Anais Nin: Ateş Merdivenleri

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Anais Nin ile devam ediyor

14 Ocak 2022 - 13:57

Angela Anais Juanna Antolina Rosa Edelmira Nin y Culmell (21 Şubat 1903 – 14 Ocak 1977)

Bilinen adıyla Anais Nin, 21 Şubat 1903’te, Neuilly, Fransa’da doğdu. Katalan kökenli bir Kübalı olan babası Joaquin bir piyanist ve bestekardı. Annesi Rosa Rosa Culmell ise klasik eğitim almış, Fransa kökenli bir şarkıcıydı. Nin çocukluğunu Avrupa’da geçirdi. İki yaşındayken annesi ve babası ayrıldı. Annesi ve iki kardeşiyle birlikte önce Barcelona’ya, sonra da New York’a taşındılar. 1923’te, Havana’da ilk eşiyle evlendi. İlk yayımlanan eseri D.H. Lawrence hakkında eleştirel bir incelemeydi, bu kitabı on altı gün içinde yazmıştı. Nin psikanalize de merak salmıştı, Rene Allendy ve Otto Rank ile tanışıp bu alanda çalıştı. İkisiyle de ilişkileri oldu. Yazılarında Djuna Barnes, D.H. Lawrence, Marcel Proust, Andre Gide, Jean Cocteau, Paul Valery ve Arthur Rimbaud’nun etkileri oldu. Nin, günlüklerine göre erotika ile Paris’e geri döndüğünde tanıştı. Paraya sıkışınca Hanry Miller ve diğer arkadaşlarıyla beraber 1940’larda erotik ve pornografik anlatılar kaleme almaya başladı. Nin’in Hanry Miller, John Steainbeck, Antonin Artaud, Gora Vidal gibi pek çok isimle ilişkisi oldu. İlk eşiyle evliyken 1947’de ikinci eşi Rupert Pole’la evlendi. Daha sonra bu evlilik yasal olarak düşse de vefatına kadar Pole ile yaşadı. 1960’ların feminist hareketi içerisinde yazdıkları epey ilgi gören Nin’e 1974’te rahim ağzı kanseri teşhisi kondu. 14 Ocak 1977’de Kalifornia’da hayatını kaybetti. Bedeni yakıldı, külleri Santa Monica Körfezi’ne saçıldı. Bazı eserleri: The Diary of Anais Nin (1931-1934), House of Insest (1936), Venüs Üçgeni (1977), Hanry ile June (1986)

İthaki Yayınları, Anais Nin’in otobiyografik özellikler taşıyan kurmaca beş kitabını bir seri olarak yayınladı. İçsel Kentler adını taşıyan bu seride Nin’in 1946’da kaleme aldığı Ateş Merdivenleri, 1947’de yazdığı Albatrosun Çocukları, 1950’de çıkan Dört Odalı Kalp, 1954’te yazdığı Aşk Evindeki Casus ve 1961’de kaleme aldığı Minotor’u Kışkırtmak adlı romanları bulunuyor.

Bu serinin ilk romanı olan Ateş Merdivenleri’nden bazı bölümleri, yazarın ölüm yıldönümünün 14 Ocak olması vesilesiyle yayınlıyoruz.

ATEŞ MERDİVENLERİ

(…)

Gerard ortadan kaybolunca Lillian erkeklere karşı takındığı o bildik, savunmacı tavra döndü, yeniden bir savaşçı olup çıktı. En önemsiz tartışmayı bile kazanmak onun için bir ölüm kalım meselesiydi artık. Kendi değeri konusunda o kadar güvensizdi ki iddialarını herkese kabul ettirmek, savunduğu her tezi kazanmak yaşamsal bir önem taşıyordu. En basit konularda bile teslim olmaya, kabullenmeye, yenilmeye, ikna edilmeye, davasından dönmeye katlanamaz olmuştu.

