ANDRE GİDE (22 Kasım 1889- 19 Şubat 1951)
22 Kasım 1869’da Paris’te, Paul Gide ile Juliette Rondeaux çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Hukuk Fakültesi’nde Roma Hukuku profesörüydü. 1880’de babasının ölümü üzerine, Alsace’taki okulunu yarıda bırakarak eğitimine annesinin sıkı denetimi altında, özel öğretmenler eşliğinde evde devam etti.
1891’de otobiyografik nitelikler taşıyan ilk kitabı André Walter’in Defterleri’ni kendi imkânlarıyla yayımladı. 1893–1894 yıllarında peş peşe çıktığı Kuzey Afrika yolculukları, hayatının sonuna kadar sürecek izler bıraktı. Bu yolculuklar, aileden gelen katı ahlak anlayışının ötesine geçmesini sağladı.
1895’te annesini kaybeden Gide, aynı yıl Ekim ayında kuzini Madeleine Rondeaux ile evlendi. 1897’de yayımladığı Les Nourritures terrestres (Dünya Nimetleri), bu dönemin özgürleşme ruhunu taşır. Asıl edebi yaratıcılık dönemi ise 1902’de yayımladığı L’Immoraliste (Ayrı Yol) ile başladı. Ardından gelen La Symphonie pastorale (1919, Pastoral Senfoni) ve La Porte étroite (Dar Kapı), mistisizme ve ironinin ince dengelerine açılan, aynı zamanda yazarın özgürlük arzusunu yansıtan eserler oldu. 1926’da yayımladığı Les Faux-Monnayeurs (Kalpazanlar), Gide’in “tek gerçek romanım” dediği eseridir. 1938’de müziğe dair denemesi Notes sur Chopin (Chopin Üzerine Notlar) yayımlandı. 1947’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Yazarın İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan Pastoral Senfoni isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
PASTORAL SENFONİ
Üç gündür durmaksızın kar yağıyor, yollar kapandı. On beş yıldır ayda iki kez ayine katılmayı adet edindiğim R ... 'ye gidemiyorum. Bu sabah La Brevine *'in şapelinde sadece otuz dindar toplandı.
Bu zorunlu kapanmanın getirdiği boş zamanı, biraz geriye gidip Gertrude'ün sorumluluğunu nasıl üstlendiğiıni anlatmak için kullanacağım.
Bana kalırsa sadece ibadet ve sevgiyle karanlıktan çıkardığım bu sofu ruhun oluşumu ve gelişimiyle ilgili her şeyi bu deftere yazmayı planladım.
La Chaux-de-Fonds'dan dönerken küçük bir kızın aceleyle yanıma gelip beni yedi kilometre uzağa, ölüm döşeğindeki zavallı, yaşlı bir kadının yanına götürmek istemesinin üzerinden iki buçuk yıl geçti. Atın koşumları henüz çözülmemişti; gece çökmeden geri dönemeyeceğimi düşündüğümden kendime bir fener edindikten sonra çocuğu arabaya bindirdim.
(…)
Genç rehberim sonunda bana bir yamaçta, bacasından karanlıkta morarıp sonra altuni göğe doğru sarararak yükselen ince bir duman da olmasa metruk görünen saman damlı bir kulübeyi parmağıyla işaret ettiğinde güneş batıyordu ve uzunca bir süredir karanlıkta yürüyorduk. Atı yakındaki bir elma ağacına bağlayıp, çocukla birlikte yaşlı kadının az önce öldüğü karanlık odaya girdim.
Bu manzaranın iç karartıcılığı, sessizlik ve o anın ağırlığı karşısında donup kalmıştım. Yaşı hala genç bir kadın yatağın yanında diz çökmüştü. Müteveffanın torunu olduğunu düşündüğüm ama aslında sadece hizmetçisi olan çocuk, dumanlar çıkaran bir mum yaktıktan sonra yatağın ayakucunda hareketsiz durdu.
Uzun yolculuğumuz sırasında onu konuşturmaya çalışmış, ama ağzından laf alamamıştım.
