zamanında ölümsüzlüğe kavuşmak arzusunun oynadığını. Özelliklerinden çoğunu en iyi açıklayan da bu zaten. Eğer herkes hükümet şöyle ya da böyle olsun diye sarf ettiği gayretin üçte birini kendini düzeltmeye sarf etmiş olsaydı, yaşanabilecek bir yer olurdu İspanya.” 

“Fakat, tek başına yapmak gerek bu işi, bütün mesela burada.”

“İnsan herhangi bir eyleme her yanıyla bağlanmaz, sınırlı bir yanıyla bağlanır; üstelik, eylem toptancılığa yattıkça ufalır bağlanan yan. İnsan olmak dehşetli güç bir şey Mösyö Scali, bilirsiniz, politikacıların sandıklarından çok daha güç.”

Ayağa kalkmıştı Alvear:

“Benim anlayamadığım, sizin bu evrene katlanabilişiniz. Siz ki Masaccio’yu, Piero della Francesca’yı yorumlayan adamsınız...” 
Scali, Alvear’ın düşünceleri mi bunlar, yoksa acıları mı acaba diye kendi kendine sormaktaydı. Nihayet, “Peki” dedi, “hiçbir cahil kalabalığı içinde yaşadınız mı siz?”

Bu defa Alvear düşündü.

“Yaşamadım sayılır. Ama çok iyi kestirebiliyorum nasıl olacağını.”

“Ortaçağın ünlü vaizlerinde bazılarını bilirsiniz, elbet?”

Alvear başını eğdi.

“Kim diliyordu bu vaızları? Bugün benim birlikte savaştıklarımdan çok daha cahil birtakım adamlar. Anlayabiliyorlar mıydı dersiniz?”

Alvear, hem sakalının ucundaki virgülü parmağına doluyor, hem de Scali’ye, sözü nereye bağlayacağınızı anlıyorum dermişcesine bakıyordu. Fakat sadece, “Şüphesiz!” diyerek cevaplandırdı sorusunu.

“Az önce umuttan söz ettiniz. Tıpkı aşkla birleşmiş insanlar gibi, eylemde ve umutta birleşmiş insanlar, tek başlarına asla ulaşamayacakları yerlere varırlar. Şu bizim filo var ya, bütünüyle, onu meydana getirenlerin teker teker handiyse hepsinden daha bir soyludur.”

Oturduğu yerde, gözlüklerini parmakları arasına almıştı; Alvear sadece yüzünü görüyordu onun, anlatmak için yaratıldığı şeyleri, yani fikirlerini anlattığı için güzelleşen yüzünü. Ansızın, yassı ve kalın ağzıyla hafifçe çekik gözleri, gizemli bir düzende uyuşmuşlardı sanki.

“Yaşadığım onca şeyin çoğundan yorgunum; yine de gözümde insanın aslı budur, bu gibi yerlerdedir. ‘Alnının teriyle ekmeğini kazanacaksın,’ mı demiş, sizi bilmem ama bizim için de böyle bu, hele üstüne üstlük ter buz gibi soğuk olursa…”

“Eh, ne diyeyim, insana temellik eden ne varsa hepinizin gözünü bağlamış sizin…”

Sonra ani bir ağırlıkla ekledi:

“Temellerin yeniden tartışılması çağı başlıyor, Mösyö Scali. Aklın temeli de yeniden atılmalı.”

“Peki, Jaime savaşmakla haksız bir iş mi yaptı sizce?”

“Alvear kambur omuzlarını kaldırdı. Yanakları birdenbire daha da sarkık “Eh” dedi, “keşke yeryüzü faşist olsaydı da, kör olmasaydı o”

Dışarıda bir otomobilin gıcır gıcır vites değiştirdiğini işittiler.

“Yeniden görebilecek mi dersiniz?”

“Hekimler görebilir” diyor.

“Size de mi? Size de ha! Dostu olduğunuzu da biliyorlar hem... Belki de kılığınızdan... Şu ara karşılarında subay gördüler mi, basıyorlar yalanı! Gerçeği söylerse faşist sanılmaktan korkuyor budalalar.”

“Niye ille yalan olsun söyledikleri?” 

“Mutluluğumuz tek bir adamın ağzından çıkacak söze bağlı oldu mu, ona inanmaya iyice

yatkınızdır da.”

Sustu. Sonra belki de yüreğini ferahlatmak için sesini yükselterek, umursamazmış gibi:

“Sizin, Jaime’nin ve başka birçoklarının uğruna savaştıklarından yeni İspanya’nın benimseyeceği tek umut ne olmalı bence, biliyor musunuz yıllar yılı elimizden geldiğince öğretmeye çalıştığımız var ya, onun korunması.”

Dışarıdaki bir gürültüye kulak kabartıyordu, kalktı, pencereye doğru gitti. Scali, “Yani” diye sordu.

Pencerenin oradan ona döndü ihtiyar, sonra da sanki vah vah dermişcesine:  “İnsanlık,” dedi. “İnsan olmak özelliği.”

 (Syf 348-352)

 

ARŞİV