O, tutkuya teslim olmaktan korkan bir kadındı şimdi; kendini daha büyük güdülere bırakamadığına göre en küçük dürtülere de teslim olmayacaktı, hasmı haklı olsa bile. O bir savaş uçağında yaşıyordu. Yaşamın akışına direnmek, o büyük direnç, daha küçük inatlaşmalarla, yani başkalarının iradesine direnmekle aynı şeydi; en küçük mesele, en büyük sorunla eş değerdi. Tutkuya kendini kaptırma zevkine kendini kapadığı için başka şeylere teslim olmanın zevkinden de yoksun kalıyordu. Kadınsı zevklerin bütün kaynaklarını yasaklamıştı kendine: İşgal edilmenin, fethedilmenin tadını. Savaşta düşmanı kıskıvrak kuşatmak zorunluydu. Düşmanın en küçük kıpırtısının bile tek bir yorumu vardı: Tehdit. Savaşın asıl meselesinin, tutkunun istilasına karşı varlığını korumak olduğunu göremiyordu. Onun düşmanı, onu ele geçirmekle tehdit eden aşıktı. Lillian olanca gücünü küçük muharebelere yoğunlaştırıyordu; hangi lokantaya, hangi filme gidileceği, kimin davet edilip kimin ziyaret edileceği gibi kararlarda, bir tartışmada ya da bir insanın tahlilinde son sözü söyleyen olmak, o geceki bütün sıradan çekişmeleri kazanmak.

Bu kazanma dürtüsü sürüp giderken, zaferlerinden en küçük bir doygunluk ya da keyif aldığı yoktu. Kazandığı şey, asıl istediği değildi. Derinlerde, doğasının arzuladığı şey, onu razı etmeleriydi; teslim olmaya, silahları bırakmaya.

Ve Lillian kazandıkça (ki sıkça kazanıyordu çünkü bu gerilla savaşına hiçbir onurlu erkek direnmiyordu, çünkü bir tablonun duvarın sağına değil de soluna asılmasının önemini hiçbiri kavrayamıyordu) kendini daha mutsuz, daha içi boş hissediyordu.

Lillian’ı tehdit eden büyük bir felaket yoktu. Onun savaşta sevdiğini kaybedenlerin yaptığı gibi trajik bir biçimde yıkılması söz konusu değildi. Ne görünür bir düşman ne gerçek bir trajedi; ortada hastane, mezarlık, morg, ağır ceza mahkemesi, suç dehşet yoktu. Hiçbir şey yoktu.

(Syf 22-23)

Lillian’ın hayat dolu varlığı otel odasını doldurdu. Öyle açık seçik, öyle görünür, öyle mevcuttu ki. Kısmen geçmişte kısmen gelecekte yaşayan ya da ruhunun bir yarısı evde, çocuklarının yanında, öteki yarısı başka yerlerde olan, bölünmüş kadınlardan değildi. O buradaydı… her şeyiyle: Gözleri, kulakları, elleri, sıcaklığı, ilgisi, uyanıklığı ve Djuna’yı sarıp sarmalayan şefkatiyle; sorguluyor, araştırıyor, özümsüyor, görüyor, duyuyordu.

“Bana harika bir şey verdin, Lillian. Bir dostum olduğu duygusunu verdin. Hadi birlikte yemek yiyelim. Kutlayalım!”

Duygu yüklü sesler, doygunluk. İnsanın hissettiği gibi konuşabilmesi. Her şeyi söyleyebilmesi.

“Gerard’ı yitirdim çünkü üzerine atladım. Duygularımı dile getirdim. Korktu. Neden hep korkan erkeklere aşık oluyorum? Evet, korktu ve benim onun peşinden koşmam gerekti. Djuna, erkeklerin kur yaptıkları bir kadını elde edemedikleri zaman o kadar da incinmediklerini fark ettin mi? Oysa kadınlar incinir. Kadın Don Juan’ı oynayıp bir erkeği kovalar da o erkek geri çekilirse, kadın az ya da çok, mutlaka sakatlanır.”

“Djuna, al şunu.”

Boynundaki gümüş madalyonu uzattı.

“Eh, Gerard’ı kazanamadın ama onu ölüm uykusundan kaldırdın.”

“Neden,” diye yakındı Lillian, “erkekler senin gibi değil?”

“Ben de aynı şeyi senin için düşünüyorum.” Dedi Djuna.