Dizleri üstündeki kadın ayağa kalktı. Sandığımın aksine bir akraba değil, hizmetçi çocuğun hanımının güçten düştüğünü görünce çağırdığı ve cesede göz kulak olmasını istediği bir komşu, bir arkadaştı sadece. Bana yaşlı kadının acı çekmeden son nefesini verdiğini söyledi. Defin ve cenaze töreni için yapılacaklar konusunda birlikte karar verdik. Bu unutulmuş bölgede, sık sık olduğu gibi, her şeye karar vermek bana düşüyordu, itiraf etmeliyim ki, ne kadar fukara görünürse görünsün sadece şu komşu kadının ve çocuk hizmetçinin gözetimindeki bu evden ayrılırken kendimi biraz huzursuz hissediyordum. Bununla birlikte, bu sefil evin bir köşesinde saklı bir hazine olması pek de olası değildi. Ne yapabilirdim ki? Yine de yaşlı kadının bir mirasçısı olup olmadığını sordum.
Bunun üzerine komşu kadın mumu eline alıp evin bir köşesine doğru tutunca ocağın önünde büzülüp oturmuş, uyuyormuş gibi duran belli belirsiz bir varlık olduğunu fark edebildim. Gür bir saç yığını yüzünü neredeyse tamamen örtmüştü.
Bu kız kör, hizmetçinin söylediğine göre yeğeni. Görünüşe bakılırsa aileden geriye kalan tek kişi. Onu bir bakımevine yerleştirmek gerek, yoksa neye dönüşür bilemiyorum.
(…)
O anda bu terk edilmiş zavallının bakımını üstlenmek hemen aklıma gelmedi; ama dua ettikten sonra -ya da tam olarak, yatağın başucunda diz çökmüş komşu ile küçük hizmetçi arasında benim de diz çöküp dua ettiğim sırada birden Tanrı'nın yoluma bir çeşit yükümlülük çıkardığını ve biraz korksam da bundan kaçamayacağımı fark ettim. Ayağa kalktığımda, sonrasında kendisiyle ne yapacağımı ya da onu kime emanet edeceğini sorgulamadan, daha o akşam çocuğu yanımda götürmeye karar vermiştim.
(…)
İnsanların ara sıra icat etmeyi sevdiği kuruntulu itirazlar olmasaydı pek çok şey kolayca hallolurdu. Çocukluğumuzdan beri, yapmak istediğimiz şu veya bu şeye, salt çevremizdekilerin sürekli olarak “Yapamaz” demesi engel olmadı mı?...
Kör kız, onu istemsiz bir kütle gibi taşımamıza izin verdi. Yüz hatları düzgündü, oldukça güzeldi, ama tamamen ifadesizdi. Odanın dinlenmeyi adet edindiği köşesine, tavan arasına çıkan merdivenlerin altına yerleştirilmiş ot şiltenin üzerinden bir örtü aldım. (Syf 3-6)
Yetim kızın kendisinin bile bilmediği ve benim de nereden öğrenebileceğimi bilmediğim gerçek adının yerine Charlotte'un seçtiği ve hepimizin hemen kabul ettiği Gertrude adım koyduk ona.