“Belki de bizim gibi oldukları zaman onlardan hoşlanmıyoruz ya da korkuyoruz. Belki de güçlü olmayanları seviyoruz…”

Lillian için Djuna’yla kurduğu ilişki elle tutulur ve keyifliydi. Her ikisi de birbirlerine kesintisizce verdikleri işaretler, armağanlar, açık sözlülük, sözcükler, mektuplar ve telefonlarla apaçık bir sevgi alışverişi ve dolaysız, dobra tepkilerle bu ilişkinin gerçekliğini doğrulamaktaydılar. Takılarını, giysilerini, kitaplarını değiş tokuş ediyor, birbirlerini koruyor, endişelerini, kıskançlıklarını, sehiplenmeciliklerini korkusuzca dile getiriyorlardı. Konuşuyorlardı. İlişkileri, bu acılardan arınmış rüyanın merkezi, olmazsa olmazı kahramanıydı. Bu ilişki her ikisinin de tapınma ve bağlılıklarının kanıtlarını keyifle sundukları, ilkel bir figür, bir totem gibiydi. Kayıtsızlık, yorgunluk, yanlış anlama ya da uzaklaşma isteği gibi duygulardan, güneş tutulmaları ve kuşkulardan arınmış, canlı, kesintisiz bir tören.

“Keşke erkek olsaydın” derdi Lillian sık sık.

“Keşke sen de.”

(Syf 28-29)

Lillian’ın ağaçlarla sarılı evi çok güzel, bakımlı, cilalıydı; her yerine onun elinin değdiğini belli ediyordu; öte yandan ona ait değil gibiydi. Lillian onu neredeyse tamamen kendi elleriyle boyamış, süslemiş, oymuş, düzenlemiş, seçmiş, yenilemişti; enerjisi ve hünerli elleriyle her şeyi elliyor, düzeltiyor, geliştiriyordu. Ama yine de burası bir türlü onun evi olamıyordu; onun yüzünü, onun havasını taşımıyordu. Lillian bu evde hep bir yabancı gibi duruyordu. Olanca becerisi ve zevkine karşın bu eve kendi kişiliğini katmayı başaramamıştı.

Bir yuvaydı bu ev; kocası Larry’ye ve çocuklarına yakışıyordu. Huzur vermek üzere inşa edilmişti. Odalar, geniş, havadar, aydınlıktı. Sıcak, ışıltılı, temiz, uyumlu. Öteki evler gibi.

Djuna eve girer girmez hissetti bunu. Lillian’ın bu eve, kocasına ve çocuklarına harcadığı gücün, coşkunun ve ilginin Lillian’ın en derin noktasından değil, varlığının bir başka yerlerinden kaynaklandığını da. Yarattığı bu yaşama, kendi doğası dışında bütün unsurları katmıştı sanki. Evliliği kim yapmıştı? Çocukları kim istemişti? Bunlara yönelik ilk dürtüyü, ilk seçimi, ilk arzuyu anımsayamadığı gibi, nasıl gerçekleştiğini de anımsayamıyordu.  Her şey uykusunda olup bitmişti sanki. Geçmişi, annesi, kız kardeşleri, alışkanlıkları, bir yuvaya sahip olma güdüsü ve tabii kendi isteklerine karşı körlüğü bütün bunları hazırlamış, sonra da Lillian’ı alıp buraya yerleştirmişti sanki ama evin harcında kişiliğinin en köklü, en yoğun malzemeleri kullanılmadığı için bu evde bir yabancı olup çıkmıştı.

Bu yaşam, bu uğraşlar, özen, bağlılık, bu aile… Bunlar bir kez ortaya çıktıktan sonra da Lillian’ın aklına onlara isyan edebileceği hiç gelmemişti. Ayrıca onu isyana kışkırtacak hiçbir şey yoktu. Kocası kibar, çocukları sevilesi, ailesi uyumluydu; Dadı’ya, ev halkını bitmez tükenmez bir ana sıcağıyla sarığ sarmalayan, gözeten yaşlı bakıcıya gelince, onların koruyucu meleği, yuvanın bekçisiydi.

(…)

Lillian’ın kendine ait bir oda istediğini açıkladığı gün, bu kararın sarstığı tek kişi Dadı oldu.

(Syf 31-33)


ARŞİV