(…)
Bütün gün, ateşin başında, savunmaya geçmiş bir halde duruyordu; sesimizi işitir işitmez, özellikle de ona doğru yaklaşıyorsak yüz hatları sertleşiyordu sanki. Yüzündeki ifadesizlik sadece hoşnutsuzluğunu göstermek için bozuluyordu. Biraz dikkatini çekmeye çalışsak inlemeye, bir hayvan gibi hırlamaya başlıyordu. (…) Evet, gerçekten de ilk on gün umutsuzluğa kapıldığımı ve hatta başlangıçtaki hareketimden pişman olmaya varacak ve kızı hiç getirmemiş olmayı dileyecek kadar ona karşı ilgimi kaybettiğimi itiraf etmeliyim. İşin ilginç yanı, bu duyguları ondan saklayamadığım için zafer kazanan Amelie, Gertrude'ün bana yük olduğunu, aramızdaki varlığının beni utandırdığını hissettiğinden beri kızla daha fazla ve daha da canı gönülden ilgileniyor gibi sanki. (Syf 13-14)
Gertrude'ü bulduğum kulübede, ona yemek vermek ve “yaşamasını” demeye cesaret edemediğimden “ölmemesini” sağlamak dışında onunla ilgilenmemişlerdi. Onun karanlık evreni, dışına hiç adım atmadığı o tek odanın duvarlarıyla sınırlıydı. Yazın, kapı o aydınlık büyük evrene doğru açık kaldığı zaman, eşiğin kenarına kadar gelmeye zar zor cesaret ediyordu. Kuşların şarkısını duyduğu zaman, bunu, yanaklarını ve ellerini okşadığını hissettiği sıcaklık gibi, salt ışığın etkisi olarak hayal ettiğini; pek üzerinde düşünmeden, ateşin üzerindeki suyun kaynaması gibi sıcak havanın şarkı söylemeye başlamasının ona gayet doğal geldiğini daha sonra bana anlattı. Gerçek şu ki, onunla ilgilenmeye başladığım güne kadar hiçbir şey için endişelenmemiş, hiçbir şeye dikkat etmemiş ve derin bir uyuşukluk içinde yaşamıştı. (Syf 19-20)
Körler alfabesini Gertrude’e öğretebilmek için öncelikle benim öğrenmem gerekiyordu; ancak çok geçmeden, deşifre etmekte fazlasıyla zorlandığım ve üstelik ellerimden çok gözlerimle takip etmeye istekli olduğum bu yazıyı okuma konusunda benden daha hünerli çıktı. Üstelik ona eğitim veren tek kişi ben değildim. Evlerin geniş bir alana dağıldığı ve yoksul ya da hasta ziyaretlerinin beni bazen oldukça uzaklara gitmek zorunda bıraktığı bu kasabada yapacak çok işim olduğundan bir yardımcı bulduğuma memnundum.
Bu olaylar yaşanırken, daha önce de eğitim aldığı ve ilahiyat fakültesine girdiği Lozan’a geri dönen Jacques, Noel tatilini geçirmek için yanımıza geldiğinde, paten kayarken kolunu kırmayı başardı. Önemli bir kırık değildi ve hemen kendisini aradığım Martins, bir cerrahın yardımına ihtiyaç duymadan kırığı yerine oturtabildi; ama alınması gereken önlemler Jacques’ın bir süre evden çıkmamasını zorunlu kıldı.
Aniden, o zamana kadar hiç dikkatini çekmeyen Gertrude ile ilgilenmeye ve ona okumayı öğretme konusunda bana yardımcı olmaya başladı. Sadece nekahet döneminde, yaklaşık üç hafta boyunca yardımcı olabilmişti ama bu sürede Gertrude hissedilir bir ilerleme kaydetti. Olağanüstü bir heves onu kamçılıyordu şimdi.
(…)
Gertrude, zihinleri belirsiz ya da yanlış verilerle donatıldığı için tüm akıl yürütmeleri sekteye uğrayan insanların sık sık yaptığı gibi, anlamadığı halde anlamış gibi bir hava takınmıyordu. Hakkında kesin bir fikir elde edemediği her kavram, onun için endişe ve huzursuzluk sebebi olarak kalıyordu. (Syf 20-24)
Gertrude’ün Neuchâtel’deki konserden ne kadar da zevk aldığını söylemeye fırsat bulamadım. O gün tam da Pastoral Senfoni’yi çaldılar. “Tam da” dememin nedeni, anlayacağınız üzere, Gertrude’ün dinlemesini isteyebileceğim başka bir eserin olmayışıydı. Konser salonundan çıkalı çok olmasına rağmen Gertrude hâlâ sessizliğini koruyordu ve kendinden geçmiş gibiydi.
Gördüğünüz gerçekten de bunun kadar güzel mi? diye sordu sonunda.
Bunun kadar derken neyi kastediyorsun yavrum?
“Dere kenarı sahnesi”ni.
Bu tarifsiz armonilerin dünyayı olduğu gibi değil, aslında olabileceği gibi; kötülük ve günah olmaksızın resmettiğini düşünerek hemen yanıt vermedim. Gertrude’le kötülük, günah ve ölüm konularında konuşmaya henüz cesaret edememiştim.
Gözleri olanlar mutluluklarının farkında değiller, dedim sonunda.
Benim gözlerim yok, ama işitmenin getirdiği mutluluğun farkındayım, diye haykırdı hemen. (Syf 26)